Gece; karanlık bir yolda yürürken, ışıklı bir pencere görüp de içeriye bakmamak ne kadar zordur.
O pencere adeta çeker sizi içine. O anda ne ayıp vardır, ne da başka bir şey. Kimsenin fark etmediği, bir göz kırpması kadar bir zamanda bakıveririz içeri.
İstanbul’un herhangi bir kıyısından baktığınızda, mutlaka karşıda kehribar üstüne işlenmiş pırlantalar gibi binlerce ışıklı pencere görürsünüz.
Her pencerenin ardında neler yaşanıyor, hangi mutluluklar, acılar, hastalıklar, doğumlar, ölümler. O pencerelerin ardında kaç kişi yaşıyorsa o kadar hikâye; asla birbirinin aynısı olamayacak, parmak izlerimiz kadar farklı hikâyeler.
Ne kadar isterdim görünmez bir kuş olup, her gece en az yüz pencereye konmak. Ertesi gün bir yüz daha. Kim bilir nelere tanık olurdum.
Olurdum da, acaba tüm hikâyeleri sadece izleyerek anlamak şansım olur muydu? Sanmıyorum.
Aynı anne, babanın büyüttüğü üç çocuğun birbirine benzemez üç hikâyesinin olduğu ve bunu anne babanın bile anlamaya gücünün yetmediğini gözlemlediğimde, çok zor geldi bu görünmezlik fikri.
Ama merakım hala taze.
Vapurda ya da kahvede, görüş alanınınız içindeki her kişiye biraz dikkatlice bakarsanız, tam olmasa da her bireyin yaklaşık hikâyesini tahmin edebilirsiniz. Elleri, giyimi, kullandığı aksesuarlar, saçı hatta yürüyüş ritmi bile çok ipucu verebilir sosyal konumu hakkında. O kişi işçi mi, memur mu, öğrenci mi, ev kadını mı, şehirli mi, kırsal kesimden mi?
Esas mesele anlamak için bakmasını bilmekte değil mi?
İlk defa girdiğiniz bir evin hikâyesin kokusunu duyarsınız.
Her ev başka kokar. Çünkü o evde yaşananların bir benzeri olmadığı içindir bu başkalık.
Evlerin, sokakların, şehirlerin, ülkelerin hikâyeleri, insanlarınkine oranla daha geniş bir zamana yayılır. İnsan ömrünün yetişemeyeceği kadar geniş zamanlardır bunlar.
Eğer insanlar tarafından yok edilmezlerse de asırlar sürer ömürleri.
“Tarih” olur adları.
Kimi zamansa resimlere şiirlere, şarkı sözlerine konu olur.
Ömürleri uzar.
İnsanların hikâyeleriyse; roman olur, filim olur, oyun olur.
Hepsinin seyir değeri vardır.
Seyir değerleri ise; sana ait olmayan, senin dışında gelişen bir hikâyeye meraktır.
Aynı o ışıklı pencereden içeri bakmak gibi.
Seyir anında; bir roman, bir şiir okuduğunuzda, ya da bir hayat hikâyesi duyduğunuzda, zaman zaman ortak paydalar bulsanız da kendinizle, ya imrenerek bakarsınız ona, ya da iyi ki bunu ben yaşamıyorum dersiniz.
Yaşamınız devam ettiği sürece ona benzer bir mutluluğu ya da acıyı yaşamayacağınızdan habersiz. Bunu kim bilebilir ki?
“ ne korkunç bir durum bu” diyerek izlediğiniz hikâyenin yarın sizin başınıza gelmeyeceğini nasıl bilebilirsiniz?
“ ne kadar mutlular” dediğiniz bir durum için de aynı şey değil mi?
Yaşamın en güzel yanı, yarını bilmemektir.
Bildiğimiz tek hikâyenin, bizim hikâyemizin sonu ölüm değil mi? Tek bildiğimiz.
İnsan bencilliği ve egosu kendisine uymayan hikâyeleri hemen öteler, bir çeşit savunma mekanizmasıyla. Kolayca bir sonuca, yargıya varır. Kaçıp sıyrılmanın en kolay yolu, dâhil olmamaktır.
Kendi rahatı ve huzuru en önemlidir.
Kendi dengelerinin, nasıl hareketli bir düzlemde olduğunun farkına varmaktan kaçar.
Korkar ve güvenli alanını korur. Korumaya çabalar.
Empati kurmak; belki dengesini bozacaktır, ya da şimdiye kadar kurmuş olduğu ahlaki değerlerini altüst edecektir.
Bizler; oyunculuğu meslek edinmişler için oynadığımız her rol, kendi hikâyemizin üstüne bir başkasınınkini katma durumudur.
Rolün hikâyesine ulaşmaktır çabamız. Ne kadar ulaşırsak, metinde yazılan kişiye et, kan ve duygu veririz.
Ne kadar “o” olursak o kadar iyi oynuyor oluruz.
Can verdiğimiz kişiliklerin hikâyelerinin bizim hayat anlayışımıza, etik değerlerimizle aynı olmasının hiçbir önemi yoktur.
Önemli olan sebep ve sonuç ilişkileriyle ona ulaşmak, kavramak ve anlamaktık.
Ancak o zaman canlanır metindeki karakter.
Bu kural bence iyi şair ve yazarların da sorunsalıdır.
İnsana dair her şey, her hikâye onları ilgilendirir.
İlgilendirmelidir de. Bu ilgi için şair, yazar, olmak gerekmez.
Sadece “insan” olmak yetecektir.
Her hikaye değerlidir!
En az kendi hikâyemiz kadar!