DÜNYADA KONFERANS TERCÜMANLIĞININ KISA TARİHİ
Konferans çevirmenliği ya da genel bir tanımla sözlü çeviri, bir dilde duyulan, söylenen sözce bütünlerinin başka bir dile aktarılmasıdır. Belli başlı üç tekniği vardır: ardıl çeviri, konuşmacı konuşmasını yapar, dilmaç onun ardından söylediklerini varış diline aktarır; anında çeviri, dilmaç çeviriye konuşmacıyla aynı anda başlar eşzamanlı çeviri de denilmektedir,
“whispering” çeviri, daha çok bir ya da iki kişiye yönelik çeviridir, dilmaç dinleyicinin yanına oturur ve konuşmacının söylediklerini çevirerek dinleyicinin kulağına fısıldar.
Pek çok kişinin sandığının aksine simültane çeviri ya da mütercimlik sadece 50 yıllık geçmişi olan bir meslek değildir. Elimizdeki kaynaklar bize mütercimliğin tarihinin çok eskilere Roma İmparatorluğu’na kadar dayandığını gösteriyor. Aslında bugün bize daha çok bir çeviri tekniği olarak görünen anında çeviri, tarih içinde uzun yollar katederek bugünkü kesinliğine ulaşmıştır. Gerçekte sözlü çeviri, ardıl ya da anında çeviri, basit bir teknik değil karmaşık bir yapıdır ve yöntem ve teknikleri yüzyıllar boyunca süregelen bir evrim sonucunda olgunlaşmıştır. Geçmişte dilmaçlar, sadece tarihin tanıkları olarak değil bizzat tarihi yaşayan ve biçimlendiren bireyler olarak görev almışlardır.
Latince’nin diplomasi dili olduğu yıllarda, çok etkinlik gösteremeyen sadece belli çevrelerde varlığını sürdüren mütercimliğin, 1600 yıllarında Fransızca’nın giderek yaygınlaşmasıyla, hala Latince’nin egemenliğindeki Batı Avrupa dışında, önem kazandığını, anlaşmalar yapılırken dilmaçların kralların yanında giderek daha fazla görüldüklerini ve 14. Louis zamanında Fransızca’nın egemen diplomasi dili olmasıyla artık kralların ve resmi toplantıların ayrılmaz parçaları olduklarım gözlemliyoruz.
Bu ilk dilmaçlar hakkında bütün bildiklerimizi yıllıklardan, kroniklerden ve bizzat dilmaçların anılarından öğreniyoruz. Romalılar işgal ettikleri toprakların yönetiminde yardımcı olarak dilmaçları kullanmışlar, özellikle sınır bölgelerinde yerli halkla anlaşmada yöneticiler sık sık dilmaçlardan yardım almışlardır. Roma yıllıklarından öğrendiğimize göre, ilk dilmaçlar genelde iki kültür arasında yetişmiş, farklı ırk ve uluslardan gelen ana babalardan doğmuş melezler özellikle kadınlar, Hindistan’da yaşayan Ermeniler, Museviler ve Hıristiyanlardır. Kroniklerde, Romalıların ve Perslilerin müzakerelerde kendi çevirmenlerini kullandıkları yazılı. Aslında dilmaçlara en çok Orta çağ Arap kültüründe rastlıyoruz. Orta çağ Fransız yıllıkları Haçlı Seferlerinde çevirmenlerin de bulunduğunu yazıyorlar.
Dilmaçların ve mütercimliğin önemi Rönesans’ta Hümanizm’le birlikte yerli dillerin öne çıkmasıyla artar. Bunun kanıtlarını da Venedik Ticari Arşiv kayıtlarında ve 17 ve 18nci yüzyıl devlet kayıtlarında buluyoruz. Ulusların ve ulusal dillerin doğuşuyla çevirmenler diplomatik ve kültürel ilişkilerin ayrılmaz bir parçası olur ve çevirmenlik, öteki mesleklerin yanında ikincil bir iş olmak yerine başlı başına bir meslek olarak görülmeye başlanır. Anında çevirinden önce kullanılan ardıl çevirinin tarihteki dönüm noktası Paris Barış
Konferansları ve I. Dünya Savaşı sonundaki “League of Nations” (Milletler Cemiyeti) Konferanslarıdır. Bu konferanslarda konuşulan dillerin çokluğu göz önüne alınarak bir çeviri servisi kurulmuş ve ardıl çeviri yapılmıştır. Bu mesleğin öncüleri Paul Mantoux, Jean Herbert, Robert Contino, Georges Mathieu, Milletler Cemiyeti İspanya delegasyonu başkanı, diplomat ve yazar Salvador de Madariga, Hitler’in ve Mussolini’nin çevirmeni Eugene Dollman ve Mme Angeli’dir. Konferanslarda genelde çevirmenler konuşmacının yanına yerleşir ve onun ardından söylediklerini tercüme ederler. Ara sıra, yazılı olarak verilen bir metni yüksek sesle çevirmeleri de istenir.
Bu toplantılarda bazı etik sorunlarla karşılaşıldığı da olur. Amerika Başkanı Woodrow
Wilson’un çevirmenlerinden Binbaşı Stephen Bonsal (1865-1951) bir anısında, Arabistanlı
Lawrence’dan (Thomas Edward Lawrence) konferansın daha önceki oturumlarında Paul Mantoux’nun konuşmacıların bazı heyecanlı nutuklarım yumuşatarak aktardığı gibi Emir Faysal’ın sözlerini biraz daha yumuşatarak çevirmesinin istendiğini anlatır. Lawrence,”Ben bir çevirmenim, sadece söylenenleri aktarmakla yükümlüyüm. Emir çatışmalarda ölen binlerce evladı adına konuşuyor. Onların son sözlerini telaffuz ediyor. Bunları daha yumuşak söylememin yolu yoktur, bunları daha yumuşak sözlerle çevirmemin yolu olmadığı gibi,” der.
Daha çok birebir bir çeviri tekniği olan “whispering- fısıldayarak” çeviri tekniği de uzunca bir süre kullanılır. Bu tür çeviri, daha çok saraylarda kralların ve sultanların özel çevirmenliğini yapanlarca kullanılır. Çevirmen çeviri yapacağı kişinin yanına oturur ve söylenenleri bu kişinin kulağına fısıldayarak aktarır.
Fakat birden fazla dilin konuşulduğu ve tartışma ortamlarının hızına yetişilemediği zamanlarda bu iki tekniğin yerini alacak başka arayışlara girilir. Çevirmene konuşmacıyla aynı anda çeviriye başlamasına olanak verecek bir ses tesisatı projesi geliştirilmeye çalışılır. Bu tür bir ses tesisatı International Business Machines kuruluşu tarafından geliştirilir ve Milletler Cemiyeti’nde üç Amerikalının (iş adamı Edward Filene, elektrik mühendisi Gordon Finlay, IBM Başkanı Thomas Watson) çabalarıyla kullanılmaya başlanır. Cenevre’deki Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labor Office) Milletler Cemiyeti’nde bu tekniği kullanan ilk kuruluştur.
Filene-Finlay-IBM Sistemi ilk kez 1927 yılında ardıl çeviriyle birlikte, Cenevre’deki İşçi
Konferansı’nda kullanılır. Simültane çeviri 1935’de Leningrad’daki 15. Uluslararası Fizyoloji Konferansı’nda da kullanılır. Prof. Pavlov’un konuşması Rusça’dan, Fransızca’ya, İngilizce’ye ve Almanca’ya çevrilir. Milletler Cemiyeti etkinlikleri II. Dünya Savaşı’nda kesintiye uğrar ama simültane çeviri uluslararası ilişkilerde hep varlığını sürdürür.
IBM simültane ekipmanları 1944 yılında Philadelphia Konferansı’nda da kullanılır. Çevirmenler konuşmacıların bulunduğu platformun altına yerleşirler ve (20) yıllık tesisatı kullanmak zorunda kalırlar. Bütün bu olumsuzluklara karşın ardıl ve anında çeviri bir yıl sonra 1945 yılında, Birleşmiş Milletlerin iskeletinin kurulduğu ünlü San Francisco Konferans’ında uygulanır.
Simültane çeviri tüm teknik aksamıyla ve baştan sona ilk kez, Nuremberg’deki Savaş Suçları Mahkemesi’nde kullanılır (Kasım 1945-Ekim 1946). Müttefik kuvvetlerinin bir safta, Nazi savaş suçlularının öbür safta yer aldığı bu duruşmalar sadece bu ülkeleri değil tüm dünyayı ilgilendirmektedir ve dönemin en büyük olayıydı; bütün dünyanın gözü Nuremberg mahkemesindedir. Müttefikler Amerika, Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’ydı ve sanık sandalyesinde Nazi liderleri oturmaktadır. Doğal olarak mahkemede İngilizce, Fransızca, Rusça ve Almanca konuşulmaktadır. Dolayısıyla anında çeviri gerekir ve her zaman olduğu gibi simültane çevirmenlerin hazırlanmak için yeterli zamanları yoktur. Sadece Edouard Roditi’nin ve Haakon Chevalier’nin daha önceden anında çeviri deneyimleri vardır. Çeviri ekibini zor koşullar altında, hemen her çeşit konunun konuşulacağı birden fazla uzmanlık alanının gerektiği bir deneyim bekliyordu.
Buna karşın, çevirmenler bu davalarda kullanılan anında çeviri tekniği ve konferans çevirmenliği mesleğinin geleceğini inşa ettiler. Çeviri servisinin başında Binbaşı Leon
Dostert bulunuyordu (1904-1971). Dostert ekibini, Cenevre Üniversitesi Mütercim-
Tercümanlık Okulu’nun öğrencileri ve öğretmenleri arasından ve birden fazla anadiline sahip ya da savaş yıllarında bir biçimde birden fazla yabancı dili öğrenmiş ve uzun süre çok dillin konuşulduğu ortamlarda bulunmuş kişiler arasından seçmişti. Teknik sistem, sonraları radarın bulunmasını sağlayacak buluşlarıyla ünlenecek exRAF bomba uçağı pilotu ve ses mühendisi Kanadalı Aurele Pilon tarafından mükemmelleştirilmişti. Pilon, mikrofonlarla kulaklıkları birbirine bağlayan yüksek sese duyarlı. Karmaşık ama çalışan bir sistem kurmayı başarmıştı. Doğal olarak, duruşmalar sırasında çok büyük güçlükler yaşandı: çünkü bir yabancı dili çok iyi biliyor olmanın, ifade çabukluğu ve esnekliği, soğukkanlılık, içgüdü ve sağduyu hem ana dilinde hem yabancı dilde zengin bir sözcük dağarcığı gerektiren anında çeviri etkinliğinde başarılı olmaya yetmediği görülür. Nuremberg mahkemelerinde düşünülenin aksine, dil bilgileri ne olursa olsun dilmaçlar anında çeviride başarılı olabilmek için pek çok konuda yetenekli olmak zorundadırlar. Yine de tüm bu zorluklara rağmen, dilmaçlar duruşmalar sırasında üstlerine düşeni ellerinden gelen en iyi biçimde yaparlar ve onların başarılarını gören Birleşmiş Milletler de çevirmenin konuşmacıyla aynı anda çeviriye başladığı bu “mucizevi sistemle” tanışır. Dostert simültane ekibini kurmakla görevlendirilir. İngilizce’den, Fransızca’dan, Rusça’dan çeviri yapan dilmaçların arasına kısa bir süre sonra Çince’den çeviri yapan çevirmenler de katılır. Bu ilk ekip zaman zaman Birleşmiş Milletlerin Success Gölü yakınlarındaki merkezinde görev alır ve ilk resmi görevleri 1947’de Londra’daki Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Konferansı olur. 15 Kasım 1947’de 152 nolu Kararnameyle simültane çeviri servisi, ardıl çevirinin yanında, sürekli bir hizmet olarak kabul edilir. Aslında bu karar Genel Kurul’da ardıl çevirinin sonunun geldiğinin göstergesidir. Simültane çeviri 1950 yılında tamamen kabul edilir ve ardıl çeviri daha çok mahkemelerde, özel toplantılarda kullanılmaya başlanır. Konferans çevirmenliği bugün çok gelişmiş teknik sistemiyle bütün ülkelerde ve bütün uluslararası konferanslarda kullanılmaktadır.
Bugün dünyada bütün devletlerin Dış ilişkiler Servislerinde konferans çevirmenleri bulunmakta. Bunun ilk örneği de Amerikan Dış İşleri Departmanının çeviri bürosudur. Konferans çevirmenliği artık bir meslek olarak algılanıyor. Artık konferans çevirmeni yetiştiren, anında çeviriyle ilgili kuramlar üreten, araştırmalar yapan, tekniği geliştiren, yeni çevirmenler yetiştiren kısacası bu mesleğe bilimsel ve akademik bir kimlik kazandırmaya çalışan okullar ve üniversiteler var ve sayıları her geçen gün artıyor. Bu üniversiteler arasında Cenevre Üniversitesi (1941), Viyana (1943), Mainz/Germersheim, (1946), Georgetown (1949), Heidelberg (1050) ve en son olarak da Paris Sorbon Üniversitesi’ndeki ESIT’ i sayabiliriz. Mesleğin ilerlemesindeki başka bir kilometre taşı da Avrupa Birliği’nin resmi dil sayısını 1971 yılında artırmasıdır. Bugün yedi resmi dili bulunan Avrupa Topluluğu’nda yaklaşık iki yüz simültane çevirmen aktif olarak mesleklerini yapmaktadır. Dilmaçlar artık uluslararası toplantıların demirbaşlarından sayılıyorlar. Sustuklarında bütün herkes susuyor. Kısacası Konferans çevirmenliği okulları, kuruluşları, dernekleri (AIIC- Association International des Interprètes de Conferences- Uluslararası Konferans Çevirmenleri Derneği) profesyonel çevirmenleriyle geleceğini inşa ediyor ve çok sağlam temeller üzerine oturduğu için ufukları her geçen gün biraz daha genişliyor.”
Şimdi bu kıymetli tezde geçen, benim hafızamdaki kıymetli kişileri ve arşivimdeki belgeleri okuyalım. Kimler var? Hangi kuruluşlar? Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı, Nezih Neyzi. Filiz Ofluoğlu. İ.Ü. İktisat Fakültesi İşletme Bölümü. Bu bağlamda İşletme İktisadı Enstitüsü kuruluşu ile Afife Sayın hocam ilk gözüme çarpan.
Vehbi Koç, şeref başkanımız. Kayıtlara geçmiş saygı duyulan Koç mensubu bir Türk kadını olarak onur duymaktayım. Semahat Arsel Hanım ile çok uzun yıllar kendi deyimi ile “geceli gündüzlü ahenk içinde çalıştık”.
Nejat Eczacıbaşı Beyefendi’yi, Koç’tan önce Dr. Güzin Poffet ile Sandoz’da çalışırken tanıdım. Gerek İlaç İşverenler Sendikası gerekse de İKSV’den. Fevkalade bir beyefendi idi.
İKSV’nin bir konseri AKM’de ise üst basamakların başında tıpkı Haydar Sarıali dedem gibi takım elbise ile gayet şık durur, her konuğunun elini içten gözlerindeki pırıltı ile yarı-resmî yüz ifadesiyle sıkar. Bazen hatır sorar bazen içeri buyur ederdi elinin zarafetiyle.
Nezih Neyzi Bey’i şahsen tanımadım ama Ayfer Neyzi Hanım, Semahat Hanım’ın kolejden sınıf arkadaşıydı. Aynı zamanda rahmetli mimar Erdur Bekiroğlu eniştemin de dostuydu. Benim e-kitaplar yazmamı destekliyordu. Gerek uzun yıllar üreten, çalışan bir kadın olduğum için gerekse de Atatürk’ün baba soy ağacında olmamdan dolayı saygı duyuyordu. Nezih Bey’in kıymetli anılarını içeren “Kızıltoprak Anıları – Osmanlılıktan Cumhuriyet’e” kitabını imzalayarak zarafetle ofisime getirmiş ve tatlı tatlı sohbet etmişti.
“Sevgili Rengigül Hanım,
Kitap çalışmalarınız için sizi kutlarım. Yoğun iş günlerinin ardından kalan zamanınızı böyle değerlendirmeniz ne güzel! Eserinize ben de katkıda bulunmaktan mutlu olurum. Bir önbilgi edinmek için “General Kemal Doğan”ı inceleyebilirsiniz. Bu arada benim babam da Üsküp doğumludur (1879). Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci olduğunuz yıllarda herhâlde ben de orada görevdeydim (Öğrenci İşleri 1975-1984). Size güzel bir gün diliyorum. Yakında görüşebilmek umuduyla,” – “Önce Pazartesi günü sizi tanımaktan ne kadar mutlu olduğumu söyleyeyim. Ortak ilgi alanlarımızın ve de dostlarımızın çokluğu beni şaşırttı. Bu vesileyle “niyâz zinciri” deyiminin anlamını da bilfiil yaşayarak öğrenmiş oldum. Sözünü ettiğim belge ve fotoğraflardan en fazla ilginizi çekebilecek olanları ekte gönderiyorum. İlk fotoğraf Birinci Cihan Harbi’nde kullanılan topları da göstermesi açısından kitabınız için ilginç olabilir diye düşünüyorum. Ama yeni teknolojinin desteğine ihtiyaç var, epey silik bir resim. Ortada, beyaz ceketli olan, babam. Üçüncü fotoğraf babamın Irak Cephesinde (1917) vurulduğunda giydiği ceket, kurşunun deliği ve kan izi ile. O dönemde kullanılan subay üniformalarını gösterdiği için ön yüzünün (ikinci fotoğraf) resmini de yolluyorum. Dördüncü fotoğraf Atatürk’ün babama Uşak’tan gönderdiği mektup. Beşinci belge mektubun yeni harflerle ve günümüz Türkçesiyle yazılımları.” Ayfer Neyzi, 30.10.2015.
Filiz Ofluoğlu Hanım ise Allah gani gani rahmet eylesin, Semahat Hanım’ın kolejden arkadaşıydı. Tiyatro üstadımız Mücap Ofluoğlu’nun eşi idi. Evleri Divan’a yakın olduğu için sık sık uğrar hâl hatır sorar, sohbet ederdi. Vehbi Koç ile çalışmıştı. Suna Kıraç Hanım’ın iş hayatına başlama sürecinde yazışma ve dosyalama tekniklerini kendisine öğrettiğini biliyorum. Fevkalade kibar bir hanımdı. Açık sözlü.
Gelelim İ.Ü. İktisat Fakültesi’ne. İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cem’i Demiroğlu iken 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Horhor’daki Suphi Paşa Konağı’ndaydı. Halkla İlişkiler, Tanıtım ve Dokümantasyon Bölümü’nde (Semiha Baban’ın kurduğu) müdür yardımcısı olarak ilk işime başlamıştım. İ.Ü. Bülteni yazı işleri müdürü olarak da vazifede olduğum için üniversiteye bağlı tüm fakülte ve enstitülerle, birbirinden kıymetli dekan, başkan, öğretim üyeleriyle irtibat halindeydim.
Türkiye’de İktisat Eğitimi
“Türkiye’de iktisat eğitimi, ilk kez Tanzimat ertesinde ortaya çıkacak olan medrese – mektep dualizminden bir müddet önce, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane çatısı altında başladı. Mekteb-i Tıbbiye’de, serbest dersler içerisinde, bir iktisat dersinin okutulmasının öncülüğü bir hekim olan emrâz-ı dâhiliye hocası Serandi Arşizen’e aittir. Bu ilim yuvasında Serandi Arşizen, Fransızca olarak iktisat okuttu. Derslerinde, Luigi Rossi’nin Cours d’Economie Politique’den bazı kısımları esas aldı ve ortaya bir yazma iktisat kitabı kaldı. Ancak, 1860’lı yıllara değin, Türkiye’de henüz emeklemekte olan iktisat bilimi, sağlıklı bir şekilde tedris edebileceği bir bilim yuvasına kavuşamadı. Serandi Arşizen’in şahsi atılımını, Mekteb-i Mülkiye’nin kuruluşuna bağlayan zaman diliminde iktisat, bir eğitim kurumu içerisinde sistematik bir programa bağlanmamış olmasına rağmen, şahsi gayretlerle, bey-paşa konaklarında hususi dersler içerisinde okutulduğuna dair bazı tarihi kayıtlara rastlanıyor. Buna, yurt dışından Türkiye’ye gelen yabancılardan ünlü iktisatçı N. W. Senior’un Ahmed Vefik Paşa’ya iktisat okutması yanında, bazı diplomatların gayretlerini, mesela Sir Henry Layard’in bu çizgideki atılımlarını da kaydetmek gerekir.
1859 yılında, Mektebi-i Mülkiye’nin kuruluşu ile birlikte, Türkiye’de iktisat eğitiminin ilk esaslı eşiği aştığı ve bir bilim yuvasının müfredat programında yer aldığı görülüyor. Mekteb-i Mülkiye’yi, daha sonraki yıllarda kurulan Hukuk Fakültesi’nin tedrisat programlarında yer alan iktisat dersleri izleyecektir. Hukuk Fakültesi’nde okutulacak olan bu dersler, uzun soluklu bir eğitime dönüşecek olan iktisat tedrisatı için ikinci bir eşik olacaktır.
Bir eğitim kurumunun çatısı altında, ilk kez Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de, Serandi Arşizen’in şahsi gayret ve himmeti ile okutulan iktisat dersleri ile Klasik iktisat düşüncesi Türkiye’ye geldi, ama ne bir taban oluşturdu, ne de uzun soluklu bir iz bıraktı. Sadece, yapılan tercümeler, gazete sütunlarında gayri muntazam çıkan iktisada dair haber ve yazılar, dar bir münevver kuşak içerisinde, iktisada alâka duyan sayıca az ansiklopediste ışık saçtı. Mekteb-i Mülkiye’deki iktisat tedrisatı ise, sanayi-tarım tartışmasını alevlendirdi. Bu tartışmanın öncesinde, Serandi Arşizen – Sehak Abru çizgisinde iktisadi fikirler iklimimize giren Klasik iktisat düşüncesinde, J.B. Say – L. Rossi versiyonunun savunduğu iktisat politikası ‘laissez faire’ idi. Sanayi – tarım tartışması ile ‘laissez faire’e alternatif bir iktisat politikasının varlığı ortaya çıktı ve bu yolla iktisadi korumacılık, münevverlerimizin düşünce ufkuna gelmiş oldu. 1880’lerle Ohannes Paşa, 1940’lara değin elden ele dolaşacak olan mühim eseri Mebadi-i İlm-i
Servet’i Mekteb-i Mülkiye öğrencileri için kaleme almıştı. Bu okulun iktisat hocalarından Sakızlı Ohannes ve Portakal Mikail Paşalar, derslerinde iktisadî liberalizmi savunuyorlardı. Bu isimlerden sonra, Mekteb-i Mülkiye çatısı altında bu düşünce çizgisi, İttihatçılar’ın ünlü maliye nazırı Mehmed Cavid Bey tarafından İlm-i İktisat derslerinde sürdürülecektir.
Cumhuriyet’in ilânı ile başlayan yeniden yapılanma süreci içerisinde ilk dolu on yıl, 1923-1933 arasında üniversiteler eğitim, köklü reformların dışında tutuldu, dolayısıyla bir programa bağlanarak ele alınmadı. Demek oluyor ki, Cumhuriyet’in ilk on yılı içerisinde iktisat tedrisatı, bir Osmanlı mirası olarak, İstanbul Darülfünunu Hukuk Fakültesi ile Mekteb-i Mülkiye’de okutuldu. Cahit Kayra’nın anılarının tanıklığında ortada iktisada dair sağlıklı bir eğitimin yapıldığını gösterir bir işaret bulunmamaktadır.
1933 Atatürk Üniversite Reformu, esasta, mevcut üniversite eğitimini teslim alan medrese zihniyetine bir son vermeyi hedeflemişti. Dolayısıyla, esaslı bir envantere ihtiyaç vardı. Bu amaçla, “Cenevre Üniversitesi pedagoji profesörü Malche, Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç ay önce Atatürk’ten, Türk yüksekokullarının reform gereksinimlerini ve olanaklarını saptamak ve buna uygun öneriler yapmak görevini almıştı.”
Darülfünûn’la ilgili incelemelerde bulunup, Atatürk Üniversite reformu üzerine ilişkin hazırladığı raporda Profesör Albert Malche, iktisat tedrisatına da yer vermişti. Bu rapordan okuyoruz:
“…Mekteb-i Mülkiye, [İstanbul] Darülfünûn[unun] kurbüne taşındığı takdirde Hukuk Fakültesi[nde]…mevcut bulunan… iktisat, maliye ve tedrisatın mükellefiyetlerinden kurtulacağı âşikârdır.”
Raporda ayrıca, Hukuk Fakültesi için “12 sabit kürsü” tespit edilmiş, bu kürsülerden biri de “İktisat ve Fen-ni Umumi-i Mâlî”ye ayrılmıştı. Bu satırlarla, üstü örtük de olsa, bir iktisat fakültesine duyulan ihtiyacı tespit edildiği görülüyor. Zira kısa bir zamanda üniversite reformuna ilişkin rapor hazırlayan Malche’nin yaptığı bu vurgu, önemli olsa gerektir. Bundan öte, Malche raporunda, bağımsız bir iktisat fakültesi kurulması yönünde herhangi bir tavsiye bulunmamaktadır.
Öte yandan, Darülfünûn’un lâğvı ve Maarif Vekilliğince yeni bir üniversite tesisi hakkında hazırlanan kanun lâyihasının üçüncü maddesinde bir iktisat fakültesinin kurulmasına dair bir ipucu vardı. Bu maddeye göre; “İktisat Vekilliği’ne merbut iktisat fakültesinin İstanbul Üniversitesi teşkilatı arasına ithaline İcra Vekilleri Heyeti mezundur.
Özellikle, Darülfünûn’dan Üniversite’ye geçiş aşmasında, Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte, “bilim adamlarının işten atılmaları da başlamıştı.” Bu meyanda, Hukuk Fakültesi bünyesinde okutulan iktisat dersleri, kahırdan bir lütûf olarak, Almanya’dan kaçan mülteci hocalara verilmişti. Wilhelm Röpke, Fritz Neumark, Alexander Rüstow, Gerhard Kessler, Alfred Isaac gibi – daha sonra bu isimlere Joseph Dobretsberger ile Umberto Ricci de katılacaktır – her biri yüz akı hocalar, ülkemizde iktisat tedrisatına çeki düzen vermişlerdi. Artık, iktisat derslerine rasyonellik damgasını vurmaya başlamıştı. Alman hocaların yanında,
Türk iktisat hocalarının da isimlerini zikretmeliyiz: İbrahim Fazıl Pelin, Hüseyin Şükrü Baban, Ömer Celal Sarc ve Muhlis Ete. Ayrıca, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde kurulan İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü’nde yapılan derslere iktisat ve maliye yanında sosyoloji de hukuk müfredatına katılmış oldu.
1936-1937 akademik yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim süresinin dört yıla çıkartılmasıyla yeni bir ders programı hazırlandı. Bu programda, hukuk derslerinin payı %84, iktisat derslerinin payı ise %16 idi. Mevcut programda, iktisat derslerinin payının bu denli düşük kalmasının yaptığı vurgu açıktı. Esasen, 1929 Dünya iktisadî krizinin etkisiyle, buhrandan dengeye geçişin çarelerinin arandığı bir ortamda, İstanbul Darülfünûnu Hukuk Fakültesi’ndeki mevcut tedrisatla somut iktisadî meselelere bir çözüm getirilemeyeceği bilinmekteydi. Kaldı ki, mahiyet ve metod ilişkisi itibariyle iktisadın hukuktan farklı bir disiplin olması, hukukun a priori yapısına karşılık, iktisat biliminde ‘norm’ kurgulamasının deneylenebilirliğe açık olması, netice itibariyle a posteriori esaslı olması, “ilmî mahiyetleri arasındaki bu farklar” dolayısıyla, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yürütülen iktisat öğretiminde öğrencinin “ekonomik ve sosyal hadise ve meseleler hakkında kâfi bir bilgi edinmesine imkân yoktur” düşüncesi, giderek ağırlık kazanmaya başladı.
Gerçi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne bağlı olarak kurulan bir ‘İktisadi ve İçtimai İlimler Enstitüsü’ vardı. Bu enstitü, bir yıllık ders ve seminerler tertip etmişti. Ancak, doktora ve sertifika programlarını izleyen öğrencilerin iktisat alanında yeterli bilgi ile teçhiz edilmedikleri, dolayısıyla buradaki “ders ve seminerlerin de bekleneni vermediği görülmüştür.”
1930’ların konjonktürel gerçeği, iktisadî buhranın aşılması için, iktisatçılar tarafından sağlıklı prospektüslerin yazılması gereğini ortaya koymuştu. Bu bilimsel gerçek, Türkiye’nin somut gerçeğine taşınınca, iktisadi gelişmenin sanayileşme ile hızlanacağı inancı, iktisat eğitiminde yeni dalların tedris edilmesi zaruretini ortaya çıkardı. Sosyoloji, konjonktür teorisi, iktisadi doktrinler tarihi, sosyal siyaset, iktisat tarihi gibi derslere Hukuk Fakültesi’nin programında yer verilmesi düşünülemezdi. Yeni bir İktisat Fakültesinin kurulması, bir manada, İstanbul Üniversitesi bünyesinde mevcut Hukuk Fakültesi’nde tedris edilen iktisat dersleri yükünün ağırlaştırılmış olarak, bir başka fakülteye devredilmesi demekti. Ancak, mevcut eğitim kurumları içerisinde özerk bir yapıya kavuşmuş iktisat eğitimi veren bir kurum yoktu. Görüldüğü gibi, iktisatçıya duyulan ihtiyaç, özerk bir İktisat Fakültesinin kurulmasını gerektirmekteydi. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’na göre, bir iktisat fakültesinin kurulmasını gerekli sebeplerden biri de “yeni bir terkibe intizar eden araştırma malzemesinin gittikçe çoğalması olmuştur.”
Mehmed Emin Erişirgil de, bu oluşumu, hukuk tedrisatının içinde boy gösteremeyen iktisat biliminin, bağımsız bir kurum içinde okutulması gereğini, “hukuk tedrisatının koltuğu altında kalmayacak” bir fakülteye duyulan ihtiyaç şeklinde vurgulamıştı. Esasen, düşünce ve dilekler de bu istikametteydi. Öte yandan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk ve Alman iktisatçı hocalardan teşekkül eden mevcut kadrodan hareketle, yeni bir fakülte kurulması mümkün olduğu görülüyordu. Dönemin Millî Eğitim Bakanı, mevcut bölünmeyi “takdir ederek” bir rapor hazırlanmasını istemiş, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Meclisi de bu raporun hazırlanması için İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Müdürü Profesör Fritz Neumark’ı görevlendirmişti. Neumark, Temmuz 1936’da raporunu İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne sunmuş ve hazırladığı raporda İktisat Fakültesi’nin kurulmasına duyulan ihtiyacı şu sözlerle dile getirmiştir.
“…Yeni Türkiye’de de son zamanlarda bu gibi elemanlara (yüksek tahsil görmüş iktisatçılara) karşı aynı ihtiyaç kendini hissettirdi. Türk iktisadının asrileştirilmesi, bilhassa devlet tarafından teşvik edilen sanayileşme hareketi, işte bütün bunlar burada da iktisadın iyi bir terbiye görmüş ilim adamlarının yetişmesini zaruri kılmaktadır. Memlekette, bugüne kadarki tahsil metodları ile bu zarureti hakkıyla karşılamak ise mümkün değildir… Bahusus bu ihtiyaç, sanayileşme ve etatizm ile muvazi olarak gittikçe fazlalaşacağına göre, yabancı memleketlerde tahsil görmüş üç beş kişi ile karşılamak tamamıyla imkânsızdır.” Neumark Raporu’nda, İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Edebiyat Fakülteleri’nde iktisat tedrisatı ile ilgili kürsülerde bulunan öğretim üyelerinin kurulacak İktisat Fakültesi’ne aktarılmasıyla öğretim kadrosunda bir sıkıntının yaşanmayacağı belirtildikten sonra, üç iktisat kürsüsü (başkanları: Hüseyin Şükrü Baban, Fritz Neumark, Wilhelm Röpke), bir mâliye ve istatistik kürsüsü (başkanları: İbrahim Fazıl Pelin, Ömer Calâl Sarc), bir sosyoloji ve sosyal siyaset kürsüsü (kürsü başkanı: Gerhard Kessler) ile bir iktisat tarihi ve iktisadı coğrafya kürsüsünün (kürsü başkanı: Alexander Rüstow) kurulmasını teklif etmiş; ayrıca bir işletme iktisadı kürsünün kurulmasını da istemiştir. Bu rapora göre ayrıca, İktisat Fakültesi öğrencilerinin hukuk derslerini Hukuk Fakültesi’nde görmeleri istenmiştir. Neumark
Raporu’nun daha sonraki kısımlarında, iktisat lisans ders programı ile sınavları konusuna ilave olarak doktora programına ilişkin görüşlere yer verilmiştir.
Neumark Raporu, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından Millî Eğitim Bakanlığı’na gönderilmiş, yapılan inceleme ve yazışmalar sonucunda konu, Bakanlar Kurulu’nda ele alınmış ve 14/12/1936 tarih ve 2/5719 sayılı kararname ile İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kurulması uygun görülmüştür. Alınan karar, dönemin Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan tarafından 21/12/1936 tarihli yazı ile İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne bildirilmiştir.
Buna göre;
“…Memleketimizde başlayan yeni iktisadi inkişaf dolayısıyla devletin sınaî ve tüccarî birçok yeni işletmeler kurduğu göz önüne alınarak, bu işletmeler için tam hazırlıklı elemanlar yetiştirmek ve iktisadî bünyemizde esaslı ilmî araştırmalar yapmak üzere İstanbul
Üniversitesi’nde bir İktisat Fakültesi açılmıştır.”
Bakanlık ayrıca, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin ilk kurucu dekanlığına Profesör
Ömer Celâl Sarc’ı tayin etmiş, Fakülte programını da belirlemiştir. 14/12/1936 tarihinde açılan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde, hazırlanan tedrisat programına göre, ilk yıl okutulacak iktisat dersleri şunlardı: İktisat Teorisi; İktisadi Coğrafya; Türkiye İktisadının Bünyesi; Ekonomik ve Sosyal Tarih. Bu program içerisinde okutulacak hukuk derslerinin oranı %60’a yakındı. Öğrenci kayıtlarına hemen geçilmiş, 1936-1937 ders yılında 118 öğrencinin kaydı yapılmıştır. Fakülte’nin açılış töreni 04/02/1937 günü gerçekleşmiş ve 05/02/1937 günü de iktisat tedrisatına başlanmıştır.
04/02/1937 Perşembe günü, saat 17’de Hukuk Fakültesi 1 nolu dershanede, çok sayıda akademisyenin katılımıyla yapılan törenle resmen açılmış oldu. İstanbul Üniversitesi Rektörü Profesör Cemil Bilsel, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin açılışı münasebetiyle bir konuşma yaptı. Bu konuşmadan aktaracak olursak:
“…[1933’de] açılan İstanbul Üniversitesi, dört fakülte ile iki mektepten ibaret olarak kurulmuş ve bunun içine de bir İktisat Fakültesi konmamıştır. Yalnız, Hukuk Fakültesi’ne bağlı bir İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü kurulmuştu. Fakat, bunun kâfi gelmediği görüldü… Geçen yıl [1936] ortalarında Garplı ve yerli on meslektaşımla programlar üzerinde uzun çalışmalarda vardığımız netice, hukuk ve iktisadın ayrılması olduğudur. Hazırlanan rapor üzerine, Üniversite’de ayrı bir İktisat Fakültesi açılması, Bakanlık’tan Başvekâlet’e arz edildi. İcra Vekilleri Heyeti’nin kararı üzerine, Büyük Reisicumhur’un tasvibine de iktiran etti. Buna istinaden beyan ediyorum: İktisat Fakültesi açılmıştır, kutlu olsun… Hayatın bütün sahalarına müsmir ve müessir olacak, rasyonel düşünür, iktisat ilminde ihatalı ve bilgili olgun genç elemanlar yetiştirmek, işte yeni Fakülte’nin sebep ve gayesi bunlardır.”
Rektör Cemil Bilsel’den sonra Fakülte’nin kurucu dekanı olarak Profesör Ömer Celâl Sarc da bir konuşma yaptı. Onun açılış konuşmasından aktaracak olursak:
“…İktisat bilgisi, iktisadi hadiselerin mudilleşmesi nispetinde genişlemiş ve tesaüp etmiştir. Artık bu bilginin tahsilini başka disiplinlerin çerçevesine sığdırmağa imkân kalmamıştır. Bu sebeple, eskiden hukuk ve felsefe gibi şubeler içinde okutulan iktisat ilmi, belli başlı memleketlerde müstakil bir tahsil mevzuu olmuş ve üniversitelerde iktisadi hayatta çalışacak olanları hazırlayan müstakil iktisat tahsil şubeleri, fakülteler kurulmuştur… Yeni Fakülte’ye memleketimizin ekonomik inkişâfını hazırlamak hususunda çok mühim vazifeler
düşmektedir. İktisat Fakültesi, genç Türk iktisatçılarını yetiştirecektir. Ayrıca da istikbâlin Türk iktisat profesör ve âlimlerini hazırlayacaktır.”
Bu açılış konuşmalarından sonra ilk ders, açılış dersi olarak Profesör Gerhard Kessler tarafından verilmiş, dersin Türkçeye aktarımını da Sabri Ülgener yapmıştır. Kessler dersini şu sözlerle tamamlamıştır.
“…Ekonomi siyaseti, metaları düşünüyorsa unutmamak lazımdır ki, sosyal siyaset te insanları düşünür. Yeni İktisat Fakültesi’nde üniversite okurlarımız her iki disiplini de layıkıyla görürler ve öğrenirlerse, bundan yine fazlasıyla istifade edecek memleketimizin iktisat ve cemiyet hayatı olacaktır.”
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kuruluşunu kutlayan ilk coşku dolu yazı, Şubat 1937’de Profesör Z. F. Fındıkoğlu’ndan geldi. Fındıkoğlu, çiçeği burnunda bu Fakülte’nin ileriye dönük hedefinin ne olması gerektiğini şöyle dile getirmiştir:
“…Yeni bir fakülte kurarken, fakülte fikriyle, fakültenin kurulduğu millî toprak arasında kopmayan ve çözülmeyen bir bağ tesis etmelidir. Fransız Gide ile Alman Sombart’ın veya şu veya bu iktisatçının mukallidi kalan iktisatçılık ve iktisat tedrisatı yapmak yerine, Avrupalı iktisat âliminin yalnız usul ve görüşünü alarak bunu bu memleketin, bu toprağın ihtiyaçlarına tatbik etmek zihniyeti yaratılmalıdır… Kısacası, bu yeni Fakülte, Türkiye’nin iktisadi ve içtimai yapısını ilim silahı ile aydınlatacak bir bilgi yurdu olabilir… Bu düşüncelerin kuvveden fiile çıktığını görmek ümidi ile şimdiden sevinirken, yeni Fakülte’ye hayırlı bir istikbâl temenni eder[im].”
İktisat Fakültesi’nin öğretim kadrosu Türk ve Alman hocalardan müteşekkildi. “Önceleri sekiz kürsülük İktisat Fakültesi’nin beşi yabancı profesörlerden, üçü Türk profesörden kurulu idi.”
Ancak, H. Peukart’a göre Fakülte’de dersler;
“…Neredeyse, tamamen yabancı öğretim gücü ile yürütülmekteydi. Burada çoğunlukla
Yahudi olmayan Alman göçmenler ders vermekteydi.”
Dersler, İstanbul Üniversitesi’nde ‘Merkez Bina’da başladı. Fritz Neumark’ın Türkiye anılarından zikredecek olursak:
“…Başlarda hukukçular ve iktisatçılar için Fakülte’de ders yeri ve çalışma odası konusunda sorun olmadı. Hukuk Fakültesi (ve ayrılmasından sonra İktisat Fakültesi) eski İstanbul’da Bayezit Meydanı’ndaki eski büyük bina idi… Ayrı bir İktisat Fakültesi’nin kurulmasından sonra bizim derslerde fazla bir değişiklik olmadı. Hukuk Fakültesi öğrencileri zorunlu olarak bir dizi iktisat dersi uygulaması almaya devam ettiler.”
Neumark’ın anılarının aydınlığında, Fakülte’nin kuruluşunun ilk yıllarında Alman hocaların derslerini nasıl yaptıklarını okuyalım:
“…Peki, derslerde ve seminerlerde ne yapıyorduk? Burada, aynı zamanda asistanlarımız olan tercümanlara uzun süre ihtiyacımız oldu ki, bu tercümanlık işinde doçentler de yardımcı oldular. Ancak, bunların kesinlikle hepsi tam çeviri yapacak kadar Almanca bilmiyorlardı, daha çok Fransızca – ya da daha ender – İngilizce anlıyorlardı. İş arkadaşlarımız [Ömer Celâl] Sarc ve [Muhlis] Ete Almancayı tam olarak anlayıp konuşabildiklerinden, Röpke ve ben başlangıçta epey rahat ettik. Ne var ki, bir müddet sonra…bize gönderilen tercümanın dil bilgisine göre derslerimizi bazen Almanca, bazen Fransızca ve bazen de İngilizce vermek zorunda kaldık… Kısacası, bu çeviri sistemi yavaş yavaş bir işkence olmaya başlamıştı.” Yeni Fakülte’nin ders programının dişe dokunur kısmı hukuk derslerine ayrılmıştı. Hukuk derslerinin ilk yıldaki payı %59, ikinci sınıfta ise %36 idi. Bazı iktisat dersleri de ilk kez programa alınmıştı. Bu dersler şunlardı. ‘Türkiye Ekonomisinin Bünyesi’; ‘Ekonomik ve Sosyal Tarih’; ‘İktisadi Doktrinler Tarihi’; ‘Uluslararası Ticaret’; ‘Konjonktür ve Buhranlar’; ‘Ziraat ve Sanayi Siyaseti’; ‘Ulaştırma Ekonomisi’; ‘İktisat Sistemleri ve Köy Meselesi’; ‘Türkiye Mâliye Tarihi’.
Fakülte’nin açılışı, aydınlar arasında sıcak bir kabul buldu. Cumhuriyet Hükümeti’nin İktisat Fakültesi’nin kurulması yönünde aldığı kararın isabetini Osman Nuri Ergin şu sözlerle dile getirmişti:
“…Bu teşkilatta hukuk ve iktisadî bilgilerin ayrılmış olması ihtisas ve iş bölümü bakımından çok yerindedir.”
Açılışından iki yıl sonra, 1939’da İstanbul Üniversitesi Rektörü Profesör Cemil Bilsel, İktisat Fakültesi’ne ilişkin olarak şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“…Üniversite, İktisat Fakültesi’ni memleketin temelli bir ihtiyacını karşılamak inanıyla kurmuştu. Fakülte’nin bugüne kadar gördüğü rağbet, bu inanı teyit etti… Yeni kurulan bir fakültenin gördüğü bu rağbet, memleketin iktisadi kalkınma yolundaki hamlesinin kuvvetine delalet eder.”
Kuruluşunun onuncu yılında İktisat Fakültesi’nin kuruluş gayesi ile üstlendiği misyonun değerlendirmesini tarihî bir perspektif içerisinde yapan rahmetli hocamız Z. F. Fındıkoğlu’nu zikrediyoruz:
“… [İktisat Fakültesi,] Tanzimat öncesi devrin ‘ilm-i tedbir-i menzil’inden ilk defa bahseden mütefekkir ile başlayan uzun bir devrenin mahsulüdür… İstanbul Üniversitesi kadrosu içinde bu yeni müessesenin doğuşu, ilim hayatımızın istediği différenciation’a bir cevap teşkil eylemiştir… 1936, işte hukukî ilimler bütünü içindeki iktisadî ilimler parçasının pek tabii bir seyir ile ayrıldığı, ayrı bir bütün olarak taazzuv eylediği, tekâmül felsefesinin ifadesiyle
‘différenciation-tekalüf-farklılaşma’ya uğradığı bir devrin başlangıcıdır.”
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin kuruluşundan bugüne 80 yıl geride kaldı. Fakülte’nin bu geçen yıllar içinde, çağdaş iktisat düşüncesine ve aksiyonda Türk ekonomisine sağladığı başarı ve katkıların bir dökümü, Ö. C. Sarc ve Z. F. Fındıkoğlu’nun dilek ve temennilerinin aydınlığında, incelenmelidir. Bu ise, başlı başına zor ve zahmetli bir araştırma konusudur. Sadece bir ipucu olarak, F. Neumark’ın Türkiye anılarında mülteci Alman hocaların kendilerine tevdi edilen görevleri yerine getirme bağlamında yaptığı değerlendirmeler oldukça ufuk açıcıdır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin ülkemize iktisatçıların yetiştirilmesi ile iktisat eğitimini tabana ulaştırmayı başardığını, bu yolla eğitimin demokratizasyonuna ihmal edilemeyecek katkıda bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Görünen odur ki, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, 80 yılın bu başarı grafiğiyle, geleceğin 100. yılını da kutlamaya adaydır.
Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar” https://iktisat.istanbul.edu.tr/tr/content/bolumler/tarihce