Güneşli bir İlkbahar öncesi soğuğunda, Göztepe parkından geçtim bu gün. Tam bir Melih Cevdet havasında.
Niye İstanbul gibi bir deniz şehrinde parklarda, meydanlarda fiskiyeli yapay havuzalar tasarlama ihtiyacı duyulur anlamış değilim. Su görmek tabi ki bir ihtiyaçtır ama çöllerde. Bunu bir başka kültüre öykünmek olarak değerlendirebiliriz. Neyse geçelim…
Manolya ağaçlarını budamışlar, budadıkları dalları atmak için bir köşeye yığmışlar. Belli ki sabah erken bir saatte yapmışlar bu işi ki, yapraklar hala parlak ve canlılar. Bir ağacın budanmasının daha iyi gelişebilmesi açısından önemli olduğunu biliyorum, hani sağlıklı bir insanın kan vermesi gibi. Budanmış dallardan onlarca mis kokulu manolya ağacı yetiştirilemez mi, köklenmez mi o dallar diye düşündüm. Bilmiyorum… bu yaşıma kadar bunu bilmem lazımdı diye düşündüm sonra.
Apartmanda doğdum ben. Kapı zili, otomatik, kapı kamerası, asansör. Ne zaman kapımı açtığımda toprağı görmeye başladım, o zaman başladı toprakla ilişkim. Yaşama devam edebilme sevinçlerime bir kalem daha eklendi geç de olsa.
Yerde çaresiz yatan manolya dallarına baktım, el çantamdaki alışveriş torbamın içine dört tane bol yapraklı dal koydum. Belki köklenir umuduyla eve getirip suya koydum onları. Şimdi bakıyorum, o muhteşem kokulu beyaz çiçekleri veren kesilmiş dallara. Çiçeklerine aşk şarkıları, şiirler yazılan o dallara. Sevgiyle özdeşleşen o beyaz çiçeğini hayal ediyorum, koklanınca solan. Cilalı gibi koyu zeytin yeşili, güneşe bakmayan yanları garip ve hiç bir renk adıyla tanımlanamaz, sanki açık bir kahverengi gibi. Çok güçlü görünüyorlar çok, ama kök verirler mi bilmiyorum.
Ama bir köklenirlerse öfkem çok artacak!
Son bir senedir tüm dünyayı eşitleyen bir durum yaşıyoruz, ya da eşitlemek üzerine bir şeyler, aklım yetmiyor. Bir gün yaşarsak nedenini görebiliriz. Sanki bir bilim kurgu filminin içindeyiz, senaryosunu bizim yazmadığımız. Sarılmanın, kucaklaşmanın öpüşmenin ne demek olduğunu, yoksunluğunun ne demek olduğunun farkına vardığımız bir koca yıl. İnsani duygularımızın, haklarımızın, özgürlüklerimizin bir şekilde kısıtlandığı, yarınlarımıza plan yapamadığımız bir 365 gün.
Ben; yaşamın, doğanın bir kanunu vardır ona inanırım.
Bir şey hiç bir zaman ne tam iyi ya da tam kötü olmaz. Kötü içinde iyiyi barındırmazsa her şey son bulur, ya da tam tersi.
Önceden hiç bilemediğimiz bu 365 günün bizde yarattığı olumsuzluklar saymakla bitmez, ekonomik ve psikolaojik olarak. Ama bu olumsuzlukların tam da ortasında tuhaf ve şimdiye kadar hiç dikkat etmediğimiz bir şey yok mu acaba? Zamanın hızını azaltması, bizim bir şeylere biraz daha farklı bakmamızı sağlamadı mı?
Acı da verse doğanın avantajsız bir parçası olduğumuzu duyumsamak, diğer canlılardan tek avantajımız olan aklın ve o çok değer verdiğimiz paranın hiç bir işe yaramadığını görmek.
Bu dönemde; bir kedi bir köpek bir kurt bir solucanın yaşama hakkından daha az yaşama hakkımız ve şansımız olduğunu düşündünüz mü hiç ki biz insanlar onları bazen can bile kabul etmezken.
Niye yaşatmaktan yana kullanmadığımız aklımıza bin küfür etmiyoruz hala!
Canlıların içinde kendimizi “ari ırk” görmenin ne kadar zavallı ve aciz bir “erk” olduğu gerçeğini kabul etmezsek yok olacağız, yok edeceğiz!
Bir meyve çekirdeğinin, küçücük bir bitki tohumunun, senin rahmindeki yumurta, ya da sperminle aynı olduğu gerçeğini görmek bu kadar mı zor?
Bir kiraz ağacı, yakınında bir başka kiraz ağacı olamadan meyveye duramıyor.
Hep aynı kural işliyor doğada… Sen de onun bir parçası olduğunu düşündün mü hiç?
İnsanoğlu… o kadar korktun ki ölümden üreyemedin, öpemedin, sarılamadın. Tüm insani özgürlüklerin alındı elinden.
Ama bak doğa öyle mi? Bak hayvanlara börtü böceğe, onlar sanki daha şanslı senden.
Bir düşün, aklın nerede işine yaradı, nerede senin ölümüne neden oldu.
Bir önerim yok bu konuda.
Sadece, sanki biraz yeniden düşünmek zamanı!