Uzun süren gurbet yıllarımda günlükler tuttum, mektuplar yazdım yüzlerce.
Günlüklerim hep çantamdaydı o yüzden küçük defterlerden seçerdim onları.
Özlemimin en büyük tanıkları, sırdaşım, arkadaşım oldu bu küçücük defterler.
Kuğuların boyunlarının olmadığı buz renkli gecelerde, annemin yolladığı kasetleri dinleyerek yazdım. Mis gibi kahve kokan kahvelerde, otobüste, sokakta bir bankta, kendimi tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldığım ilişkilerden bunaldığım anlarda kendimle konuştum.
Çocukluk, genç kızlık anılarımı paylaştığım, kendimi anlatmak zorunda kalmadığım insanların özlemini yazdım günlüklerime. Ve daha birçok şey, kimseyle paylaşamadığım.
Ne hissediyorsam, ne yaşıyorsam o anda yazdım.
Bir başkasının okuyacağını düşünmeden. Dönerken valizime ilk onları yerleştirdim. Arta kalan yerlere sığdırdım giysileri. Sonra kütüphanemde yerlerini aldılar.
Ne zaman tekrar okusam o küçücük defterlere sığmış kocaman yılları, o anların kokusu, rengi “simsiyah kapanan telefonları”, soğuk Stockholm Metrolarında afişler, canlanır satırlarda.
Sonra yazmadığım bir anım aklıma gelir, o günlere ait.
Yakalamak isterim onu yirmi senenin ardından.
Olmaz, yakalanamaz o tazelik bir türlü.
Sonradan hatırlanan süslü imajlar, duygular o andan çok uzakta. Ruhu elinden alınmış edebi cümleler sadece.
Yaşanmış bir anının sıcağına dönememek.
Unutmak!
Anılar bellekte değişmiştir artık, dönemezsin, zaman girmiştir araya. Geçmişin anlamına ulaşmak imkânsızdır.
Olsa olsa anlamı yeniden yaratırsın ki bu da günlük değil, edebiyat olur.
Unutulmuştur sadece.
Beynimiz bize bir hediye vermiştir. Unutmak!
Anılarla, yaşanmışlıklarla bu gün arasında bir mesafe koymuştur.
Çoğu zaman “unuttum” demeyi pek sevmeyiz. Sevsek de sevmesek de bu sözcüğü, gerçektir unutmak.
Doğduğumuzdan bu güne unutuyoruz.
Çocukluk anıları; birçoğunu ben mi yaşadım yoksa annemin, babamın anlatmasıyla mı hatırlıyorum karışıktır.
Dedemin omuzunda, Küçük yalıda, ilk defa kara tireni gördüğümde “semah korkmaz” dediğimi ben mi hatırlıyorum, yoksa dedem mi anlattı?
Üç yaşlarında hala bırakamadığım emziğimi annemin arkadaşlarından sakladığımı annem mi anlattı yoksa?
Ben mi hatırlıyorum?
Dört yaşınayken dedemin beni boğulmaktan kurtardığını hatırlıyorum gerçekten. Bir çocukla deniz kenarında kumdan kaleler yapıyorduk. Bu sefer de suyu sen getir dedi. Plastik kovamı alıp denize girdim. O anda bir dalga geldi. Dedem (ilk arkadaşım), beyaz takım elbiseleriyle oturduğu yerden denize atlayıp beni kurtardı. Suyun altında nefessiz kaldığımı hatırlıyorum.
Bu gün; bana anlatılanla, yaşadığım o an karışmış bir anı olarak unutulmuş ki denize girmekten hiç korkmadım.
Yaşamdaki büyük acılar tabi ki unutulmaz ama bir gün o acılardan söz ettiğimizde, engellenemez bir mesafede olduğunu fark edebiliriz.
Derinlere inmiş bir taş gibi ağır, zamana saçılmış, zehir gibi bir tat.
Depremde tüm ailesini kaybetmiş insanların röportajlarında, ya da bir “cumartesi annesinin” oğlunu anlatırken, ağlama duygusunun çok ötesinde bir mesafede olduğunu çok açıkça görürsünüz.
Ya da, “o olmazsa ölürüm” gibi yaşanan bir aşk hikâyesinin yıllar sonra hatırlanıp söze gelmesinde.
Dinleyen açısından, etkisi bir başka türlüdür bu “unutmak” durumunun.
Özlemin, sevginin, acının yüzdeki o yarım gülümsemesi, ağlayıp kendini yerden yere atmaktan daha dokunur ötekine.
Çünkü görünür bir mesafedir bu.
Beyin; acıya bir mesafeden bakmayı öngörmüştür, iradenin dışında.
Eğer tüm acılar; yaşandığı andaki tazeliğini taşısaydı, yeni gelenlerle birleşip gerçek bir karmaşaya neden olabilirdi.
İlk andaki şiddetiyle yaşanmasına izin vermiyor beyin.
O zaman ne mutlu bize ki unutuyoruz.
Hani halk arasında bir değim vardır; “kabuk bağladı” derler ya, evet kabuk bağlıyor. Zaman zaman o kabuk kalkabiliyor, derinden bir kan sızıyor ama tekrar kabukla savunuyor kendini yaşam.
Büyük acıların rengi “siyah” tır, o anda.
Sonra siyahın tonlarına dönüşür.
Siyahın beyaz olma olasılığı yoktur.
Ama tonları açılır zamanın kucağında.
Grinin siyaha bakışı, korur yaşamı.
Yüzde yarım bir gülümsemeyse;
yaşamaya olan tutkudur.