Risk almak kavramını düşündüğümde çeşitli yerlerde ve zamanlarda okuyup not aldığım defterime gittim önce.
“Yapabileceğimi bildiğim şeylere güvenmekten ziyade, çirkin bir sürpriz riskini tercih ederim” Helen Frankenthaler.
“Hata yapmaktan kaçınmanın tek yolu, yeni fikirlere sahip olmamaktır.” Albert Einstein.
“Bildiğiniz şeyin sınırlarına geldiğinizde, bazı hatalar yapma zamanı gelmiş demektir.” Robert Kiyosaki.
“Risk aldığınız ya da rahatlık alanınızın dışına çıktığınız her seferinde, kendiniz ve potansiyeliniz hakkında daha fazla bilgi edinmek için harika bir fırsata sahip olursunuz.” Jack Canfield.
“ Hiçbir zaman tehlike olmaksızın başarıyla sonuçlanan bir şey olmadı.” Niccolo Machiavelli.
“Riskten uzak durmak, hayattan uzak durmaktır.” Pat Mesiti.
“Senin almaya cesaret edemediğin riskleri alanlar, senin yaşamak istediğin hayatı yaşarlar.” Sokrates.
Daha onlarcası var bu tanımlamaların, ama benim için en basit ve anlaşılabilir olanı;
“Bir şeyi seçer, bir şeyi kaybedersin. Ya da hiçbir şeyi seçmez, her şeyi kaybedersin.
Bir şeyi seçmek, bir değil birçok şeyi kaybetme riskini taşır içinde. Seçimse, verilen kararlardır, isteklerdir, arzudur. Bu uzun gibi görünen ama kısacık ömrün nasıl geçireceğinin kararıdır.
Genel geçer değer yargıları, doğrular ve yanlışlar üstünedir toplumda.
Bir davranışa bir eyleme doğru ya da yanlış demek, kısa yoldan olumlu ya da olumsuz yargı içerir. Rahatlatan bir duygudur bu aynı zamanda, güvende hissettirir insanı.
Doğrunun ve yanlışın nasıl zaman içinde birbirine dönüştüğünü, yani görece kavramlar olduğunu düşünmek, düşündürtmek “ güvenlik” açısından türlü riskler taşır.
Doğrular ve yanlışlar, kişiye göre değişir. Değişmeyen tek şey gerçeklerdir.
Seçim ve kararlarda; kendi duygu ve düşüncende doğruluğuna ikna olmuyorsan bence baştan hiç girme bu yola. Bile bile kaybetmekten başka hiçbir işe yaramaz. Ya da herkes yanlış dese de, eğer sen doğruluğuna inanıyorsan sonuna kadar git derim. Yolun sonunda eğer kaybedersen de yine kazançlısın demektir. Çünkü bir daha asla aynı yola girmemeni sağlayan bir deneyim yaşamış olursun, dolayısıyla başka yollar ararsın.
Bu yolda kaybetmek, gerçek bir kayıp mıdır?
Ya da başka bir açıdan söylersek; senin bir sene önce “doğru” bildiğin bir yol, bir sene sonra “yanlış” olabilir.
Aradaki süreç; yani zaman, sadece deneyimlemeden ibarettir. Doğru bildiğin bir yolda deneyimlemeye izin verebilmek cesaretidir sadece.
Bilimde, sanatta ve de hayatta bu kuralın değişmediğini düşünüyorum.
Dünyamızın en büyük keşiflerinden biri de dinamittir. Alfred Nobel; nitrogliserinin basınç ve sıcaklık etkisiyle güçlü bir patlamaya neden olabileceğini keşfetti. Deneylerinde patlamayı kontrol altına alamadığından kız kardeşi Emily’nin ölümüne sebep oldu ki inatla yürüttüğü çalışmalarının sonucundaki en büyük başarısı patlamayı denetime almasıdır.
Şimdi; biz Nobel’e katil diyebilir miyiz?
Kim bilir 1800 li senelerde “katil” diyen bir çoğunluğun olduğuna inanıyorum. “Abuk sabuk işlerle uğraşıp kardeşinin ölümüne neden oldu” diyenler yok muydu sizce de?
Çoğunluğun değer yargıları sonsuza kadar egemen olamaz. Tarihe objektif baktığımızda bir tek bu gerçekle karşılaşırız. Hiçbir şeyin olduğu yerde, değişmeden kalamayacağı gerçeği.
Hitler döneminden çok iyi bilinen bir fotoğraf vardır. Bir güruh insan, şevkle Hitler’in o bilindik selamını veriyor, ama bir kişi elleri koltukaltlarında öylece duruyor. Muhtemelen o adam öldürülmüştür. O güruhtan da birçoğu, belki de hepsi ölmüştür savaşta.
Tarihe kalansa; sapık faşizmin enkazının yanında o isimsiz adamın hayatı pahasına direnişidir. Daha büyük bir risk var mıdır?
Bu gün ben bu yazıyı yazarken onu hatırlıyor ve öğreniyorsam hala, aldığı riske değmez mi?
Yoksulluk içinde delirerek 37 yaşında ölen Hollandalı ressam Van Gogh, kendinden önceki çok sağlam sanılan resim geleneklerini bir hamlede yıkmıştır. Yaşarken sadece tek bir tablosu satılan Vincent Van Gogh, çizgi fırça tuşları ve ilk kez çalışan insanları resimlerine konu etmesiyle yeni bir akım başlatmıştır.
Bu örnek de benim için hayatı pahasına alınan bir risktir, tıpkı o Hitler selamı vermeye direnen isimsiz adam gibi.
Netice Van Gogh kaybetmiş midir sizce?
Dünyaca ünlü yazarlara, şairlere, tiyatroculara bakıyorum. Nasıl gelmiş bu başarı onlara.
Hayatlarını okuyorum.
Kafka, Nazım Hikmet, Mayerhold, Darİo Fo, Brecht, Picasso, Frida, Fikret Mualla, Özdemir Asaf, Sabahattin Ali, Lorca, Dostoyevski, Stefan Zweig, Aristo, Sofokles, Platon, Rodin ve daha yüzlercesi.
Şimdilerde, herkesin eserlerini bir nefeste okuduğu, hayır okuduğu diyemeyeceğim internetten bulup sosyal medyada paylaştığı bu değerlerin hayatlarını kim merak ediyor acaba? Ya da merak edenler var mıdır?
Onları bu kadar etkileyen, dokunan, düşünmediklerini düşündürten, insana dair tüm zaafların gizli ama kirlenmemiş duygularını gösteren bu değerlerin neler yaşadıklarını merak eden var mı?
Nasıl böyle yazılır?
Nasıl böyle çizilir?
Konservatuar yıllarımda, o zaman bu kadar çok kitap yayımlanmazdı ayda üç beş roman sadece, hocam Melih Cevdet Anday’la sohbet konusu açmak için yeni çıkan bir kitap hakkında düşündüklerini sormuştum. Soruya soruyla karşılık vermişti.
Kim çevirmiş?
Yazarın hayatını okudun mu?
Hangi dönemde yaşamış?
Hangi ülkede?
O dönem hangi sosyal olaylar varmış?
Tabi ki sorularına yanıt alamadı. O zaman da; “sen bunları bir araştır, romanı bir daha oku öyle konuşalım” dedi. Aldığım en büyük derslerden biriydi.
Okumak ve anlamak çok başka şeylerdi.
Fransa da bir sergide Miro’nun daha önce hiç görmediğim bir tablosunu gördüm. Tablonun bir köşesine sahici kuru bir yaprak koymuştu. Anlayamadım nedenini ilk bakışta. Sonra broşür yazısını okudum. Franko dönemi, mültecilik yıllarında yaptığı bir tabloymuş. İspanyadan, ana vatanından yanında getirdiği bir yaprakmış o.
“belki tablo ispanya kokar” demiş, gerçekten de kokmuş.
“iyi duygularla kötü sanat yapılır”, bu tanımın kimin olduğunu bilmiyorum beni affetsin ama çok doğru olduğuna inanıyorum.
Acıyı, bir derdi bir başka yoldan ifade etmek ihtiyacı değil midir sanat yapıtı.
Sanatçının bir derdi vardır. Derdi olmayanın ne işi var hayatı pahasına sürünün dışına çıkabilmek riskini almaya?
Stefan Zweig; son günlerde tekrar okuduğum bir yazar.
“Bir kadını hayatından 24 saat”. Uzun öyküsü.
İki çocuklu evli bir kadının genç bir adamla kaçmasıyla başlar öykü. Toplum kadını infaz eder, yargılar. Savunan tek bir kişi vardır, bu savunu yaşlı bir kadını etkiler ve seneler önce yaşadığı ve kimseyle paylaşmadığı bir 24 saati onunla paylaşır. Kendine bile itiraf edemediği çok derinde ama bir o kadar da birçok kişinin yaşayıp da irdelemediği zaaflarıyla, insana dair zaaflarla da yüzleşir aynı zamanda. Çok diplerde, unutulmuş gibi görünen bir zaafla hesaplaşmadır bu.
Böylesine duyarlı bir çözümlemeyi yazanın bir erkek olması, toplumun öğretilmiş “ahlak” kurallarına insanca, gerçek bir başkaldırıdır. Bu çoğunluğa bir meydan okumadır.
Bu duyguları hala hissedebilen ve de yaşama cesaretini gösteren kadınlara bir ağıt gibidir bu yazarlar.
Hiç tavizsiz, insanın keşfine adanan bir hayat.
Avrupa’nın Hitlere köle olduğunu görerek umutsuzluğa kapılan Stefan Zwaig, 1942 yılında karısıyla beraber intihar etti. Bu duyarlılık, yaşanan insanlık dışı dünyaya dayanamadı hepsi bu. Ölümleri bile bir başkaldırı.
Hala beni aydınlatmaya devam ediyorsa bu kitaplar, ben o acıların da bir toplamıyım demektir.
Çoğunluktan farklı düşünmek ve hayata geçirmek; acılı bir yalnızlık olsa da, bu riski göze almaya değmez mi?
Düşündüğün ve hissettiğin gibi yaşamak ve de üretmek ancak seni “insan” yapar.
Çoğunluk belki sana “deli” diyecek. Varsın desinler. Sürüde bir akıllı olmaktansa seçimim deliliktir.
Aşk da bir çeşit delilik değil mi?
Aşkın, beyni ve düşünceyi yaşam enerjisiyle dolduran o büyülü kimyasını sonuna kadar yaşayıp, sonunda o büyülü esrik, ölüme benzeyen acıyı çekmek ya da bu acıyı göze almadığın için o yaşam enerjisinden nasibini alamamak.
Seçim senin.
“Acı korkaktır” der Stefan Zweig.
Üzülmemek için, size bin bir hediye veren unutulmaz anılardan nasıl vazgeçilir.
Bir gün; durup , “ ben ne yaşadım diye düşünürken bulursunuz kendinizi.
İşte bu da bir secim… Neyi kaybettiğinin farkında ol yeter.