Gel sana bir ıtır fidanı vereyim ister misin? Her dokunduğunda parmak uçlarında kokusu kalsın. Parmak uçlarında iz bırakacak başka bir şeyin yoksa, değerlidir hediyem. Onu, yumurta kabuklarıyla karıştırdığın bir toprağa ek, bak ne gönüllü olacak yaşamaya. Ömrü bizden fazla olacak toprakta. Çiçeği olmadığından hor görme onu, sıradan davranma, sadece yeşili var diye. Dokun ona, bak neler olacak.
Yine geldik “güzellik” kavramına.
Manolya güzeldir, çok da güzel kokar ama kıskançtır kokusuna, dokunulmayı istemez. Siyaha dönüverir beyazı. Bak, ıtır kaprissizdir, çok dikkat de çekmez, sana kokusunu karşılıksız verir.
Yeter ki ona bir dokun. Mütevazı duruşunda; koklanmayı değil, dokunulmayı bekler yeşiline.
“Dokunmak” insanoğlunun beş duyusundan biri. Görme, işitme duyusundan daha az değerliymiş gibi görünür sanki. Daha az hayati bir değer taşıdığı da düşünülebilir. Diğer duyuların kaybını az çok biliyoruz yaşamasak bile, görüyoruz çevremizde. Zor bir durum ama beyin, eksik olan duyuları yerine koyamasa bile yardım ediyor insana. Görme duyusunu kaybetmiş olanlara daha çok işitme duyusu veriyor. İşitme duyusunu kaybedenlere de daha çok görme.
Düşündünüz mü hiç; dokunma duyunuz eksik olduğunda acaba hangi duyunuz güçlenirdi?
Bilemedim…
“Dokunmak” fiilinin Fransızca da kullanımı çok ilgimi çekmiştir.
“ Toucher”.
Her dil; bir “mantık” derler ya, tam da bunun karşılığıydı bu ilgi. Türkçede kullanımından farklı bir mantıkta kullanıyorlardı bu fiili.
Örneğin bir oyun seyrederler, şu oyuncu bana “dokunmadı” derler. Ki biz Türkçede böyle bir deyim kullanmayız. Biz, belki “etkilemedi” diyebiliriz. Ama bence, “etkilemek” le “dokunmak “ arasında ince bir fark var.
Non-figüratif bir sergiye gittiğimizde ya da kübik bir resim sergisine; 20 tane resim varsa, size belki iki tanesi “dokunur” bir başka deyimle “beğenirsiniz”. Önemli olan bir şeylerin sizi içine çekiyor olmasıdır. Bir Kandinsky resminin ne anlattığını kim söyleyebilir ki? Ancak ressamın hayatını bilenler bir anlam yükleyebilir resmine. O da sanatçının isteğiyle örtüşür mü? Bilinmez.
“dokunan” her ne ise, renk olabilir, ya da sahici bir duygu, tiyatroda sahneden aşağıya, seyirciye ulaşan.
Bir şeyleri hareketlendirir bu “dokunma”.
Pina Bausch ‘dan bir dans gösterisi izlediğimde, bana çok derinden “dokunduğunu” bilirim. O yüzden de dans tiyatrosu dendiğinde ilk tercihlerimin arasındadır Pina. Teması vardır sadece, gösterilerin konusu lineer bir çizgi izlemez. Yani “düz bir çizgi”. O yüzden bazı seyirciler “hiçbir şey anlamadık” da diyebilir.
Seyir durumunda, düz çizgilere alışmış olmamızdan mı kaynaklanıyor bu “anlamamak” durumu acaba? Başlangıç, gelişim ve sonuç seyretmeye mi alıştık hep?
İnsan beyninin çalışması, düz bir çizgide midir?
Beyinde; birçok duygu, düşünce, imaj, anlık durumlara tepkiler, hep iç içedir ve aynı zamanda.
Ama içinde yaşadığımız sistem, düşünme yetimizi, düz bir çizgiye getirmek üstüne özenle çalıştığından mıdır “dokunma” duyumuzun azalıp, yerine “beğenmenin” geçmesi.
Bir sanat yapıtının “dokunması için” illaki “anlaşılır” olması mı lazım?
Ya da, beğenmek için, anlamak olmazsa olamaz mıdır?
Bir Kürt ağıtıyla, bir İspanyol ağıtı, dillerini anlamamıza rağmen aynı şekilde dokunmuyor mu size?
Bu; bir başka yazı ve tartışma konusu aslında.
Aşk da buna benzer bir şey değil midir?
Herkes sana dokuna bilir, ama bir kişi, bir başka “dokunur”.
Henüz bu kimyanın formülü çözülemedi.
Güzel bir yazı, bir kitap okursunuz. Yazarın beyin kıvrımlarına, dokunursunuz. Bu güne kadar düşünmediğiniz bir yola götürür sizi. Itır kıvamında kokulanır beyniniz. Bir büyü oluşur. Büyü bu ya, tüm duygularınız hareketlenir.
Mutlu olursunuz.
Mutlu olmak için, “dokunma” duyusunun daha çok farkına varmanın zamanı geldi mi acaba?
“Dokun” bana demekten çok “ dokun-ma” sözcüğünü mü kullanıyoruz sıkça?
“tiyatroma dokunma”
“ağacıma dokunma”
“düşünme özgürlüğüme dokunma”
“gazeteme dokunma”
“yazarıma dokunma”
“sanatçıma dokunma”
Ve birçok “dokun-ma” çeşitlemesi.
Farkında olmadan, “dokunma” duyumuzu yitiriyor muyuz?
Ne dersiniz?
Hadi, tam da zamanı ıtır fidanını suya koymanın, bir hafta sürer köklenmesi.
“dokun-ma” lara inat!