“evet” nasıl bir onay sözcüğü ise “hayır” da tam tersi bir anlam taşır, tüm dünya dillerinde olduğu gibi.
Toplumsal ya da ikili ilişkilerde, “evet” onaylaması nasıl güzellikle karşılanıyorsa, “hayır” onaylamamasının aynı güzellikle karşılanmaması neden bu kadar zor?
İkisi de bir karar değil mi?
“Hayır” diyebilmek, çocuk yaşlardan öğrenilen, daha doğrusu öğretilebilen bir kavram, ancak biricik ailenin öğretebileceği, duygusal bağın derin dilinden yüreğe inen bir yolla. Ne istediğinin ya da neyi istemediğinin öğretilmesidir bu aslında, fikrinin sorulmasıdır, belki üç belki dört yaşında.
O anda anlamasa bile bunun bir başlangıç olduğunu düşünmektir ona fikrini sormak.
Bir soruya “evet” ya da “hayır” diyebilmenin sorunudur eğitim.
Kişiliğin oluşmasının başlangıcıdır.
Çocuğunuzun sizinle aynı düşünceyi paylaşmak gibi bir zorunluğu olduğunu düşünürseniz olmaz!
Ona kendini sorgulaması, ne istediğine karar vermesi için izin vermek bir anne babanın en büyük görevidir bence.
Çocuğun “hayır”, ya da “ben bunu istemiyorum” demesine ayıklıkla bakmak, saygı göstermek onun gelişmekte olan kimliğini izlemek ki sonradan bu kararının doğruluğunun ya da yanlışlığının tartışılabileceği güvenli bir ortam oluşmasını sağlamak.
Her evet’ in her hayır’ın bir bedeli olduğunun farkına varılması.
Her itirazına karşı çıkılan bir çocuk, yalnızca evet dediği zaman sevileceğini düşünmez mi? ister erkek olsun ister kız.
Bir erkek çocuk; her şeye rağmen istemediği bir şeye hayır deme cesaretini edinmişse, ileride karşısına çıkabilecek olan her hayır’ı olgunlukla ve güzellikle karşılayabilir.
Buna saygıyla da diyebiliriz, empati de.
Aksi halde hayır demeyi gerçekten öğrenememiş bir erkek için olumlanmamak, bir anda kişilik sorunu haline gelebilir.
Kadınla erkek arasındaki doğal güç dengesini de düşündüğümüzde; şiddeti oluşturan nedenlerden birinin koşulları da yaratılmış olur. Kişilik oluşması sürecindeki boşluklar hem erkeğin hem de kadının sırtına yüklenen bir kambur gibi nesilden nesile taşınır.
Kız çocukların mutlu olabilmesi için uyumlu, itaatkâr, sabırlı olmaları, erkek çocuklarınsa onları koruyup kollamak, evin direği olmak kadına sahip çıkabilmek gibi öğretilmiş değer yargıları ile toplum oluşur.
Ataerkil inanç ve değer yargıları kültür seviyesine göre biraz farklılık gösterse bile, toplumun her kesiminde görülür.
İnançlar; her ne kadar “cennet anaların ayakları altındadır” dese bile, hayatın kendisinde çok başka kurallar işler.
Sosyal hayatında “hayır” diyemeyen erkek, evde küçük bir şeye itiraz eden karısından çıkartır bunun acısını. Erkek ve kadın rollerinin belirlendiği aile yapısında kadın, “huzurlu” ve “mutlu” olabilmek için ona öğretilenin dışına çıkmayı bilmez. Çok fazla itirazla kocasını kaybetmeyi istemez.
Çocuklar yetiştirir.
Ya kendi ailesinin dışındaki kadınlar kimlerdir?
Ona benzeyenler kabul görür. Ya benzemeyenler? Kolayca yargılanabilir. Kadınlar arası bu çatışma aslında erkeğin gözünde bir üstünlük savaşıdır. Daha güzel, daha ahlaklı, daha iyi ev kadını, hep bir diğerinden üstün ve beğenilir olma çabası.
Bir de bakmışız ki bir erkeğin değer yargılarıyla bakıyoruz birbirimize.
Çok canımı acıtan bir haber okumuştum bir yerde. Tecavüze uğramış ve tecavüzcüsünü yaralamış bir kadının mahkemesindeki kadın savcı “ben hiç tecavüze uğramadım” demiş. Yani ne demek bu? “ ben düzgün bir kadın olduğum için benim başıma böyle bir şey gelmiyor”. Bu nasıl insanlıktan uzak bir yargıdır.
Ne kadın ne erkek, birinin rızası olmadan yapılan her hareket illa tecavüz olması gerekmiyor taciz, istismar, mobing değil midir?
Orantısız güç kullanmak, aşağılamak, ötekileştirmek de aynı oranda insanlık suçudur!
Daha doğrusu suç kabul edilmelidir!
Örneğin İsveç te, alkollü biri her ne taşkınlık yaparsa yapsın ancak etkisiz hale getirilebilir. Darp etmek çok büyük bir suçtur!
Gelelim ana meselemize.
Erkek; toplumda bir Erk’e sahiptir, hem kurumsal, hem ahlaksal. Bu durum zamanla inşa edilmiş sosyal bir süreçtir.
Ya kadın?
Ezilen, öldürülen, ihanete uğrayan, satılan ama bu sorunsalın da tam göbeğinde yer alandır!
Erki zalimce kullanan erkekleri yetiştiren bu kadınlar değil mi?
Bir çocuğun yetişmesinde özellikle erkek çocuklarda annenin eğitimi neredeyse asaldır.
Anne demek, ilk duygusal ilişki, ilk dokunuş, ilk gerçek bağ demektir.
Eğer bizler; kadınlar birbirimizle olan ilişkilerimizde derine inmezsek, öğretilenin dışında bir farkındalık yaratamazsak, kafamızdaki şeffaf fötrleri çıkartmazsak, bir tecavüzcüyü, bir katili de bizim yetiştirdiğimizi unuturuz.
Geçenlerde sosyal medyada bir video izledim ve dehşete düştüm.
Bir düğün, damat geline şöyle gerilip bir tokat atıyor gelin yere düşüyor. Bu bir güç gösterisi ve buna en çok kadınlar gülüyor. Durumun farkında bile değiller. Hani “seven erkek döver” diye de bir laf duymuştum bir zamanlar.
Gün gelip o kadın anlaşamayıp kocasından ayrılmak istediğinde de “kadın cinayetleri” sokak ortalarında, kanlar, ağıtlar, ağıtlar… Ağıtları yakanlar da muhtemel düğünde o koca tokadına en çok gülenlerdir.
Biz ne zaman bu duruma geldik?
Dünyanın bir yüzyılında, beraber savaşıp beraber avlanırdık unuttuk mu? Çocuklarımızı beraber büyütürdük.
Ne zaman giydik bu fötrleri kafamız.
Tüm bunları fark etmek belki sorunu çözmeye yetmeyecek ama çözümün başlangıcı olabilir, nesiller değiştikçe.
21 Aralıkta Cihangir Tatavla sahnede yönettiğim Fatma Özcan’ın kaleminden “İKİ KADIN”, senelerdir hayata geçirmeye çalıştığım projemdi. Metnin sevdiğim özelliği, sorunsala kadın açısından bakmasıydı. Güzel bir çalışma oldu, bir ekip çalışmasıyla oyunu yaşattık.
Biliyorum çok yolumuz var, ama bir yerinden başlamak lazım.
Daha güzel, sevgi dolu, insanca yaşayacağımız bir dünya mümkün, hep birlikte.