Uzman Psikolog Arzu Yıldırım’ın ilk kitabı “Kahve Kokulu Defter” büyük beğeni gördü
Uzman Psikolog Arzu Yıldırım’ın ilk romanı “Kahve Kokulu Defter” büyük beğeniyle karşılandı.
Yazmanın kendisi için bir dürtü olduğunu ve klavyenin kendisini çağırdığını belirten Arzu Yıldırım, yazmayı adeta bir terapi gibi görüp, “Yazmak düşüncelerimizi derleyip, toplamanın onları temize çekmenin en maliyetsiz yolu sanırım. Yazdığında daha iyi düşünebiliyor insan” diyor.
İyi ki yaşıyorum dediği bir hayatı inşa etmeye çalıştığını ve toplumla köprü kurmak için bir araç olan yazı aracılığıyla düşüncelerini ifade etmeye devam etmeyi hedeflediğini vurgulayan Arzu Yıldırım, şu sıralarda yeni kitabı üzerinde çalışıyor.
Özgeçmişinizi alabilir miyiz?
Uzman Psikolog Arzu YILDIRIM
1972 Ereğli doğumluyum. 1983’te Acıbadem İlkokulu’ndan, 1989’da Çamlıca Kız Lisesi’nden, 1994 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji bölümünden mezun oldum. 1997 yılında Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü’nde yüksek lisansımı tamamladım.
1997-2001 yılları arasında İzmit Ticaret Meslek Lisesinde, 2001-2021 yılları arasında Acıbadem Türk Telekom Şehit Mete Sertbaş Ortaokulunda okul psikolojik danışmanı olarak çalıştım.
“9-12 Yaşları Arasındaki Korunmaya Muhtaç Çocuklarda Kendilik Tasarımı” (yayınlanmamış yüksek lisans tezi); sosyal psikiyatri sempozyumunda “Çocukta Benlik Tasarımı” adlı sunumu (1998); “Aytül Akal’ın Eserlerine Psikoloji Penceresinden Bakış” (yayınlanmış makalesi 2012); “Değişime Doğru” eğitim konferansında “Özel Gereksinimli Çocuklarda Davranış Değiştirme” konulu sunumum vb. bulunuyor. (2014) Üsküdar Rehberlik Araştırma Merkezi tarafından 2004-2014 yılları arasında psikolojik danışmanlara yönelik olarak düzenlenen seminerlerde eğitimci olarak görev aldım. Üsküdar Milli Eğitim Müdürlüğünce 2016 yılından beri düzenlenen “Kendini Geliştir Geleceği Değiştir” projesinde öğretmenlere konferanslar verdim. 2017-2018 döneminde Avrupa Birliği Fonlarıyla desteklenen bir projeyle Sultanbeyli ilçesindeki Suriyeli Çocukların uyum süreçlerinin iyileştirilmesine yönelik bir çalışmada eğitimci olarak görev aldım. 2020-2021 döneminde “Kendini Geliştir Geleceği Değiştir” seminer programı organizasyonunda çalıştım.
İstanbul Kalkınma Ajansı (İSTKA) projelerinde (Olumlu Davranış Geliştirme: 2016-2017; Eğitim-Donatım-Gelişim: 2018-2019) görev aldım. Aile Eğitim Programları düzenliyor, seminer ve konferanslar veriyorum. Halen çocuk ve ergenlerle ilgili olarak ailelere ve çocuklara bireysel danışmanlık hizmeti veriyor ve kariyer danışmanlığı yapıyorum. Eğitim, yaşam ve psikolojiye ilişkin görüşlerim internet ortamında yayınlanıyor. Mekteb-i Üsküdar dergisinde “Yaşamın Yüzü” ve “Duyguların Göçü Zordur” adlı iki yazıyla yer aldım. “Kahve Kokulu Defter” ilk kitabımdır.
Psikolojiye olan tutkunuz ne zaman ve nasıl başladı, nasıl bir süreçte büyüdü ve gelişti? Neden Psikoloji?
Psikoloji, tesadüfen seçilebilecek bir meslek değildir bence. Aramak ve bulmak isteyenlerin safına geçmeyi gönülden dileyenler, burada kendilerine yer edinirler. Görünenle, duyulanla, -mış gibi- yaşananla yetinmeyenler burada saf tutar. Kendimi bildim bileli hep aradım, kimi zaman da arandım ve sonunda buldum layığımı (!); tekrar gelebilseydim dünyaya yine psikolojiyi dert edinir, dersleri, diplomayı alır ve kendi payıma ders çıkarırdım.
Derdim, kendimle olduğu için psikolojiyi seçtim. Niye geldim bu dünyaya? Yaşamın anlamı nedir? Soruları, lisede önce beni felsefeyle tanıştırdı; sonra “Benim derdim ne? Daha iyi nasıl hissederim? Kendim için ne yapabilirim? Nasıl iyileşebilirim?” sorularının peşine düşünce de kendimi psikolojiyle ilgili okumalar yaparken buldum. “Hasta mıydın da iyileşmek istiyordun?” sorusu akla geldiyse; lise birinci sınıfta bunların peşine düşenlere pekâlâ -hasta- denilebilir. Benim için bunu kabul etmekte hiç sakınca yoktur. İyi ki bu soruları bulmuşum ve doğru yola kavuşmuşum. Yani öncelikle başkalarını iyileştirmek, destek olmak için değil kendimi iyileştirmek için psikolog oldum.
1989 yılında üniversite sınavına girerken altı tercih yaptım; genel kabuller beni de etkiledi ve ilk iki sıraya hukuk ve uluslararası ilişkileri yazdım. Sonuçlar açıklanana kadar da inşallah yüksek puan almam da üçüncü tercihime girerim diye dua ettiğimi hatırlarım. Bir önceki yılın puanlarına göre aldığım puanla o bölümlere girerdim. Ama YÖK o yıl Bulgaristan’dan gelen soydaşlara 5000 kontenjan ayırınca ben de Psikolojiye yerleşebildim. YÖK’e ilk ve son teşekkürümdür. Sonuçları beklerken hissettiğim “o keşke…” duygusunu hiç unutmam. Bu nedenle gençlerin gönüllerinde yatan ve potansiyellerine uygun olan meslekleri seçebilmeleri benim için çok önemlidir.
“İyi ki psikoloji var”
Türkiye’de son yıllarda psikolojiye olan ilginin artmasını nelere bağlıyorsunuz?
Dünya hızla değişiyor. Kapitalizm ve küreselleşmenin yapılandırmasıyla şekillenen bir gündelik yaşam var önümüzde. Freud 100 yıl önce yazdığı “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı kitabında dil sürçmeleri, özel adların, sözcüklerin unutulması vb. üzerinde durur ve bilinçdışıyla bu dışavurumlar arasında bağlantı kurar. Bu girişim, psikolojinin sadece akademisyenler, hekimler ve hastalar açısından gündemde olmasının önüne geçmiştir. Psikoloji artık büyük halk kitlelerinin kadrajına girmiştir. Halkın bu kavramlarla tanışması, düşüncelerini şekillendirmesinde etkili olmuştur. Günlük yaşam maratonu artık çok yoğun ve yorucudur. Teknoloji ev işlerini kolaylaştırsa da özellikle çalışan kadınların yaşamlarındaki yükü hafifletmemiştir. Babalar yoğun çalışma temposunda ev ortamında fazla görünür değillerdir. Aile küçülmüş, çocukların evde yalnız kaldıkları zamanlar uzamış, akrabalar uzaklara düşmüşlerdir. Tespitleri sıralamam boşuna değil; çocuklar başıboş kalmışlar, ebeveynlerin çaresizliği artmış; tüm bunlarsa kişisel gelişim sihirlerine, tavsiyelere, falanca uzman şunu diyorlara ihtiyaç ve ilgiyi artırmıştır. Film ve dizilerin karelerinde görünen psikologların veya canlı telefon bağlantılarıyla dertlere ekranda deva aranılan programların; sosyal medyada psikologlar tarafından yapılan paylaşımların etkisini de hatırlamak gerek.
İş dünyası, çalışanın yakası ister mavi ister beyaz olsun, performansına odaklıdır. Her ne pahasına olursa olsun ondan, yüksek motivasyon, adanmışlık ve her şeyiyle emeğini ortaya koymasını bekler. Beklentileri karşılarken de “tükenilmemesini” öngörür. Çocuk yetiştirmek için yardıma çağırılan psikoloji, işyerlerinin verimini artırmakta da imdada yetişir. Boşanmaların artması, aile mahkemeleri yoluyla psikolojiyi adalet sisteminde de görünür kılmıştır. Eğitim sisteminin sınav çıtaları, çocuk ve gençleri sürekli sınanma sıkıntısıyla baş başa bırakmakta; başarı performansının kutsanması ve yüceltilmesi, onları belki de vaktinden önce psikologlarla tanıştırmaktadır. Daha yüksek bir başarıya ve sınav puanına nasıl ulaşılabileceği konusunda destek aranır.
Dolayısıyla içimiz dışımız psikoloji terimleriyle dolup taşar; artık o, her yerdedir. Ben öğrenciyken “deli doktoru mu olacaksın” diyenlerin şimdi “deli doktorlarına ihtiyaçları” var. İnsanın doğasına, anlam dünyasına aykırı bir dünya var dışarıda. Savaşa, yoksulluk ve yoksunluklara, strese delirmeden dayanabilmek kolay değil. İnsan ister farkında olsun ister olmasın, yaşadığı dünyayı, kendisini anlamak ister. Davranışlarımızın nedenini anlamak, davranışlarımızı değiştirme isteği (en çok da yanı başımızdakilerin!), onu psikolojiyle bağ kurmaya yönlendirir. Bir de toplumumuzda çoğunlukta olmasalar da “kendileri üzerine kafa yoran, “ben”i dışında muhteşem beynini yorup kendisini anlamaya çalışan, kendisi üzerine derinlemesine düşünmeyi dert edinen insanlar var. Normalle anormal arasındaki çizgi öylesine belirsizleşmiştir ki, insan bir referans noktasına ihtiyaç duymaktadır. Toplum içinde birey olarak var olabilmek ve bu süreçte toplumla güçlü ve sağlıklı bir bağ kurmak için dünyada olduğu gibi ülkemizde de psikolojiye ihtiyaç var. İyi ki psikoloji var, hakkında konuşuyorlar ve psikolojinin dilinden cümle kuruyorlar…
“Klavye beni çağırıyordu”
İlk kitabınız olan Kahve Kokulu Defter’i yazım sürecinizi anlatabilir misiniz?
Yazmak benim için bir dürtü… Bir gün geldi ve o dürtünün acilen doyurulması gerekti. Kelimeler, zihnimde cümle yolları oluşturuyor, onlara can vermemi bekliyorlardı. Sözlerini dinledim; sözcükleri salıverdim. Klavye adeta beni çağırıyordu ve çağrıya uymaktan başka çarem yoktu. Yazdıkça sözcüklerin sayıları artıyor, devam edersem adeta çoğalacaklarına söz veriyorlardı. Yazıp yazıp sildiğim bir bölüm hiç olmadı; oturabildiğim her an yazabildim. Cümleler hiç kapris yapmadılar ve kendilerini cömertçe sundular. Bana düşense sadece onları dinlemek ve ekrana dizivermekti. Seyrederken onları bana yaşattıkları doyum muhteşemdi. Daha önce hiçbir doygunluk bana bu hissi vermemişti.
“Kahve Kokulu Defter”de iki farklı üslup var aslında. Önce Aslı’nın günlüğündeki bölümleri yazdım. Sonra kafama göre, içimden o an nasıl geliyorsa o şekilde, bölümlerden seçerek romanın kurgusunu oluşturdum. Romana başlarken karakterler, olaylar hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Yazdıkça oluştular, romana katıldılar. Günlükteki başlıklar beni eğlendiriyor ve motive ediyordu. Aklıma gelen ve o zamanlar dinlediğim müzikleri de romana serpiştirdim. Bu, içinde bulunduğum anla romandaki zamanı eşzamanlı kılmamı sağlıyor ve keyfim daha da artıyordu.
“Yaratıcı Yazmak”vb. konusunda hiçbir atölyeye katılmadım. Yazmanın ne yöntemini bilirim ne de bu konuda okumuşluğum var. İç sesimi ve çağrışımlarımı dinledim. Tek bildiğim, okuduğum kitaplardaki cümlelerin, konuştuğum insanların seslerinin içimde adeta başkalaşım geçirdiği ve yepyeni bir söyleyişle ortaya çıktığıdır. Karakterleri ben yarattım ama aslında onlar birbirlerini çağırdılar. Tıpkı yakan top oyununda lider ruhlu çocukların takım arkadaşlarını seçmeleri gibi güçlülerden güçsüzlere doğru katıldılar romana. Gerçek hayatta tanıdığım “tek bir kimseye” benzemiyorlar. Duyduğum bir sürü ses ve görüntünün cisimleşmiş halleri diyebilirim onlar için. Kişilik özelliklerini biraz ben biraz kendileri oluşturdular; yazdıkça, ben yakıştırdıkça, karakterlere yakıştılar.
Enneagram, ilgi duyduğum konulardan biri. Roman karakterlerinin özellikleri, enneagram mizaç tiplerinin özelliklerinden, bu kadim bilgi yapısında da etkilendiler. Mesleğim gereği dinlediğim yüzlerce kişiden elbette esinlendim. Danışanlar bizlerden bir şeyler öğrenmeye gelirler veya öyle sanırlar. Aslında öğreten değilizdir biz; onlar, kendileriyle konuşurlar ve en çok kendilerinden bir şeyler öğrenirler. Bu arada bize öğrettiklerinin de farkında değildirler. Danışanlardan mücadelelerini ve mucizelerini öğrendim. Romanda bunlar elbette var.
Psikoloji ve edebiyat çok yakındır
Yazmak insana iyi gelir mi, bir terapi yöntemi gibi midir?
Yazmak, düşüncelerimizi derleyip toplamanın, onları temize çekmenin en maliyetsiz yolu sanırım. Yazdığında, daha iyi düşünebiliyor insan. Söz uçar derler; uçan kelimelerin ardına düşmek zordur. Günlük yaşamda ne çok cümle salıyoruz havaya? “Söyledim gitti, dedim bitti…” Yüzeyde dolaştığımız anları yakalayıp derinlere dalmanın yoludur yazı. Söylemekle, aklınızdakini veya söylediğinizi yazmak aynı şey değildir. Yazdığınız her şeye dönüp tekrar bakarsınız; pürdikkat kesilmeseniz bile, elinizden doğru çıkmışlar mı, hizaya girmişler mi diye bakarsınız kelimelere. Yazmak, bir karşılaşmadır kendi kendimizle. Ruhumuzla bağ kurarız; hislerimizi, sezgilerimizi, henüz farkında olmadıklarımızı keşfe çıkarız yazarak. “Kahve Kokulu Defter”de Aslı’nın yaptığı tam da budur. Yazarak kendini bulur o. Yazmak, kaybettiklerimizi, belki şimdiye kadar hiç sahip olmadığımız şeyleri buldurabilir bize. Yazmak keşif yolculuğuna çıkanların, kendileriyle aralarına kimsenin giremeyeceği, eğer isterlerse sadece iç seslerini duyabilecekleri en yaratıcı yollardan biridir.
Psikoloji ve edebiyat çok yakınlardır birbirlerine. Edebiyat, doğayı, insanı, şu dünyada ne varsa duygudan ve düşünceden yana, her şeyi hikâye edebilir. Psikolojinin konusu ise insanların hikâyeleridir. Hepimizin bir hikayesi vardır ve terapi dediğimiz süreçte bu hikayeler yeniden yazılır. Terapide, danışanın getirdiği hikâye, terapistle birlikte okunur, algılanır, yorumlanır ve sonuçta yeniden yazılır. Bu, dinamik bir yaratma sürecidir, tıpkı edebiyattaki gibi. Danışanın getirdiği hikâye hiç değişmeden kalırsa zaten iyileşmenin sözü edilemez. Geçmişte okuduğumuz bir kitabı yeniden okuduğumuzda, hislerimiz ve düşüncelerimiz farklılaşır, terapideki süreç de buna benzer. Terapide yeniden yazılan hikayenin yazarıysa, genellikle sanılanın aksine terapist değil, danışanın kendisidir. Yazmak, hikâye etmek, insana o kadar iyi gelir ki, ister bu süreçte yoldaşı bir terapist olsun, ister tek başına bu sürece girişsin, her zaman yaratarak, yeniden var olabilir. Yaşanan veya seansa getirilen hiçbir hikaye birbirinin aynı değildir. Kendimizi anlattığımız hikâyedeki kelimeleri biz seçeriz ve yazdıklarımız biriciktir, yaratıcılığımızın yansımasıdır. Terapi, hikâye etmek, yazmak, hepsi yaratıcılığın birbirini tamamlayan yüzleridir. Bu nedenle de kendini keşfetmek isteyenlere iyi gelirler.
Günümüz insanında en çok görülen psikolojik sorunlar nelerdir? Sizce neden? Çözüm önerileriniz nelerdir?
Pandemi, günümüze de gündemimize de gelip oturdu. Görünmeyen bir virüs, tüm dünyada görünür krizler ve izler bırakmakta. Yirminci yüzyıla iki dünya savaşı damgasını vururken, bu yüzyılın ilk çeyreğinde bir virüsle bedenlerimiz savaşa tutuştu. Bu savaş, sadece yokluk, yoksulluk, hastalık ve ölüm getirmiyor. Günlük hayatlarımızı, çalışma alışkanlıklarımızı, ruhsal dünyamızı yeniden yapılandırıyor. Tüm bunlar haliyle psikolojik sorunların artmasına neden oluyor. Dünya, Covid-19’un yol açtığı görünen sorunlarla uğraşırken, geri plandaki depresyon ve kaygı bozuklukları, ön saflarda yer almaya hazırlanıyor. Araştırmalar, ruh sağlığı çalışanlarının, bu sorunlarla kendilerine gelen danışanlarla daha fazla karşılaşmakta olduklarını belirtiyor.
Pandeminin artırdığı ruhsal sorunlardan en fazla etkilenenlerden biri de elbette çocuklar. Bu kuşak, dünya üzerindeki fırsat eşitsizlikleri nedeniyle farklı şekilde etkilendi. Ebeveynler genelde akademik kayıplar üzerinde duruyorlar. Ancak çocuk ve ergenlerin odalara tıkılmaları, online eğitim olanaklarının yapıları gereği onları birbirlerinden yalıtması, sosyal becerilerinin gelişmesinde belki de geri dönülmesi çok zor olacak kayıpların yaşanmasına neden oldu. İş yerlerinin ofislerden “home”lara taşınması, yetişkinlerin iş ortamının getirdiği sosyal yaşantılarından mahrum olmalarını beraberinde getirdi. Ofis eve taşınınca, ev hayatı diye bir şey kalmadı. Olur, olmaz her daim hazır olmak durumunda evden çalışanlar. Bu durumsa tükenmişlik gibi sorunları beraberinde getirmekte.
Bu satırları yazarken bir de savaş patladı. Savaşı uzakta sanmayın; Suriye, Libya, Afganistan, Ukrayna… Küresel bir dünyada yaşadığımızdan, göçle, işsizlikle, artan benzin ve enerji maliyeti fiyatlarıyla yangınlar sadece cephede değil evlerimizde. Tehditlerle çevrili bir dünyada ruh sağlığımızı korumak kolay değil elbette. Devletler, yurttaşlarının kendilerini güvende hissetmelerini sağlayan en üstteki yapılardır. Akılcı ve kapsayıcı yönetimlere tüm insanlığın ihtiyacı var. “En çok görülen psikolojik sorunlar”dediniz, pandemi, göç, savaş, yoksulluk, kötü yönetimlerden… söz ettim. Psikolojik sağlığımız bunlardan azade değil elbette. İnsanoğlu tarihte hiçbir dönemde bunlardan uzak yaşamadı. Ancak modernizmle birlikte her şeye gücünün yeteceği yanılgısına daha fazla düştü. Son dönemde yaşanılanların, insanlığı “tümgüçlülük” girdabından kurtarmasını umuyorum. Sandığımız kadar büyük ve güçlü değiliz. Daha gerçekçi bir düzlemde kararlar alıp sorunlarla mücadele edebiliriz. Yalnızlık, kaygı, umutsuzluk, belirsizlikle mücadele becerilerimizi geliştirebiliriz. Bireysel ve topluluklar bazında kutuplaşmalardan sakınmak için uzlaşma, ittifaklar kurma süreçlerini güçlendirebiliriz. Sivil Toplum Kuruluşları için aktif çalışabiliriz. Ötekinin varlığını görmek, kabul etmek ve kendimiz dışındakilerin esenliği için bir şeyler yapabilmek, bizi ruhsal olarak diri tutar. Yardımlaşmak, sadece karşımızdakine fayda sağlamaz; yardım eden kişiyi de daha sağlıklı kılar. Her ne işle meşgulsek, o işi daha özenle yapabiliriz. Ekranlardan biraz uzaklaşarak kendimize ve sevdiklerimize daha fazla zaman ayırmak, ruh sağlığımızı korumamıza yardım eder. Kendimizden ve ailemizden, özellikle çocuklarımızdan beklediklerimizi gözden geçirip gerçekçi bir zemine oturtabiliriz. Ruhumuza iyi geldiğini düşündüğümüz, “kimileri kitap okur, kimi müzik dinler, kimi yemek yapar vb.”ne varsa onlara yönelebiliriz. Değişen koşullara uyum sağlamanın en iyi yolu, değiştirmemiz gerekenleri fark etmek ve değiştirebileceklerimize odaklanmaktır. Bu, bizi her zaman mücadele içinde tutmaya yarar ve sağa sola savrulmaktan koruyabilir. Kriz zamanlarında, hele depresyondaysak ani ve kritik kararlar almaktan uzak durabiliriz. En önemlisi de kendimizi ve sevdiklerimizi gözlememiz, gerekli olduğunda uzman yardımına başvurmaktan çekinmememiz; ertelemek, geç kalmak, sorunların daha da kronik hale gelmesine neden oluyor ve süreci zorlaştırıyor. Bir psikolog olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim: İnsanın olduğu her yerde umut vardır.
Sevdiğiniz yazarlar ve kitaplar arasında hangileri var? Neden?
Klasik romanlar çoğunlukla baş tacım olmuştur. Belki çocukluğumdan beri onları okumaktan vazgeçemediğim içindir. “Klasikler, haklarında her zaman -Yeniden okuyorum…-denildiğini duyduğumuz, ama hiçbir zaman -Şu sıra okuyorum…-denilmeyen kitaplardır” der Italio Calvino; bir kitabı, hele romansa, yeniden okumam. Fakat “bu ara ne okuyorsun”denildiğinde “klasiklerden,”yanıtını verdiğim olur. Dostoyevski’nin, okuduğum romanları bitiyor diye pek bir hayıflanarak, Karamazov Kardeşler’i yıllarca okumadığımı hatırlıyorum. Tolstoy, Gorki, Çehov, Gogol, Şolohov… Rus edebiyatını seviyorum. Sanırım on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başları tarihsel olarak da ilgimi çektiğinden, bir de Rus köylüsüyle bizim aramızda benzerlikler yakalamaktan hoşlanıyorum. Victor Hugo, Zola, Stainback, Jack London… Shakespeare okurken satırlardan kulağıma çalınan melodi beni heyecanlandırıyor. Gilbert Snoue’yi romanlarındaki tarihsel arka plan nedeniyle seviyorum. Ursula Le Guin ise bilimkurgu ilgime karşılık geliyor ve romanlarında zıtlıkları işleyiş biçimini seviyorum. Stefan Zweig’ın biyografileri ilginç. Hermann Hesse, Kafka, Orvell, William Golding, Jose Saramago Umberto Eco, Italo Calvino, Amime Cesaire, Gilles Deleuze, Felıx Guattari… Son ikisinin metinlerini anlamak biraz zor gelse de uğraşıyorum! Byung Chul Han’ın şiddet ve performans toplumuna ilişkin söylemleri; David Graeber’ın bürokrasi toplumuna ilişkin açılımları, Zygmund Bauman’ın modern topluma ilişkin saptamaları son derece geliştirici.
Yaşar Kemal’in uzun tasvirleri ve Anadolu insanını anlatış biçimi beni kendine çekiyor. Kemal Tahir, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Oruç Aruoba, Sabahattin Ali, diğerleri… Ahmet Hamdi Tanpınar’ın insanın ruhsal dünyasını anlatış biçimi ilgimi çekiyor. İsmail Acarkan’ın kitaplarıysa enneagrama olan merakım nedeniyle gündemimde. Şiirden pek anlamıyorum desem umarım çok ayıp etmiş olmam. Elbette Edip Cansever’i, Nazım Hikmet’i, Turgut Uyar’ı vb. okuyorum. Örneğin Nazım’ın edebiyata, kültüre ilişkin yazılarını okumayı daha çok tercih ediyorum. Server Tanilli, Halil İnalcık, İlber Ortaylı tarihe olan merakımı artırmaktalar. Yazıyı kütüphaneye çevirmeyeyim; sanırım burada bırakmak iyi olur.