Kuzey’in geceye benzeyen bir öğle vaktinde, binlerce çocuk yuvasından birinde öğretmen, üç le beş yaşındaki çocuklara köfte servisi yapıyor. Çocuklar doğal olarak sayıları bilmediklerinden öğretmen (aslında bu kişilere eğitmen demek daha doğru olur) , birinci köfteyi koyduktan sonra ikincisi için:
-Bunu da istiyor musun? Diye soruyor.
Çocuk oyun yaşında, her durumu oyuna çevirmek tek eğlencesi.
-evet. Diyor.
Sonra üçüncü ve dördüncü. Eğitmen her seferinde soruyor.
Sıra yemeğe geliyor. Tabi ki çocuk tabağındaki köfteleri bitiremediği için mızırdanmaya başlıyor ağlamaklı.
-yiyemeyeceğim diyor. Eğitmen:
-yemek zorundasın! Çocuk:
-neden? Eğitmen:
-çünkü tümünü sen istedin! Çocuk:
-ama bunlar çok! Eğitmen:
-o zaman isterken düşünmen lazımdı.
Çocuk bir müddet daha mızırdanır. Çünkü yemek bitmeden kalkmak da olmuyor.
Sonunda eğitmen:
-Tamam, bu seferlik yemeğe bilirsin, ama bir dahaki sefere yiyebileceğin kadar iste. Tamam mı?
-Tamam…
Üç yaşındaki bir çocuk; iki, üç ya da bir köfte yemeği seçe bilir. Üç köfte fazladır, bir ise az. İki saat sonra acıktığında seçiminin yanlışlığı anlatıla bilir. Bu olay birçok kez yaşana bilir. Eğitmen her seferinde aynı davranış biçimini gösterir. Sonunda, çocuğun anlamaması için de hiçbir neden yoktur.
Kışın; gündüzün gecelere benzediği karla aydınlanan bu ülkede, İsveç de, neredeyse tüm kadınlar çalıştığından anneler çocuklarını sabah 6.30 da ehil ellere bırakıp işlerine giderler.
Adım başı çocuk yuvası. Her Cuma, gün sonu toplantı zamanıdır. Temizlik görevlisinden eğitmenine müdürüne çalışan her kesin katılımıyla olur bu toplantılar. Sorunlar ortak konuşulur, çözümler aranır.
Orada, temizlikçiyle eğitmenin sorunları arasındaki değer, eşittir.
Duvarları ve yeri minderlerle kaplı bir odada çırılçıplak kız ve erkek çocuklar rengârenk boyalarla birbirlerini boyarlar. Birbirlerine dokununlar. Farklılıklarını görürler. O yaştaki çocuklarda “cinsiyet farkı” kavramı oluşmadığından sadece karsı cinse merak vardır. Korkusuzca dokunurlar birbirlerine. “ayıp” sız.
Yetişkin bir kadın ya da erkek, işte tam da bu yüzden, eğer karşı cinse özel bir şey hissetmiyorsa onun göğsü ile burnu arasında bir fark yoktur.
Orada en “ayıp” şey; çıplak bir insanın vücut kusurlarıyla alay edilmesidir.
Kuzey in bu sarı-kızıl çocukları; yaşları ne olursa olsun, aileleri ile yaşadıkları ev, giysileri, yiyecekleri, kendileriyle ilgili her şey de fikirleri alınan çocuklardır.
Ev badana mı yapılacak, duvarlar mı boyanacak, evin en küçük bireyinin onayı alınmadan karar alınmaz.
“Üç yaşındaki çocuk ne anlar salonun badanasının renginin mavi mi pembe mi olacağından”
Doğru, pek de anlamaz ama onunda bu konuda bir fikri olabileceğini, bir şeylere karar verebilme sorumluluğunun olabileceğini anlaması yeterli değil midir?
Bence bu hayati bir “ yeterliliktir”. İleride neyi “istemeyeceğine” dair vereceği kararların ön koşuludur bu yeterlilik.
“hayır” demek bilgisidir!
Beş yaşında bir çocuğun odasının kapısını vurarak giren bir anne, bize ne kadar yabancı geliyor değil mi?
Ya da “hangi giysilerinin yıkanmasını istiyorsun” diye bir soru?
Çocuk, kirli ve lekeli bir kazağının yıkanmasını istemeye bilir… Çoğu zaman da bu bir oyun ya da inatlaşma da olabilir. Arkadaşları, öğretmenleri “ne kadar kirli bir kazağın var” dediklerinde ancak bu tercihini sorgulayabilir.
Bunu sorgulayacak tek kişi de odur.
Sonuçta yıkanmasını istediği giysilerini kendisi gidip kirli sepetine atar. Ya da kirli giyme tercihini kullanır, zayıf bir ihtimal de olsa. “aman bu anne de çocuğunu ne kadar pis giydiriyor “ diye bir mahalle baskısı da olmadığından, çocuk seçiminden sorumludur.
Seçimler, olabildiğince “özgür” olursa ancak, seçmeme ve “hayır” deme yetisi o kadar gelişir!
Üzülerek söyleyebilirim ki; bu sorular ilk kez İsveç yıllarımda takıldı kafama. İlk önce çok şaşırdım yabancı olduğum bu ilişkilerle karşılaştığımda. 22 yaşın getirdiği aymazlıkla dalga bile geçtim çocuklarla kurdukları ilişkilerle. Sonra yıllar geçti, dili öğrenmeye başladıktan sonra “anlamaya” başladım.
İsveççe de bir sözcük vardır “ makt”. Türkçesi otorite, bir insanüstünde güç ve baskı uygulama. Günlük dilde çok kullanılan bir negatif eleştiridir.
“makt” ın hâkim olduğu bir yerde demokrasi yoktur. Derler.
Dili öğrenmeye çalıştığım yıllarda, içinde kısa hikâyelerin olduğu bir kitap geçti elime. Yazarını hatırlamıyorum ne yazık ki ama önemli bir yazar olduğunu biliyorum.
Çok etkilenmiştim hikâyeden ve Türkçeye çevirdim, belki bir gençlik oyunu olabilir düşüncesiyle.
Hikâye Sosyal Demokrasi’nin inşası döneminde bir köyde geçer. Köylülerin geçim kaynağı süttür. İneklerinden elde ettikleri sütü her sabah evlerinin önünde inşa ettikleri küçük kulübelerin içine koyarlar, belediye sütleri toplar, tartar ve ayda bir ödeme yapar.
Sosyal Demokrasi iktidarı neredeyse yüzde doksan oyla iktidara gelir. Bunun nedeni de memleketin en ücra kösesinde yaşayan halkın bu rejime ikna olmasıdır.
Yapılan eğitim çalışmalarında herkesin eşit söz hakkı ve kararıyla ülkenin yönetileceği esasıdır.
Bir gün köyün yerel gazetesinde bir haber çıkar. Artık sütler evlerden alınmayacak belediye binasının yanına bırakılacaktır. Çok da uzun bir mesafe değildir aslında. Kolayca taşınabilir bir yerdir. Bir kişi hariç, köyden hiç itiraz gelmez.
Sadece bir kişi “bu karar bana sorulmadan alınmıştır” diye itiraz eder. Tüm köylüler, bu itirazın anlamsızlığı konusunda ikna etmeye çalışırlar onu. “ Mesafe kısa, alt tarafı 50 metre taşıyacaksın güğümleri” diye.
Adam ikna olmaz ve tek başına bir direniş başlatır. Belediye süt güğümlerinin durduğu kulübeyi yıkar, o tekrardan inşa eder. Adamın çocukları da bu durumdan rahatsızdır. Bir gün babalarına artık bu tutumundan vazgeçmesini isterler.
Adam; “bakın çocuklar, benim için bu güğümleri 50 metre taşımak sorun değil, ama bu kadar basit bir kararı benim fikrimi sormadan alan bir yönetim, yarın benim fikrimi sormadan benle ilgili çok daha önemli kararlar ala bilir. Eğer buna itiraz etmezsem öbürlerine etme hakkımı kaybederim” der.
Neticede tüm köy bu fikre katılır.
Kıssadan hisse!
Sözün Türkçesi:
“ELİNİ VERİRSEN, KOLUNU KURTARAMAZSIN”
Çok etkilenmiştim bu hikâyeden 25 sene önce.
Şimdi çok daha fazla etkileniyorum.
“Demokrasi” bir kültür sorunudur.
Kökü aileden başlar. “ hayır” diyebilme özgürlüğüdür.
Bireylerin “Demokrat” olamadığı bir toplumda, bu sistemin oturmasının imkânı yoktur.
“ötekileştirmeden” yapılan tartışmalar ancak yeni fikirlerin doğmasına neden olur.
Birbiriyle taban tabana zıt iki siyasi partinin, kavga etmeden birbirlerini sonuna kadar dinleyen ama son derece sert tartışmalarını dinledim TV de.
Olof Palme katledildiğinde, sosyal demokrat parti iktidardaydı. Yüzde altmış oyla. İktidarda olan parti söyle bir kara aldı:
“biz yalnız ülkenin yüzde altmışını temsil ediyoruz o yüzden ulusal yas ilan etmiyoruz, bize oy vermemiş yüzde kırkı yok sayamayız”
Şaşırdınız mı?
Ben de çok şaşırmıştım.
İşvece gitmeyeli 20 sene oluyor. Birçok sosyal hakların Avrupa Birliği ile değiştiğini de biliyorum. Ama süt fiyatlarına yapılan zammın, tüm kadınlar tarafından protesto edileceğine de eminim.
“beni halkımdan mı koruyacaksınız” deyip, koruma görevlisi olamayan bir lideri yetiştirmiş bir Demokrasi kültürü.
Ehliyetini evinde unutmuş bir sürücüyü evine kadar getirip, evde çocuk varsa silahını şapkasını çıkartan polislerin olduğu bir Demokrasi.
Bir lider; küçük bir kilise avlusunda; her gün oradan geçen halkının bıraktığı, taze kırmızı güllerle anıtlaşan bir mezar. Granit bir kayada bir imza.
O kadar!
Demokrasi anlayışının, sadece seçme ve seçilme özgürlüğünün çok ötesinde bir kültür olduğunu bana öğreten beyaz geceli ülke.
Seviyorum seni. Ve teşekkür ediyorum her şey için.
Belki bir gün…
Kim bilir…
Umut bu ya…