Arkadaşlık ve dostluk kavramı, uzun zamandır üzerine çokça düşündüğüm, sorguladığım ve kafa yorduğum bir mesele. İnsana dair en büyük sosyal mucizeymiş gibi gelir nedense hep bana. Ama sözünü ettiğim iş arkadaşlığı, ortam arkadaşlığı, tanıdıklık halinden doğan arkadaşlıklar, zorunlu bir arabalıkların yüklediği bir arkadaşlık biçimi değil; Can arkadaşlığı veya benim kalp arkadaşlığı diye adlandırdığım derin mi derin ve güçlü duygudaşlıklar. İçinde sevgi, güven, dayanışma, paylaşma, sonsuz fedakârlık ve özverinin bulunduğu sıcacık bir çayı ve kahveyi birlikte içerken, hiçbir kaygı duymadan kendini kendinden sonra açabildiğin sığındığın bir liman gibidir arkadaş. Seni dinleyen, yargılamadan anlamaya çalışan, nefesinden hayatındaki bir şeylerin yolunda gitmediğini hissedendir arkadaş. Mutluluğunla mutlu olan, başarılarınla gurur duyan, senin alkışlarınla kendini de alkışlanmış sayan, üzüntünle üzülen, özleminle özleyen, acınla ağlayan ve en çaresiz anında sevgiyle kollarını sana bağlayanındır. Böylesi arkadaşlıklar kaldı mı diye soruyorsun duyuyorum. Çok uzun zamandır, ben de bilmiyorum ve işte bu yazıyla seninle sorguluyorum. Belki de hayatının nerdeyse yarısını benim gibi yatılı okullarda geçirenler, arkadaşlık ve dostluğa dair bu duygularımı çok daha iyi anlar.
Çocukluğumda annem derdi ki; yavrum sen arkadaşlarına karşı çok fazla vericisin. Önceliklerini ve isteklerini hep onlara göre belirliyorsun. Günün birinde, hayal kırıklığına uğramandan ve duygularının incinmesinden çok endişe ediyorum. Tabi bu cümleleri kendi dili döndüğünce söylerdi. Bense ona hırçınlıkla kızardım, bağırırdım, anlamazdım, Anlamadım, anlayamadım. Kim bilir belki de anlamak istemedim; onu anlamanın getireceği sonuçla bahşedemeyeceğim için. Ne mi oldu? Annem yine haklı çıktı tabii. Zaten yanılmazdı ki hiçbir zaman.
Çocukluğumun çok büyük bir kısmını aynı okulda birlikte geçirdiğim, ilerleyen yıllarda da çok yakın dost olduğum bir arkadaşımla, hayat bu ya yıllar sonra aynı lisede karşılaştık. Ben dönemimdeki yaşıtlarıma kıyasla derslerim konusunda çok çalışkan ve disiplinli bir gençtim. Kısıtlı imkanlarımla tüm okumalarımı zamanında yapar ve notlarımı günü güne tutardım. Mutlaka tüm notlarımı da arkadaşımla paylaşırdım. Sırf notları ona da yazdırabilmek için, o kadar gereksiz zaman kaybetmişimdir ki, şimdilerde değerlendirdiğimde görüyorum. Özellikle üniversiteye hazırlanırken, bir yandan da zamanla yarışırken, bazı bağlantılarla çeşitli STK’lerden okulumuza gönüllü ablalar gelir ve bizlere hazırlık test kitaplarını okurlardı. Ben soruyu duyar duymaz hemen anlardım ve cevabını bulurdum. Ancak birlikte çalıştığımız arkadaşım da anlayabilsin, çözebilsin diye en az dört kez daha soruyu okumasını rica ederdim okuyucumuzdan. Yani kısıtlı sürelerde gelen gönüllü okuyucuyu, en yüksek oranda değerlendirmek gerekiyorken, çoğu zaman çok az soru çözme şansı bularak gönderirdim okuyucumuzu. Fakat bu detay benim için önemli değildi. Çözemediğim Sorularla olan mesafeyi bir şekilde kapatabilirdim. Ama arkadaşımın yeteri kadar çalışamıyorum ve iyi anlayamıyorum duygusuyla benimle paylaştığı göz yaşına asla dayanamazdım.
Bir gün okuyuculardan biri beni kenara alıp dedi ki; bak Sevdacığım, sen çok iyi niyetlisin görüyorum. Arkadaşının da üniversiteye girebilmesi için büyük bir çaba gösteriyorsun biliyorum. Ama arkadaşının böyle bir isteği ve inancı yok. Üstelik sana da çok zaman kaybettiriyor farkında mısın? Sen 100 soru çözebilecekken, bu şartlarda 25 soru çözmek zorunda kalıyorsun. Hem okuyucu olarak benim açımdan da oldukça sıkıcı bir hal almaya başladı bu durum. Aynı soruyu en az beş kez okumak tamamen zaman kaybı senin için ve zekana haksızlık. Buna başka bir çözüm bulun; ya da Ayrı ayrı çalışın filan dedi. Oysa arkadaşımın üzüleceğini bile bile ben bunu Kabul edemezdim. Bu nedenle olay arkadaşıma ulaşmadan, okuyucumuzu değiştirdim ve aynı çalışma sistemine başka bir okuyucuyla devam ettim arkadaşım kırılmasın ve üzülmesin diye.
Üniversite sınavına artık bir hafta kalmıştı. Hocalardan biri de sınav yerine o pazartesi sabah bir sözlü yapacağını söyledi. Neyse bir gece önce birazcık sözlüye çalıştım, hazırlandım ve arkadaşımın isteğiyle konuyu ona da anlattım detaylı olarak. Hocanın sorabileceği olası soruları tekrar ettim ve muhtemel cevaplarını anlatarak paylaştım. Sabah derse gitmek üzere odada hazırlanırken, arkadaşım çok hırçın bir şekilde bana dokunup yaklaşarak; Sevda, bugünden itibaren ben artık sıranın koridor tarafında oturacağım. Sen de cam tarafında oturacaksın dedi. Ben de tamam dedim olur. Sen üşüyorum dediğin için, peteklerin tarafında ben oturacağım demiştin ya neden şimdi vazgeçtin diye sordum arkadaşıma gülerek. Bugüne kadar ben cam tarafında oturarak hata yaptım. Hep koridor tarafında sen oturduğun için, hocalar seni adamdan saydılar beni hep tembel saydılar. Artık böyle olmayacak. Hep senin yüzünden oldu; senin yüzünden hocalar beni yanlış tanıdı dedi. Üzerimden kocaman bir kazan kaynar su mu döküldü? Yoksa ben mi o an parçalanıp, moleküllerime ayrılıp bir su kütlesi olup, yerlere mi döküldüm; buharlaşıp gökyüzüne mi karıştım bilmiyorum. Bildiğim ve o ana dair hatırladığım tek şey kocaman tarifsiz bir acı ve hiç bitmeyecekmiş gibi sonsuz kez akan göz yaşlarımdı. Bir de yıllarca özenle baktığım, büyüttüğüm, kurumasın diye suladığım ve çok sevdiğim dostluğumuzun benim için yerle bir olmasıydı.
Her birimizin arkadaşlık ve dostluk kavramlarına yüklediği anlamın birbirinden farklı olması çok doğaldır. Ancak önemli olan, sahici arkadaşların bu kavramların temelindeki arkadaşlık saflığının ve doğallığının kaybolmaması konusundaki ortak tavrıdır. Arkadaşımızla Sıcak, samimi, içten ve sahici bir yolculuğun içinde olduğumuzu bilmek çok ama çok değerlidir hepimiz için. Gösterişten ve bencillikten uzak, kendimizi kendimiz gibi yaşayabildiğimiz evimizin mahremiyeti gibidir sahici arkadaşlık dediğim Duygu. Araya yıllar ve yollar girse de hiçbir zaman değişmeyecek taze bir dokunuşun sıcaklığıdır. Çevrendeki kimi arkadaşlıklara bir bak. Bazı insanlar, bir nesneye sahip olmak gibi değerlendirirler arkadaşlıkları. Beraberce bir alışveriş yaptığınızda, birlikte bir yemeğe gittiğinizde, herhangi bir özel günün organizasyonuna sponsor olmak bu insanlar için haz meselesidir. Kendisi asla sponsor olduğu organizasyonlara katılmaz ama tüm bunlara finansal destek sağlayarak, arkadaşlığınızı garanti altına almış olduğunu düşünür. Arkadaşlık kimileri için sosyal çevre, prestij, statü ve kimlik kazanma meselesi anlamına da gelir. Nasıl ki, yıllar önce kullanılan Gümüş paralar kâğıt paralarla yer değiştirdiyse, sahici arkadaşlıklarda da samimiyet ve menfaat birbiriyle yer değiştirdi.
Yıllar Yıllar önceydi. Ya da benim için artık çok uzak zamanlarda kalmış soluk ve unutulmuş bir takvim yaprağı oldu. Aynı işyerinde Çalıştığım yakın bir arkadaşımla, bir zaman sonra var olan arkadaşlığımız yavaş yavaş dostluğa evirilmeye başladı. Önce, iş yerindeki bazı Temel meseleler üzerine konuşmaya ve birlikte paylaşımlar yapmaya başladık. Sonra birlikte okuduğumuz kitaplar, öğrenemediğimiz diller, benim ve onun ayrımcılık öykülerimiz, onun dünya tatlısı çocukları, benim müzikal zevklerim ve onun meşhur dalga geçme halleri, gelin kayın valide ilişkilerimiz filan filan derken, baktık ki biz çok uzun vakitlerimizi birlikte geçiriyoruz ve hayata dair pek kimseyle konuşamadıklarımızı birlikte konuşuyoruz. Birbirimize en samimi hallerimizle Duygu dünyalarımızı açıyoruz. Bazen çok gülüyor, bazen de üzülüp, kırılıp, sarılıp ağlaşıyoruz. En önemlisi biliyoruz ki, bu arkadaşlık çok Sağlam bir dostluğa doğru eviriliyor ve biz bu durumu çok ama çok seviyoruz. Hatta yöneticimizle konuşup, daha da yakın olabilmek için ofiste birlikte aynı işi yapmaya başlıyoruz ve çok ama çok eğleniyoruz öğrenirken.
Gel zaman git zaman, işten atılan çalışma arkadaşlarımız için yapılan bir dayanışma grevine katılıyorum ben. Yani fikirsel ayrılığa düşüyoruz dostumla. Çünkü o doğru bulmuyor bu grevci tavrı. Yemek yediğimiz kaba tükürmemeliymişiz diyor bana. Onu anlayamasam da yine de anlamak için çaba gösteriyorum. Geldiği değerlerini, siyasi çizgisini, kültürel dokusunu, dini bakış açısını, geleneksel değerlerini ve hayatı kavrayış biçimini gerçekten öğrenmeye ve araştırmaya gayret ediyorum. Dostum ya hani, haklı bir şeylerini bulmaya çalışıyorum. Ama konu haklar ve onların ihlali olunca, hiçbir haklılık payı bulamıyorum arkadaşımın savunduklarında.
İşten atılan arkadaşlarımın geri alınabilmesi için 219 gün süren bir dayanışma grevine başlıyoruz. Ortam çok sert ve gözyaşı dolu. Dayanışma ve bir arada olma gücü çok ama çok kuvvetli. Yeni arkadaşlıklar ve dostluklar; paylaşılan sandalyeler, çadırlar, soğuk ve yağmurlu havalar, çaylar ve ekmekler, ha bir de birlikte yenilen biber gazları o kadar anlamlı ve sevgi dolu ki tarif edemem. İlk kez temas ettiğin birilerini sanki çok uzun yıllardır tanıyormuşsun hissinin verdiği tuhaf bir bağlılık duygusu ve güven sarıp sarmalıyor seni. Can yeleklerim diyorsunuz birbirinize; hayatlarınız boyunca can yelekleri olacaksınız birbirinizin. Ama çalmasını beklediğin bir telefon var. Seni merak eden eski bir dostunun telefonu bu. Sesini duymak istediğin, birazcık içinde bulunduğun ortamı ve can yeleklerini anlatmayı düşlediğin. Bekliyorsun, bekliyorsun, bekliyorsun, günlerce haftalarca özlemle o telefonun gelmesini istiyorsun. Rüyalarında görüyorsun dostunu Çok ama çok özlemişsin. Sarılıyorsun ona hiç bırakmamacasına sarılıyorsun. Artık pes ediyorsun ve sen arıyorsun. Çalan telefonla onun o neşeli afacan sesiyle seni karşılayacağını sanıyorsun hala. Telefon açılmıyor ve meşgule atılıyorsun. Sonra duyuyorsun ki, tüm greve katılanlar yasa dışı kişiler olarak ilan edildiği için, senden uzak durmaya çalışıyormuş dostun.
Aylar geçiyor ve grev bitince işe başlıyorsun. Arkadaşına gidiyorsun hemen. Bir bakıyorsun ki masasının yeri değişmiş. Senin masan hala aynı yerinde, tıpkı greve çıkmadan bir gün önceki şekliyle, bilgisayarına kulaklık takılı, içinde yarım bıraktığın bir sallama çayın kuruduğu bir bardağın, yarısı yenmiş, unutulmuş bir elma ve içinde doğum gününde sana armağan edilen bir kuru çiçek buketiyle, masan da senin gibi öylesine yalnız bırakılmış, sessiz ve unutulmuş, ruhu kurutulmuş gibi senin yolunu bekliyor. Düşün bir kez yokluğundan buy ana tam 219 gün geçmiş ve Dostun bir kez bile masan uğramamış ve bakmamış. Bilgisayarıma takılı kulaklığım gibi sessiz ve küskün, bardaktaki çay misali zihnim kurumuş, yüreğimin yarısı parçalanmış ve diğer yarısı çürümüş bir elma ve kurumuş bir doğum günü buketiyle, o günden sonra hayatımdan çokça insanı çıkardım. Çok Sustum, küstüm, kırıldım, üzüldüm ve çok örselendim fakat ilk kez bu defa ağlamadım. Sadece şimdi tüm bunları yeniden hatırlayıp yazarken, bir iki Damla gözyaşı düştü kırılganlığımla birlikte klavyemin üstüne sana itiraf edeyim.
Sen de fark ediyorsundur; içinden geçtiğimiz dönemlerde, arkadaşlığın saf hali gösterişçiliğe, fedakârlık hali menfaate, samimiyet hali ise riyakârlığa dönüştü. Tüm bunlara bu kadar yakından tanık olmak çok acı ve çok can yakıcı biliyorum. Hayatın boyunca, gittiğin her yerde, can yeleğin kadar sana yakın olacak özverili, vefalı, samimi ve içten, saf ve çıkarsız arkadaşların ve dostların olması dileklerimle; bir gün yollarınız ayrılsa da mutlaka dostunun evine, odasına, masasına ve göz ucuyla birazcık yüreğine bak. Belki unutulmuş içi dolu bir bardak, çürümüş bir elma ve vazosunda kurumuş bir çiçek vardır senden sevgi ve şefkat bekleyen.
Sevgimle, sevdamla.