Çalışma odamdan geçen kaloriferin su borusu delinmiş, fark etmedim sızıntıyı. Boru, içinde binlerce “şey” le dolu olan dolabın arkasında olduğundan. Su; aşağı katın tavanına sızmış, yazlık dönüşü fark etmiş komşum. Neyse; usta geldi, “dolabı çekmemiz gerekiyor” dedi.
Kâbus gibi, çekilebilmesi için içinin boşaltılması gerekiyor
Fotoğraflar ki şu anda onları görmeye hazır değilim, senelerdir biriktirdiğim defterler, sanat dergileri, kırtasiye malzemeleri, boyalar ve daha bir sürü “şey”.
Eh “başa gelen çekilir” duygusunda boşaltmaya başladım. Hem de yerleştirirken biraz da düzeltirim, “her şer de bir hayır var” diyerek atasözlerinden aldığım güçle, ha gayret dedim.
Dolap çekildi, usta çalışmaya başladı. Adamcağız biraz da şaşkındı “valla bu odayı badana yaptırttığınızda işiniz iş” deyiverdi.
Haklıydı da kendince.
Odanın genel görünüşü ciddi bir kalabalıktır, bir yabancı için.
Bence hiçbir fazlalık yoktur odamda.
Yaşadığı mekânlarda “sadeliği” seven arkadaşlarım, “ay bu odayı nasıl temizliyorsun, tozunu nasıl alıyorsun” diye hayrete düşerler.
Haklılardır da.
Benim çalışma odamı “dip köşe” temizlemeye pek imkân yoktur.
Dokuz tane, yaklaşık üç metreye yakın duvar rafı, kitap.
Kitapların tozunu almak, rafları silmek için önce önlerinde duran objeleri kaldırmak lazım.
Babamın mürekkep kurutucusu, kâğıt zımbası, kâğıt delicisi. Yaklaşık 70 senelik.
Soytarı figürünü (clown), çok sevdiğimi bilen arkadaşlarımın, doğum günü hediyelerime ek olarak sevgiyle iliştirdikleri rengârenk soytarılar.
Annemin sakladığı, küçük tencere, tava oyuncaklarım.
Yıkılıp; yerine akıllı, havasız bir bina olarak tasarlanan Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun perde halatı, sağ portal tahtasının dörtte biri, diğer üçü Berrin Koper, Binnur Şerbetçioğlu ve Yiğit Sertdemir’ de imiş üstünde yazılı. Bir de üstünde “Çıkış” yazan yeşil beyaz metal plaka.
Tiyatro araştırma laboratuvarına(TAL) giden koridorda asılıydı.
Sağ portal tahtası; sahnenin, seyirciye göre sağında portal içindeydi, yani oyuncuların sahneye girmeden önceki heyecanları, bir önceki sahnenin teri, seyircini nefesini dinlerken durdukları tahta. 1970 den 2010 da yıkılışına kadar o tahtanın üstünde kim bilir hangi ustaların ayak izleri vardır. Saymakla bitmez. İşte o tahtanın dörtte biri bende.
Sene 2010… üçüncü kattaki stüdyoda Macit Koper’in oyunlaştırıp yönettiği “Kırmızı Pazartesi’nin provasındayız. Birde aşağıdan gürültüler gelmeye başladı. Yıkım başlıyor. Hemen aşağıya koştuk. Sahneyi kırıyorlar!
Gençliğim, ustalar, perdeye yapışmış replikler, anılar, alkışlar.
Çığlık çığlığa!
“Bir şeyleri kurtarmak lazım” sadece bize ait olan, “kurtarmak ve yaşatmak” diye düşündüm.
Yıkım ekibinin içinde bizim can teknik kadromuzdan Murtaza’yı buldum. Ve sağ portaldeki “kutsal” tahtaları özenle kesti, sonra paylaştık onları. Metrelerce tahtayı eşit parçalara böldük. Paylaştık. Ben biraz fazla parça aldım. Emekli olan ustalara vermek için. Celile Toyon’a, Ayla Algan’a. Hepsi yerlerine ulaştı.
Şimdi duruyor bana ait parça çalışma odamda.
Kitaplarımın önünde; İsveç sürgün yıllarımda, güzel sanatlar akademisinde yaptığım ahşap çamaşır yıkayan kadın rölyefi.
Küçük bir Apollonia heykeli, Yiğit Sertdemir’ le, Gülhan Kadim’ in hediyesi. En sevdiğim oyunlarımdan “Kuş Operasyonunun küçük afişi. Kumbaracı50 rozeti.
En üst rafta duran kitaplarımın üstünde, korunaklı başka bir yer bulamadığımdan, son oyunum Komik’i Şehir Naşit bey deki Amelia’nın orijinal çizim kostüm eskizleri. Sevgili Zuhal Soy’ un ilk gösteri hediyesi.
“Sarıkız” heykeli Tarık, Binnur Şerbetçioğlu’nun hediyesi.
İlk tiyatro kimliğim. Yirmi yaşım. 16 sene sonra döndüğümde “büyümmüşsün” dediklerinin belgesi.
Gözlerinden ışık saçarak gülen bir cadı… Emine’den…
Fare biblosu, Sevinç Erbulak’ın “ Bisküvi Adam” hediyesi… Kendisi “bıçkın fare” oynadığından…
On dokuz yaş tanığım Recep abi’ nine(tiyatronun değerli teknik ekibinden)hediyesi, kuş biblosu.
Şimdi; tüm bu saydığım objeler kitapların önünden kalkacak sonra da rafların ve kitapların tozu alınacak.
Yaptığım zamanlar olmadı değil ama çok da sık olmadığını itiraf etmek zorundayım.
Dahası var…
Masanın üstünde tabi ki bilgisayar ve dikiş makinesi, türlü renkte iplikler. Birden alakasız geldi değil mi? Geçen senelerde, uzun bir süre giysi tasarımı yapmıştım. O zamandan kalan.
Masanın alt rafında dergiler, A4 kâğıtlar, bir de arka yüzlerini kullanmadan atmak istemediğim senaryolar, tekstler.
İsveç de ilkokulların duvarında şöyle yazar: “bir defter yaprağı, bir ağaç dalı” ki İsveç, yüzde altmışı ormanlarla kaplı bir ülkedir. O ülkenin ilericileri, tahta bir eşya alacaklarsa ikinci elini yani kullanılmış olanını alırlar.
Ülkemizde; bilinse bile ciddiyeti kavranamayan bir “nefes” dir ağaç.
Annem, arkası boş olan tüm kâğıtları dörde bölüp alışveriş listesi yapardı. Ben de o geleneği sürdürüyorum.
Masanın altında, annemin kollu Singer dikiş makinası. Çocuktum; annem, anneannemden yadigâr kollu Singer makinayı verip onu almıştı. Nereden baksan 50 yaşında.
Anneannem; kendi makinası için, “bu makine denize düşse çalışır “dermiş. Beşiktaş’tan Bebeğe taşındıklarında, makine kamyondan denize uçmuş ve gerçekten de çalışmış.
Eski Singer dikiş makinaları, tamamen el yapımı ve mekaniktir. İhtiyaçları olan temizlik ve biraz da makine yağıyla beslenirler. Ağırdırlar, dijital ekranları yoktur, akıllı değildirler, insanla, sevgiyle çalışırlar sadece. Çok ağırdırlar.
Masanın altında, duvara yakın olan en alt köşesinde, bir kutu kristal avize taşı.
Güzin teyzem; karşı komşumuz.
Altı yaşım.
Bana İlk kitabımı hediye eden teyzem.
“Boyacının Penguenleri” binlerce kitabım olsa onun değeri paha biçilmez!
Güzin teyzem, altı sene önce bu dünyadan ayrıldı. Kızı Oya abla, İstanbul’dan taşındı. Senelerdir salonlarını aydınlatan avizenin taşlarını bana bıraktılar. İşte onlar durur masamın alt duvara yakınında.
Camın önündeki sehpada; Neşe Erçetin arkadaşımın çocuk oyunundan bir fotoğrafım… Onun hediyesi, çerçeveli.
10 sene olmuştur bu dünyayı terk edişi.
Terk edenlerden en “kalbini sevdiğim” Ayça Telırmak. Bu arada “kalbini sevdiğim” deyimi Ozan Önen’den ödünç aldığımdır.
Ayçanın taş baykuşları.
Gülsün; çocukluğumun tanığı, büyük keman çalan bir soytarı oyuncağı, onun yaptığı ebrular ama klasik değiller, atlar, filler, soytarılar.
Taşa çizilmiş Şahmeran resmi.
Şahmeran; ilk sahneye koyduğum çocuk oyunun afişi.
Kitaplar, kitaplar, resimler, dergiler 80 öncesi çıkarttığımız.
İçinde zamansız anıların durduğu defterler, mektuplar…
Şimdi bunlar nasıl temizlenir? Nasıl tozları alınır?
Temizlenirse eksilmez mi bir yerleri?
Anılar; üstlerinde toz olmazsa eksilmezler mi?
Ayrıca ben; ankastre ışıklı, araba galerisi gibi salonlarda, kişiliği sahibine ait olmayan evlerde yaşamak istemiyorum.
Benim yaşadığım mekânlarda biraz toz olacak, hikâyeler olacak, anılar olacak objelerimde.
Bir gün tozunu almak için(artık ne zaman olursa) elime aldığımda onları, çoğunun hikâyeleri mutlu sonla bitmese bile, o anın resmini kokusunu getirecekler.
Evet; benim yaşadığım mekânlarda toz hep olacak.
Varsın “pis kadın” desinler bana.
Ne kaybederim? Ben, bana benzeyenlerle buluşurum belki bu satırlarda.
“eskisi olmayanın yenisi olmaz” derler. Aslında bu deyim giysiler için kullanılsa da niye anılar için de kullanılmasın?
Uzun sözün kısası; içi boşaltılan dolap çekildi, boru tamir edildi, tekstlerin bir kısmı öğrencilerime verilmek üzere ayrıldı, anıların bir kısmı tozları alınıp yerlerine yerleştirildi.
Raflara ne zaman sıra gelir bilmiyorum.