Bir varmış bir yokmuş.
Dünyanın yüz haneli yaş zamanlarında; ormanın denizle öpüştüğü bir kumsalda bir kadın yaşarmış. Dünyanın yaşı kadarmış yaşı, takvimsiz.
Gözlerinin rengi baktığının rengini alırmış ya da baktığının rengine dönüşürmüş gözleri.
Ceylan bacaklarının hızına yetişemezmiş fırtınalar.
Güneşte sarı, karda boz rengi saçları topuklarını örtermiş de koşarken rüzgârıyla oyun oynarmış keklikler.
Soğuk kış gecelerinde saçlarını dolayıp güzel vücuduna zeytin ağaçlarının kucağında ısınırmış.
Güneşte; kumdan bırakırmış saçlarını denize, balıklara oyuncak olurmuş dalga dalga.
Yağmurda yıkayıp, rüzgârla dans ederek kuruturmuş onları.
Eğilip öpermiş boynunu erguvanlar, incitmeden.
Gece kuşları, en güzel bestelerini onun için yaparmış.
Bin baykuş mavisi aydınlatırmış yolunu karanlıkta.
Korku bilmezmiş o yüzden.
Siyahla beyazın, karanlıkla aydınlığın dost olduğu zamanlarmış.
Yalan, ihanet ve aşk yokmuş.
Günlerden, gün gökkuşağındayken gökyüzünde, gözünün rengine bir hayal düşmüş.
Yok, hayal değil gerçekten görmüş ve gördüğüne dönüşmüş.
Saçlarına benzer saçları, gözlerine benzer gözleri ama pars bacaklı boğa omuzlu, ona hiç benzemeyen gözünün rengine dönüştüğü bir erkek.
Gökkuşağının yedi rengi beyaza dönmüş.
Yer gök birbirine girmiş fırtınasız.
Ve dokunmuş ilk; omuzu boğa, bacağı pars erkek, kadına.
Kadın dokunuşa donanmış.
İlk kez hissetmiş kalbini, sol memesinin altında.
Korkmuş tüm vücudunda duyduğu sesinden.
Erkek; elini tutmuş ve göğsünün üstüne koymuş.
Bir yaz fırtınası şimşeğiyle aydınlanmış yer gök. İlk kez korkmuş kadın.
İki kalbin sesinden, bulutlar, kuşlar, sincaplar kaçışmış yuvalarından.
Sonra sarılmışlar; kadının yüzü, erkeğin göğsü olmuş, erkeğin yüzü, kadının boynu.
Bal ten, bal ter olmuşlar.
Yer, gök, deniz, orman, yok olmuş. Yok olmuş onlardan gayrı tüm canlılar.
En son duydukları martıların çığlıkları olmuş.
Sonra sessizlik.
Kurt sürüsü kadar çocukları olmuş.
Sonra…
Sonrasını bilmiyorum.
Bir varmış diye başlayan masal, aslında yok muymuş?
Bence; bir varmış ve hiç yok olmamış tek masal bu olsa gerek.
Bu masal, hani masal ya, olması gerektiği gibi yaşanmış ve bitmiştir herhalde.
Yaşamın özsuyu aşk; yaşamayı değerli kılma çabasındaki tüm canlıların sahip olduğu ve olmazsa olmazı.
Şiirlerin, romanların, öykülerin, resimlerin en sayılmazı, aşk üstünedir herhalde.
Ve de tüm söylemler, tasvirler bir yerinden eksik kalmıştır. Tam tarif edilememiştir formülü, kimyası.
Hala o masala ulaşma umudunu yitirmemiş insanlar olduğu müddetçe de bu eksik söylemleri tamamlayabilme çabası da hep olacaktır.
Çünkü aşk; yaşamın öz enerjisidir, ekmek, su, hava kadar vazgeçilmezdir.
Mantığın, düşüncenin kirlenmişliğine bir başkaldırıdır. Masala dönüşme arzusudur.
Bazıları; aşkla sevginin birbirinden farklı duygular olduğunu savunur.
Aşk; imkânsızı sevmektir, aşk hastalıktır, aşk tutkudur, aşkta mantık yoktur, aşk kısa sürer gibi tanımlarla sevgi den ayırırlar aşkı. Evet; aşkta tutku, arzu yoğundur. Mantık ikinci plandadır.
Ama bence en önemli fark; aşkın bin çeşidi yoktur. Çünkü o iki insan arasında var olan tarifsiz bir çıldırmadır.
Masala dönüşmektir.
Sevginin bin çeşidi vardır.
En önemli nokta ise, yine “bence” diyeceğim, aşk sevgiye dönüşebilir.
Sevgi aşka dönüşemez.
Ne çok sevgisi vardır, sevebilenin.
Doğaya, canlılara, çocuklarına, akrabalarına, mesleğine, bir resme, bir kitaba, bir yazara saymakla bitmez.
Aşk öyle mi?
Aşk; o masaldaki “ bir yokmuşları” “ hep varmışa” döndürecek kadar büyük bir yaşam enerjisini taşıyabilecek güçtedir.
İki insan arasındaki o büyülü ve akıl almaz durum tüm vücut kimyasını değiştirir.
Zamanı, mekânı öyküleştirir.
Aşk tüm gereksinimlerimizi yeniden belirler.
Günbatımının renkleri bine katlanır.
Her yağmur tanesi kristallere dönüşür de gökkuşağının renklerini yayar dünyaya.
Büyülü anlar toplamıdır aşk.
O giderse nefes de biter sanki.
Aşk; duyguların en şaşkın noktasıdır. Oradan inmek için önce oraya ulaşmak gerekir.
Gözündeki çocuğun ölmesine izin vermeyen insanların umarsız cesaretidir aşk.
Günahı göze alabilmektir.
Aşk; duyguların en dokunulmadık, en ilkel, en saf, öz biçimidir. İki insanın birbirini koşulsuz istemesi, bir olma tutkusu.
Ölmeyecekmiş gibi yaşamanın tek yoludur.
Acısı bile yaşamın enerjisine ortaktır.
Yeri, zamanı, şartı, mantığı, yaşı yoktur. İlkeldir.
İlke, masala dönmek cesaretidir.
Bir varmış bir yokmuşa inat, hep varmıştır.
Akıl tutulmasıdır.
Aşk varılacak bir nokta değil, o noktaya giden yolun kendisidir.
Karşılığını bulmuş aşklar, sarıp sarmalayan, bencillikten uzak bir sevgiye dönüşür ancak.
Tek taraflıysa da “ben seni seviyorum, bundan sana ne” diyebilecek bir hale gelmektir.
Yaşar Kemal’in “ Ağrı dağı efsanesinde” Gülbaharın Ahmet’e dediği gibi.
“sen yaşa, istersen kurt sürüsü kadar çocukların olsun dağlarda, yeter ki sen yaşa”
Bu, aşkın gerçek bir sevgiye dönüşmesinden başka ne olabilir?
Aşkta; o giderse kolun bacağın gider, nefessiz kalırsın, ölüm gibi bir duygu eğer sevgiye dönüşürse sen mutlu ol benle ya da bensiz yeter ki mutlu ol söylemine dönüşür.
Aşk; iki insan arasında gerçek sevginin tohumudur.
O masalı hep hatırlayalım derim ben. Doğanın vazgeçilmezini.
Şimdiki aşklar; değil masallardaki, kırk sene öncesi gibi bile yaşanamıyor olsa da, son eksik söz:
Sahici yaşanmış her aşkın hayatın bir yerinde karşılığı vardır.
Unutulmaz.
Aşkın cesaretinin dünyayı değiştirecek sevgilere dönüşebilmesi umuduyla.