Tarihten bugüne sana, bana ve bizlere yapılan en büyük yanlışlardan biri nedir hiç düşündün mü? Biz insanlara sanki tek bir fiziksel mekanizmadan oluşmuşuz anlayışıyla yaklaşıldı. İnsanın tıpkı bir makine gibi Fiziksel olarak düzgün çalışan bir anatomik yapıda algılanması yeterli olur sanıldı. O’nun fiziksel olarak iyi görünmesi en tepe noktaya çıkarıldı. Buna bağlı olarak da memnuniyetinin, mutluluğunun ve ruhsal dünyasının sahip olduğu bu fiziksel özelliklerine göre şekilleneceği sanıldı. Oysa gerçeklik böyle miydi? Yalnızca bununla da kalmadı tabii. Zaman içinde bu fiziksel özellikler veya insanın geldiği köklere göre de ayrıştırmalar başladı. Hayali kurulan bu mükemmel bedene sahip olmayan herkes farklı mekanlara kapatıldı. Ayrı okullar, parklar, tatil yerleri, hapishaneler, hastaneler, ayrı köyler ve kasaba ütopyaları geliştirildi. Öyle ya toplumun mükemmel normlarına uymayan herkes ya yok edilmeliydi ya da bu harika insanın göz zevkini kirletmeyecek bir şekilde farklı alanlara dağıtılmalıydı. Deliler, zihinsel engelliler, körler ve sağırlar da sırası geldikçe bu ayrıştırmadan kendilerine düşen payları aldılar elbet. Bu ütopyalar günümüzde hala da kaybolmuş değil ancak şunu söylemem gerekir ki bu ayrışmalarla insanın birbiriyle karşılaşması geciktirildi. Peki bu geciktirilmiş karşılaşmalar sonrası neler mi oluyor? Gel bir bakalım o zaman.
Sene 2010 bir mayıs sonu. Çalıştığım şirketin Müşteri ilişkileri departmanındayım. İnanılmaz bir iş yoğunluğu var sezon gereği. Yaptığım iş ise firmanın bir sistem aracılığıyla bize ulaşan müşteri şikayetleri, itirazları, talepleri ve teşekkürlerini cevaplamak. Çoğunlukla bu sistemden iletilen geribildirimlerin bir kısmı da PDF ya da JPG formatında ulaşıyor. Ancak iletilen dokümanların kimilerini kullandığım ekran okuyucu desteğiyle okuyamıyorum. Bu nedenle yöneticimden bir süredir okuyamadığım geribildirimlerin benden alınmasını ve yerlerine okuyabileceğim şikâyet, itiraz ve talep formlarını rica etmiştim. Tabii ki de ilgili dokümanları benden almadı. Dokümanlar gün geçtikçe birikiyor, birikiyordu. Şikayetler, talepler, teşekkürler ve itirazlar sistemin havuzunda aylardır bekliyordu benden kaynaklanmayan bir durum nedeniyle. Müşteriler ise yazdıklarına cevap bekliyorlardı büyük bir ihtimalle.
O sıralarda bazı sezonlar olduğu gibi, şirketin çeşitli bölümlerine stajyerler alınıyordu. Sanırım 3 4 tane de bizim departmana alınmıştı. Ben de tam seviniyordum ki; en azından gelen stajyerlerden biriyle ben çalışabilirim PDF ve JPG dokümanların okunması için. Talebimi tekrar belirttim yöneticiye. Tamam verelim sana stajyerlerden birini dedi. Bir sabah ofise geldim. Kahvaltımı yaptım ve bir yandan da yavaş yavaş bilgisayarımı açıyorum. Günlük genel iş akışı kontrollerimi yapıyorum. Kısa bir süre sonra fark ettim ki; yanımdaki hareketli sandalyelerden birinde biri oturuyor. Aramızda yaklaşık bir 30CM filan var diyebilirim. Oturan kişiye yüzümü dönerek, Günaydın. Hoş geldiniz. Kusura bakmayın lütfen şimdi fark ettim burada olduğunuzu. Nasılsınız? Yeni stajyer misiniz diye sordum. Kendimi tanıttım. Ama karşımdakinden hiçbir ses yok. Sonra acaba yanıldım mı diye ayağa kalkıp sandalyeye dokundum. Evet gerçekten üzerinde oturan biri vardı ve hala bana cevap vermiyordu. Tekrar seslendim. Sanırım şakacı bir arkadaşım bana şaka yapıyor diye düşünerek, ben de onun sandalyesini sallamaya başladım. Sandalyeyi sarsınca, O da bir şeyler söyledi galiba ama ben anlayamadım. Bir zaman sonra anladım ki; yöneticinin yanıma gönderdiği stajyer işitme engelli bir gençmiş. Meslek lisesinde eğitimine devam eden bir stajyer adayını ve hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde kör bir çalışanın yanına göndermişler. Ne kadar zekice değil mi?
Kendileri iletişim kurmayı bile denemedikleri genç stajyeri nasıl olsa körler sağırlar birbirini ağırlar mantığıyla benim yanıma göndermiş, Böylece kendi alıştıkları konforları bozulmayacak ve yeni bir işi iletişim kuramadıkları birine öğretmek için bir süre kaybetmemiş olacaklar. Hani yeti farkı olan biri herhangi bir otobüse bindiğinde, en arkada otursa bile önden binen bir başka engelli yolcuyu sürükleye sürükleye arkaya kadar getirip onun yanına oturturlar ya işte tıpkı öyle bir durumdu yaşadığım. Önce yavaş bir tempo ile tekrar konuşmaya çalıştım arkadaşımın yüzüne bakarak belki dudak okuyabiliyordur diye. Bu şekilde beni anlayamadığını kavrayabildim duyduğum seslerden ve sezgisel olarak kimi el kol hareketlerinden. Anladım ki, işaret dili kullanan bir genç. Peki O işaret dili kullanıyorsa, ben bir kör olarak O’nu nasıl anlayacaktım? Bir yolu olmalıydı iletişim kurmanın. Öncelikle tekrar yavaşça kendimi tanıtıp adımı söyledim. Ama yine anlaşamadık. Koca bir 6 ayı beraberce geçireceksek, bir şekilde iletişim kurmanın yolunu bulmalıydım arkadaşımla. Başkalarının iletişim kurmama çabasına inat, bir yolunu bulup, birbirimize ulaşmalıydık. Nasıl olacaktı nasıl?
Evet anlamıyorduk birbirimizi ama sürekli gülümsüyorduk. O benim elime dokunuyordu ve ben de O’nun. Sonra aklıma güzel bir fikir geldi. Hemen Bilgisayardan bir yazma programı açtım ve yazdım oraya. Merhaba. Ben Sevda; senin ismin nedir diye yazdım. Sen de buraya yazar mısın dedim. Önce çok büyük bir mutlulukla gülümsedi ve bana sarıldı. Beni hafifçe geri çekerek ekrana yanaştı ve yazmaya başladı. Ben de Doğan dedi. 18 Yaşındayım. Lise sondayım. Staj yapmaya geldim diye yazdı. Senin yanına gönderdiler yazdı. Yaklaşık 30 40 dakika bu şekilde birbirimizi tanımak için yazışmaya devam ettik Doğan’la. Sence beraberce çalışmaya devam edelim mi diye sordum Doğan’a? Yoksa başka biriyle çalışmak ister misin? Doğan; evet seninle çalışmayı istiyorum. Zaten başka kimse benimle çalışmak istemiyor dedi. Sonra ben birlikte yapacağımız işi kabaca Doğan’a anlattım yazarak. Sonra da yazdım; Doğan hadi birlikte çay almaya mutfağa gidelim dedim boğazım kurudu bir şeyler içelim diye yazdım. Daha ilk günden şahane bir iletişim kurmuştuk Doğan’la. Kalktık ve Doğan’ın koluna girdim ve elimle O’na mutfağın yolunu işaret ederek yürümeye başladık. Mutfağa gidince O’na bardakların ve diğer tüm malzemelerin yerlerini tek tek gösterdim. Çayımızı aldık ve ofise geri döndük. Artık yavaş yavaş çalışmaya başladık birlikte. Ben ihtiyacım olan desteği ona detaylı olarak tekrar yazarak anlattım ve bir iki örnekle Doğan’a gösterdim nasıl yapacağını. Yazışmak birazcık zaman alıyordu ama benim için önemli olan Onunla doğrudan iletişim kurmaktı.
Belli ki bu yeni deneyim için ikimiz de çok heyecanlıydık. Doğan öğrenmeye çok istekli ben de birikmiş dosyalar hemen bitsin diye çok aceleciydim. 3 4 Hafta içinde biriken tüm dosyaları kimi günler mesaiye de kalarak bitirdik. Esasında burada önemli olan benim için bitirdiğimiz dosyalardan çok, Doğan’la bir şekilde bir iletişim kurmuş olmanın yolunu bulmamızdı. O’nu benim yanıma gönderenlerin böylesi bir derdi olmasa da yine de bize çok iyi gelmişti bu deneyim. Evet evet Doğan’la otururken iletişim kurmanın bir yolunu bulmuştuk. Ama ya ayaktayken, bir yerlere yürürken, kalabalıklarda nasıl anlayacaktık birbirimizi? Bu sorunu da yine otururken yazışıp bir çözüme bağlamamız gerektiğini konuştuk. Nasıl bir çözüm bulabiliriz diye üzerine uzun uzun düşündük. Benim aklıma telefonla haberleşmek geldi. O dönemde kullandığım bir telefon ve içinde de Talks adlı bir ekran okuyucu program yüklüydü. Mesajlaşma yoluyla Doğanla konuşuyorduk. Örneğin ben O’na soruyordum yemeğe gittiğimizde, sen kendine neler aldın? O da bana yazıyordu. Eğer ortak aldığımız yemekler varsa, elimi tutup, benim tabaklarımı gösteriyordu. Sonra Doğan, bana birkaç pratik bizi çok hızlandıracak hareket ve işaretler öğretti. Hadi gidelim. Burası çok kalabalık. Başım ağrıdı gibi. Hızlı yürüyelim gibi böyle bir iki pratik şey. Doğan’la iletişim kurmak istediğimde O’nun omzuna hafifçe dokunup, bana bakmasını sağlıyordum. O da bana bir şey sormak isterse, omzuma dokunuyor ve beni azıcık kenara çekip yazma programını açarak, istediği soruları yazıyordu.
Bir zaman sonra söylemek istediklerimizi yavaşça ellerimize yazmaya çalıştık. Epeyce uzun sürüyordu ama çok harika bir iletişimdi bizce. Bir gün bana dedi ki; neden bana Sevda abla demeyi öğretmedin? Sana hep Sevda diyorum. Oysa abla demek önemliymiş. Ben de dedim ki; olsun benim için çok önemli bir detay değil. Ama henüz geç kalmış sayılmazsın istersen diyebilirsin. Sonra bir süre sonra nasıl öğrendiyse hala bilmiyorum; bana Sevda Hanım abla dedi Doğan. Stajının artık son günlerinde bu hitap şekline dair bilgiyi Onunla çok çok gülerek paylaştım. O da çok ama çok eğlendi. Bir gün yolda yürürken, elimdeki bastonu aldı ve yavaşça kolumu bastonumu yerden kaldırmadan hareket ettirerek, elime çizdiği harfleri zemine çizmeye çalıştı. İnanılmaz bir gelişme idi. Böylece telefonla olan iletişimden birazcık daha ayrılmış ve yürümeye devam ederken, bir şekilde doğal olarak konuşuyorduk.
Doğan’la çalışmamız, birbirimizle iletişim kurma çabamız, hiç şüphesiz ki yine çok taktir toplamıştı çevremizden. Ama biliyordum ki hem ben ve hem de Doğan bu taktirlerden artık çok sıkılmıştık. Yöneticimizin biri bana Sevda bir süre sonra başka birini ister diye beklerken, sen çocuğa stajı bitirdin vallahi kutlarım dedi. Biz de bu çocuğa kara kara ne iş yaptıracağız diye düşünüyorduk. Onlar hala kara kara düşünmeye devam etsinler. Ben ise Doğan’dan hareketle birbirine benzemeyen herkesin ne kadar çok ayrıştırıldığını ve ne kadar geç karşılaştığını düşünüyordum. Sözgelimi ben sağır biriyle ilk kez bundan 11 yıl önce, tamamen rastlantısal olarak karşılaşmıştım. Okuduğum akademik makaleler haricinde, Sağırlara dair bildiğim şey; bir ilkokul arkadaşımın annesi ve babasının bir sağırlar okulunda çalışırken anlattığı efsanelerden öteye gitmiyordu. Okulun ne kadar sessiz olduğunu söylüyordu arkadaşım. Tüm öğretmenlerin bu sessizlikte çalışmaktan ne çok keyif alacağını da ballandıra ballandıra anlatıyordu soğuk esprilerini de ekleyerek. Doğan’la kurduğumuz iletişim, öylesine bir doğallığa ulaşmıştı ki; artık Doğan’cığım benim minik boyumla ki kendisi oldukça uzun boylu bir gençti; rapunzel saçlarımla filan dalga geçmeye başlamıştı. Dosyalarımızı artık çok hızlıca bitirip, birlikte vakit geçirmeye, bir şeyler okumaya ve bir şeyler dinlemeye başlamıştık. Evet evet şimdi nasıl dinliyor ki Doğan dediğini duyar gibiyim. Ama ben Doğan’a örneğin sevdiğim bir şarkıyı bulup, genel bilgilerini verip, şarkıyı kim söylüyor. Kadın mı erkek mi? Neye dair bir şarkı? Sözlerinde ne demeye çalışıyor gibi detayları anlattıktan sonra, Doğan’ın iki elinden tutarak ya bacaklarına ya da masanın üstüne şarkının ritmini tutturmaya çalışırdım. Bazen de ben yapardım o beni taklit ederdi. Şarkıda kullanılan enstrümanları bildiğim kadarıyla tek tek yazardım Doğan’a. Bir de tasvir etmeye çalışırdım çalan şeyin neye benzediğini. En çok flütü sevmişti Doğan. Çünkü ben flütü yüzümüze değen ılık rüzgâra benzetmiştim. Sence öyle değil mi?
Şimdi geriye dönüp geçmişe baktığımda, O dönemde bile teknolojinin gücüyle Doğan’la bilgisayar kanalıyla harika bir iletişim kurmuşuz. Telefonlarımız bugünkü gibi akıllı değildi ama biz çok akıllıymışız bence. Şimdilerde yeni gelişen teknolojiyle, kör biri, söylediklerini metne dönüştürmek için, ses tanıma yazılımını da kullanabilir. Böylece Sağır olan bir kişi sesle yazılanı kolayca ekrandan okuyor. Biz Doğan’la anlaşabilmek için başka bir çevirmen kullanmayı tercih etmedik. Başka bir yolunu bulmaya çalıştık konuşmanın. Haberimiz olmadan Doğan’la zaten dokunsal bir işaret dili de oluşturmuştuk. Dokunsal İşaret Dili, görsellere değil, dokunmaya dayanır. El ele tutuşma, izleme ve parmakla yazma dahil olmak üzere birkaç çeşit dokunsal işaret vardır. Biz bu dokunsallığı bir adım daha öteye götürmüş ve yerde bastonla çiziyorduk harfleri. Bazen de ben Doğan’a elimi kolumu boşlukta hareket ettirerek boşluğa çizmeye çalışırdım. Doğan bana of Sevda Hanım abla hep yanlış çizip beni yanıltıyorsun derdi. Bazı küçük detaylarını da kör olan biri olarak işaret dilini kullandım. Doğan’ın kullandığı kimi işaretleri anlayamadım ama önemli olan iletişim kurma çabamız ve niyetimizdi. Hani hep sen dersin ya, körler sağırlar birbirini ağırlar. Her zaman bu sözü kötü bağlamları somutlaştırmak için kullanırsın ya, Bunun anlamını Doğan’a söylediğimde, ne çok üzülmüştü o çocuk kalbiyle. Ruhları kör olanlar görmemiş gibi davranarak, manevi kişilikleri ise sağır olanlar duymamış gibi davranır ve birbirlerini idare ederler. Bence Doğan ve ben birbirimizi çok güzel ağırlamışız. Ama şimdi sen bir düşün; hayatındaki farklılıkları sen nasıl ağırlıyorsun. Ya da sana çok ağır geliyorlar da ağırlıklarından kurtulmak için, onları ağır ağır uzaklaştırıyor musun kusursuz hayatından? Yok mu sayıyorsun onları? Körlüğü ve sağırlığı yalnızca bu çerçeveden algılayan sana ve toplumun her katmanındaki geciktirilmiş karşılaşmalara yol açana, başka bir yürekle düşünme fırsatı vermesi umuduyla.
Sevgimle, Sevdamla.