“Nereden bilebilirdim, ruhumun bedenimi sevmeyeceğini”… Böyle dedi bana.
Bir ruhun, doğduğu bedeni sevmemesi.
Nasıl bir duydu yumağıdır bu. Anlamaya çalıştım sadece bu ağır çelişkiyi.
Bir kadın olarak sevmediğim bir bedende yaşamak zorunluluğunun nasıl bir duygu olduğunu, sadece düşündüm hissetmek zordu. Anlamaya çalıştım.
Sonra Fransa’da Louvre müzesinde gördüğüm bir heykel geldi aklıma. Lüle lüle saçları beline kadar dökülmüş, kadife minderler üzerinde uzanmış yatan mükemmel bir beden. Beyaz bir mermer, nasıl kadife gibi yumuşacık görünür diye düşünmüştüm o an ve uzanıp dokunmak istemiştim gerçekten mermerden mi bu minderler diye.
Heykelin etrafında döndüğümde; o muhteşem bedenin aslında bir erkeğe ait olduğunu gördüm.
M.Ö yapılmış bir heykel.
Demek ki bu “insanlık durumu” Hz İsa’dan öncesinde, hatta daha da öncesinde de var.
“erkeklik” ve “kadınlık” , sanki siyahla beyaz gibi bir tanımlama.
Artı ve eksi.
Siyahla Beyaz rengin arasında binlerce renk var hâlbuki.
Art ve eksilerden oluşmuyor matematik. Bölmesi var çarpması var.
İnsan yavrusu; en gelişmiş beyin yapısıyla doğagelmiş. Fiziksel yapı farklılıklarıyla erkek ve kadın adını almış ki ülkemizin bir yöresinde iki cinsiyette doğanlar da var.
Altı yaşına kadar vücut ne kadar ayırım yapsa da beyinde bir ayırım yok.
Sonrasında beyin ne derse ruh da onun adına konuşur.
Çoğu zaman ruh içinde bulunduğu bedeni sever, kimi zaman da sevmeyebilir. Yaşamın olmazsa olmazı üremek dürtüsüyle hormonlar gelişmeye başlar altı yaşından sonra.
Eğer ruh sevmediği bir bedenin içindeyse vah o bedenin haline.
Kadim zamanlarda bu insanlık durumu; heykeli bile yapıldığına göre daha kabul edilebilir bir durumdu diye düşünüyorum. Ama günümüzde, sadece ülkemizde değil, Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile bir insanlık dramı, bir acılar yumağı.
“insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” demiş büyük felsefeci Karl Marks; insanoğlunun evrensel acılarına, kendine “insan” diyenin duyarsızlığından yakınarak.
Kimi zaman “bu bir hastalıktır” “bu bir sapıklıktır” diye sürekli ötekileştirilip, toplumun dışına atılan bu bireylere; yaşamak, hayatlarını devam ettirmek için “sex işçiliğinden” öte bir yol sunulmamış. Aşağılanmış, öldürülmüş.
Hep meraklı ve şaşkın bakışlar altında yaşamak nasıl bir duygudur?
Yani; sen istesen de istemesen de tarihin ilk çağlarından bu yana var olmuş bir insanlık durumunu aşağılamak, yargılamak ve toplumun dışına itmek kimin hakkıdır.
Bedeninin satarak yaşamaya mahkûm etmek kimin hakkıdır?
Bu hakkı ona kim verir?
Trans bireyleri “hasta” olarak gören bu çoğunluğunun; onlara olan talebini nasıl açıklayacağız o zaman?
Bu yüz karası çifte standart hangi hastalıktan kaynaklanır?
Esas “hasta” kimdir?
Bedenini istediği kimliğe sokmak için ve de yaşamak için ihtiyacı olan parayı sex işçiliğinden kazanmak zorunda bırakılan Trans bireyler mi yoksa onlarla ilişki kuran ve bunun için para ödeyenler mi?
Kimdir gerçek “hastalar”?
Artık onun cevabını da siz verin!
Ve onlar o kadar çoklar ki. Tahminimizden de çok.
Taleplerinden dolayı, kendilerinden bir an nefret edip cinayet işleyebilecek kadar hasta olanlar kimler?
Neticede; ben kadın olarak iki acı çekiyorsam, Trans bireyler beş acı çekiyor, hatta on.
Ben de öldürülüyorum onlar da. Ben de dövülüyorum onlar da.
Ben vücudumu yeniden yaptırtmak durumunda değilim. Ama onlar bedenlerini değiştirmek için mahkeme kapılarında, hasta hanelerde yıllarını geçiriyorlar, tüm varlıklarını veriyorlar. Aşağılanıyorlar. Sadece istedikleri; ruhlarının sevebileceği bir bedene sahip olmak! Ve de öyle anılmak.
Yukarıda sözünü ettiğim gibi; erkekle kadın, siyahla beyazsa arada, onlarca renk var.
Trans bireyler bu renklerin sadece bir tanesi.
Sorunları, sadece cinsel tercihleriyle sınırlı olmayanlar.
İnsanlar cinsel tercihleriyle de yargılanamaz, ötekileştirilemez. Onların, şükür ki ruhları bedenlerini sever.
Kendine “normal” diyen bizlerin; değiştiremeyeceğimiz bir gerçekliği anlamak ve kabul etmekten başka yolumuz yok.
İnsan kalmak gibi bir kaygımız varsa!