5 Ocak 2018, gündem değişti. Bu hafta yazmaya niyetlendiğim yazımın konusu da.
Sosyal medyada çok kez çıktı Münir Özkul’un ölümü ile ilgili yanlış haberler ama bu kez doğruydu. İçim yandı, yaşlar kendiliğinden süzüldü gözlerimden. Onunla yaşadığım anılar, bir filim şeridi gibi geçti gözlerimden, yaşların büyütecinde.
Ve onu, Münir abiyi yazmaya karar verdim.
Onu yazmak; yaşadıklarımla, tanıdığım kadarıyla, ödenmesi gereken bir borç gibiydi sanki gençlere.
Onu sadece ekranlardan tanıyan, sahnede izlemeye yetişememiş olan meslektaşlarıma ve de sevenlerine bir borç gibi.
Ne mutlu bana ki onu tanıdım, sahnede seyrettim, çok büyük bir hazineydi bana öğrettikleri.
O ünlü Tomas Fasülyeciyan yorumunu. Çetin İpekkaya rejisinde. Altı kere izledim oyunu; altısında da güldüm, altısında da aynı yerlerde ağladım.
Sinemada devleşir Münir Özkul; ama sahnede, ışığıyla adeta bir hare oluştururdu etrafında.
Şimdi olur olmaz kişilerin ağzına yapışmış “star ışığı” vardı, yoktu gibi içi boşaltılmış yorumlara gerçek bir cevap olabilirdi ancak onun sahnedeki ışık haresi.
Onu seyrederken “tek şanssızlığı bu ülkede doğmuş olması” diye düşündüğümü hatırladım. Çünkü o “dünya starı” olabilecek güçte bir oyuncuydu.
Genç meslektaşlarıma ancak şunu diyebilirim “ah bir de sahnede izleyebilseydiniz”.
Ona yetişemediniz!
Bende Samiye Hün’e yetişemedim. Ne yapalım herkes bir şeylere yetişemeyebiliyor, ya geç geliyor dünyaya, ya da erken.
Samiye Hün’ü çok dinlemiştim büyük ustalarımdan ve bir kere görme şansım oldu. Küçücük bir kadındı, eski model paltosunun yakasında Darülbedayi amblemli rozeti vardı. Ama sahnede onun nasıl “devleştiğinden” söz edilirdi hep.
“ben sizin methinizle büyüdüm, ama sizi sahnede izlemeye yetişemedim” demiştim karşılaştığımız gün. O da “beni sevdikleri için öyle demişlerdir” demişti, mütevazı bir edayla.
Bir kere izleyebildim onu ama sahnede değil. Mehmet Atak’ın 27 Mart da Darphanede yaptığı bir performansta. Ofelya oynadı. Sanırım o yıllarada75 yaşındaydı. Asla gençleştirmedi rolü, Ofelya onun 75 yaşının içinden çıkan bir genç kızdı sadece. O kadar.
Sahiciydi bu yüzden.
Asistanlardan sadece bir ricası vardı, “lütfen tekstimi büyük harflerle yazıp verin”. Küçük harfleri okuyamıyordu.
Allah bazı oyunculara başka türlü dokunuyor diye düşünmüştüm o gün.
Münir Özkul da Allah’ın başka türlü dokunduğu oyunculardandı.
Benim bir tezim vardır. “kötü bir insan iyi bir oyuncu olamaz”. Sahnede giz yoktur. Hiçbir duyguyu gizleyemezsiniz o bir buçuk metre yükseklikte.
Yalanı kusar sahne.
Münir Özkul’un, güldüğü zaman gözlerinden bin çocuk fışkıran içindeki çocuk bahçesinin coşkusu, tükenmeyen aşkları, bir ışık olup sarıverir bedenini sahnede.
Bir aşk insanıydı o. Tiyatroya, İbiş’e ve tüm güzelliklere.
İşi olmadığı zamanlar evde İbiş külahından vazgeçmezdi. Bir gün ziyaretine gittiğimizde öyle açmıştı kapıyı. Yüzünde bin bir gülümseme ve İbiş külahıyla.
O aşkın bin haliydi. Yaşsız bir delikanlıydı. Ve ona da aşık olmamanın pek mümkünü yoktu. Kim bilir ne güzel yaşamıştır aşklarını diye de düşünmeden edemiyorum şu an.
Kalın sesli ve uzun boylu kadınları severdi diye hatırlıyorum. Onun için, kadında kalın ses bir başka güzeldi.
Gözünde aşk vardı, bu aşk onu her an bir delikanlıya çevirirdi.
Bakanın gözünde de dünyanın en yakışıklı erkeğine. Ona, enerjisine hem sahnede hem özel hayatında hayran olmamak mümkün değildi.
Bu aşkın en büyük örneği de, son anına kadar aşkla yanında olan Umman hanımdır. Kendisinden yaklaşık otuz yaş genç, aşkın somut halidir Umman hanım.
Ne mutlu böylesine âşık olabilene! Ne mutlu aşkı böyle yaşayana.
Ben Münir abiyi 78-80 senelerinde tanıdım.
Şehir Tiyatroları, o yıllarda “Yerinden Yönetim”le idare ediliyordu. Her tiyatronun ayrı genel sanat yönetmeni vardı. Münir abi, Fatih sahnesinin başındaydı. Bizle de, devrimci genç kadro olarak onun yönetiminde çalışıyorduk. Çok severdi bizi.1980 de tiyatrodan 1402 no lu kanun maddesiyle atılmamıza neden olan “Kara 71” oyununu onun desteğiyle sahnelemiştik.
Fatih tiyatrosu; 1978 de Vasıf Öngörenin yazdığı, Başar Sabuncu’nun sahneye koyduğu “ Zengin mutfağı” genel provasında bombalandı. Tiyatronun tüm camları kırıldı, fuayede iki metre derinliğinde bir çukur, tavanda koca bir delik. Münir abi ve tüm ekip bu prömierin her ne pahasına yapılma kararı aldı. Hiç tereddütsüz kırılan camlar naylonla kapatıldı, tiyatronun tavanında koca bir delikle ilk oyun oynandı.
Münir Özkul, hiçbir örgüte, hiçbir siyasi partiye üye değildi. Ama o gerçek bir sanatçıydı. Önce kendine sonra aşık olduğu sanatına onuruyla sahip çıkmıştı o korkunun hüküm sürdüğü yıllarda.
İçindeki aşk da, korkuya yer yoktu sadece.
Bu onurlu aşkın en büyük örneği, 1980 darbesinde benim ve birkaç arkadaşımın şahit olduğu bir olaydır.
12 Eylül darbesi. Münir abi Harbiye tiyatrosunda “Kanlı Nigar” provasında. Oyunu kendisi yönetiyor.
O dönemde tiyatronun içinde yakaya takılan kimlik kartlarıyla dolaşmak zorunluydu. Yakasında kimliği olmayanlar sivil polislerdi. Muhbir abilerimiz, ablalarımızın verdikleri listelerle 1402 ye göre atılacak olanların listelerini hazırlanmakta.
Bizler, yaş ortalamamız 20-25 arası genç stajyerler listelerin başında.
Dönemin Genel Sanat yönetmeni Vasfi Rıza Zobu. Sahne amiri Ekrem Dümer.
1996 yılında tiyatroya döndüğümde o abi ve ablalarımın sanki hiçbir şey olmamış gibi belleksiz tavırları karşısında şaşkına uğramıştım.
Neyse bu konuyu geçelim.
Hava, Deniz, Kara kuvvetlerinden resmi üniformalı subaylar provaları izlemekte. Sakıncalı bir şeyler bulmak için.
Bir sabah Münir abi provaya geliyor. Oyuncular askerlerin prova seyretmek için salonda beklediklerini söylüyorlar. Münir abi sahneye çıkıyor ve şöyle diyor.
“hoş geldiniz, ama ben yatak odamda yabancı istemem, lütfen çıkar mısınız”.
Onlar da paşa paşa çıkıyor.
Bu onun sadece ve sadece sanatçı olarak tepkisi. Ve gerçek bir tepki.
Olması gereken.
Sonradan bu tavrının tehlikeli bir şey olduğunun farkına varıyor ve onun için tecrübeli olan gençleri, yani bizi arıyor. Durumu anlatıyor. Bizde “abi hemen git ve rapor al” diyoruz. Gidip rapor alıyor. Kazasız belasız durum bertaraf ediliyor.
Sonrasında bir daha da geri dönmüyor Şehir Tiyatrolarına.
Bu tarihsel bir olaydır ve şahitleriyle birlikte tarihe geçmiştir.
Benim de tarihsel görevim bu onurlu tavrı gelecek nesillere aktarmaktır.
Kolay bir şey değil bir Münir Özkul olmak, hayatının hiçbir anında hesap verebileceği bir anısı olmamak sadece mesleğine olan aşkı ve onuruyla var olmak.
Yoksa nasıl oynanır o “sen büyük patron.” tiradı. Bir şeyler eksik kalmaz mı?
Sen senelerdir yoktun Münir abi. Ne tiyatroda ne ekranlarda ama senin orada yatağında olman bile yetermiş yüreklere.
Şimdi seni görebiliyorum, Adile Naşit’le, Tarık Akan’la nasıl kavuştuğunuzu.
Umarım bizi de kabul edersiniz yanınıza çıraklarınız olarak, vakti gelince.
Bu köhne ve gittikçe kötü olan aşksız dünyada yine bir umuttur ki;
Bir sanatçı ancak unutulduğu zaman ölür!
Saygılarımla… Alkışlarla.