Kısa zaman önce karmaşıklığın zorluğundan değil, karmaşıklığın artık normalimiz oluşundan ve bu normalin de sıkıcılığından dertlenir oldum. İş dünyası karışık, insan ilişkileri karışık aile bağları karışık ha bu arada karışıktan kastım çetrefilli oluşu, üzerine oturup incelikli düşünmemiz gerekliliği…
Evet kaos, karışıklık ve belirsizlik beni paralize eden durumlardır. Hayatımın ve hayatımla dirsek temasında olan bir diğer geniş halkadaki olayları ve gidişatı kontrol etme, memnun etme, düzenleme, değiştirme gibi eğilimlerim oldum olası vardır.
– Akşam ne yiyeceğiz? Arkadaşımın kızı sınavda ne yaptı acaba? Sahiplendirdiğim kediye iyi bakıyorlar mıdır? Çalışanımın tedavi süreci nasıl gidiyor acaba? Ben daha iyi olsun diye ne yapabilirim? Dolar kaç oldu? Haftalık toplantıda kalp kırıcı mı konuştum? X kişisi alınganlık yapmamıştır umarım… Y’nin doğum günü yaklaşıyor, işe yarar bir şey mi almalıyım? Özel bir şey mi? Hangisi onu mutlu eder? –
Gibi bir dizi soru ve sorunla cebelleşirken bulurum kendimi. Açık konuşmak gerekirse; yorulmadım bu mücadeleden, dediğim gibi artık sadece sıkıcı gelmeye başladı. Çünkü bir sonu olmadığı aşikar. Tatminsizliği arttırıp, beklentileri çoğalttığı da. Çoğunluğun muzdarip olduğu tekdüze bir hayat meşgalesi haline geldi, beni herkes gibi olmaya iten… Hâlbuki ben, “ben” olarak kalmazsam/kalamazsam benden geriye ne kalır? Öyleyse eteğimdeki taşları buraya dökeyim de; özeleştiriden özşefkata doğru giden ufuk açıcı gelişimimden sizler de payınıza düşen varsa alın ve hemen davranın çünkü “Düşünmek kolay davranmak zordur. Düşündüğün gibi davranmak ise en zorudur.” demiş Goethe…
Sadece yaşam koçluğu çerçevesinde değil, kişisel sosyal çevremden de hep duyarım; “Ben ona yıllarımı verdim, saçımı süpürge ettim.” Annelerimiz ve büyük annelerimizin ağzına pelesenk olmuş bir şikâyettir hatta bu… Toplum ve kültürümüz içinde yanlış bilinen yaygın bir algıyla; kadından devamlı kendinden, hayatından büyük fedakârlıklar vermesi beklenir. Olmadı dayatılır. En basit örneğiyle parkta çocuğuyla vakit geçiren bir baba görünce, bir lütufta bulunuyormuşçasına içten içe babaya sempati besleriz. Halbuki çocuğu ile vakit geçiren bir anne görünce, bu bize ekstra bir şey hissettirmez. Kadın zaten görevini yapıyordur. Başka ne işi olabilir ki? İster ev hanımı olun ister iş kadını maalesef yaygın ve yanlış olan bakış açısıyla tahakküm altında bırakılıyoruz devamlı. “Ya Songülcüm sen çok vizyon sahibi birisin çok güçlüsün çok yardımseversin çok anlayışlısın çok kucaklayıcısın gel hallediverelim işte şu işi/işimi zaten başka NE İŞİN OLABİLİR Kİ?” Emin olun ha çocuk bakmak olsun ha kurduğunuz işin başında durmak ve onu işletmek olsun; bunlar insanlara bir işmiş gibi gelmiyor. Bu durumu kadına yüklenen duygusal yükten ve yanlış algıdan başka hiçbir şeyle açıklayamıyorum aklıselim olarak düşününce…
Bu yüzden özeleştirinin başladığı o kadim soruları sorarak başlıyorum kendime; Herkesi aynı anda mutlu edebilir miyim? Herkesi aynı anda mutlu etmek zorunda mıyım?
Bir herkesi aynı anda mutlu edemezsin iki bu senin için zorunluluk olmamalı.
Hayat başlı başına karışık ve zor bir de üzerine insan ilişkilerine boyutlu soru(n)lar katınca günün sonunda şu cümleleri içimizden sayıklıyor olarak buluyoruz kendimizi; “Ben onun için ne fedakarlıklar yaptım, nasıl görmezden gelebilir bunları? Ona ayırdığım zamanı işime ayırabilirdim… Yazık oldu. Ona etrafında güvenip destek olan tek bir kişi vardı o da bendim. Bunu haketmedim çünkü insan olmaya biraz olsun çalışan biri, çiçek uzatana taş atmaz.” Bu cümlelerin kafamın içinde dönüp durması tam da bu yüzden işte… Çiçek uzatana taş atılmaz… İyilik, ince düşünce, nezaket, empati yarın öbür gün O’da bana bir güzellik yapsın diye kurulan duygu ve ilişki biçimleri değildir. Kurduğumuz insani ilişki bağına her zaman ve her koşulda atılan güçlü düğümlerdir bunlar. Dolayısıyla muhatabımız bu emekle zamanla özveriyle güçlendirilmiş bağı çat diye keserse; kendimizi aptal yerine konmuş değersiz biri gibi hissetmemiz kaçınılmazdır. E bunun sonu yok mudur? Düşünce şeklimizi ve düşüncelerimizle şekillenen davranışlarımızı değiştirmeden ne yazık ki yok.
Ben Songül Torbaoğlu olarak bu tarz toksik ve yavan insan ilişkilerinden kendimi yalıtmanın yolunu, özşefkatte buldum. İlk önceliğim kendim, en sevdiğim kendim en değerli bulduğumsa kendi zamanım. Ne annelerimiz gibi devamlı şikayet etmek istiyorum ne herkesin yaptığı gibi ‘sırtından bıçaklanan mağdur edebiyatı’ parçalamak istiyorum. Bunlar bana iyi gelmiyor artık iyi gelmeyene iyi gelmeye çalışmanın bir çözüm olmadığını açıkça gördüm. Hatta daha kötüye bile sürükleyebilir ilişkileri, tarafları… Almanca’da bu duygu durumun bir adı bile varmış, katiyen telaffuz edemesemde duygular herkes için aynı ve baki işte… Verschlimmbessern: Bir şeyi düzelteyim derken daha kötü duruma getirmek anlamına geliyormuş. Zaten bir şeyleri düzeltmek, iyileştirmek için kendimizden ödünler vermeye başladıysak; orada bambaşka bir sıkıntının kapısını aralamış oluyoruz. Tabii bu sonsuz vericilik girdabında şunu söyleyecek olanlar da olacaktır; “Sen çok güçlü bir kadınsın, halledersin… Sen nelerin nelerin üstesinden geldin, bu mu derdin canım?” Evet, ne kadar güçlü olursak olalım bunu önce bir dert edinelim kızlar. Hiç kulak asmayın bu tip söylemlere çünkü yükü taşıyabiliyor olmak ağırlık yapmadığı anlamına gelmez. Ağırlıklarınızdan kurtulup kendinize gösterdiğiniz şefkat ile her şeye ve herkese çok daha iyi gelebilirsiniz. Güçlü kadınlarız evet ama bu kimseye sınırlarımızı ve çizgilerimizi zorlama hakkı tanımıyor.
Buna benzer bir sınamayı ve sorguyu küçüklüğümüzden beri çoğumuz yaşamışızdır. Yetişkin biri eğilip göz hizasına şu soruyu sorar; “En çok babanı mı seviyorsun anneni mi?” Sizden beklediği cevap yine kendi sunduğu seçeneklerden ibarettir. Ben küçüklüğümden beri bu soruya içimden de olsa “kendimi” cevabını vermişimdir. Bir ara bir yerlerde “Hayat meşgalesi” içinde yuvarlanıp giderken bunu unutmuşum. Hâlbuki küçük Songül o zamandan çözmüş konuyu. Bu mektubu biraz da o kız çocuğuna borçluyum. Siz de kendinize borçlu kalmayın. Derinlerde veya bakmaya fırsat bulamadığınız bir yerlerde en çok kendinizi seviyorsunuzdur. Kim bilebilir? Kendimizin dışındakileri dışarıda bırakıp ilk önce kendi içini görmeye çabalamadıktan sonra…
Sevgiler