Dünyada öyle meslekler vardır ki, insan ömrünün sadece bir dilimini değil tümünü kapsar.
Muhsin Ertuğrul’un deyimiyle “yapamayabiliyorsan yapma” tanımına uyan meslekler.
Karın doyurmak pahasına da olsa başka bir iş yapabilmenin mümkün olmadığı bir yerde durur bu meslekler, uğrunda birşeylerin feda edilmesi bazen de bedeller ödemek gerekir bu yolda.
Sevilmeden asla yapılması mümkün olmayan meslekler.
Dünyanın bu bilinmez “pandemi” sürecinde, sağlık çalışanlarının adanmışlıklarını somut olarak gördük, kendi ve de yakınları pahasına gösterdikleri fedakarlık karşısında ne kadar borçlu hissettik kendimizi. Doktor ya da hemşire olmayı seçerlerken, yaşamı korumak ve insana yardım etmek üstüne oluşan bir yolculuğu baştan kabul etmişlerdi. Savaşlarda, salgın hastalıklarda, afetlerde şartlar her ne olursa olsun mesleğe adanmışlık olmasa asla yapılamayacak mesleklerdir onlar.
Bir canın yaşamasını sağlamak, derdine çare olabilmek duygusunun verdiği mutluluk, yaşamın hiç bir yerinde yaşadıkları mutluluk duygusuyla aynı değildir. İşte tam da bu nedenledir, onların adanmışlık duygusu.
Bir sanatçının aldığı alkış, bir yazarın tüm dünya dillerinde okunması, ya da bir bestecinin, bir ressamın ki çoğu öldükten sonraki yıllarda dünyanın hafızasına yer etmişlerdir ama bunun tek ve tek nedeni ölümlerine kadar başka bir iş yapamamış olmalarıdır. Çektikleri acıya rağmen üretirken aldıkları haz ve mutluluk duygusu sanki ölüme haklı bir meydan okumadır. Seneler sonra bile yapıtlarında yaşayarak, ölüme karşı kazanılmış bir meydan okuma.
Resimle, müzikle yakından ilgisi olmayanların bile adını bildiği Mozart, Beethoven, Van Gogh, Frida nın yaşamlarına biraz yaklaştığınızda yakarlar sizi. Herşeye rağmen üretmektir onların işi. Açlık, yoksulluk, engeller hiç bir zorluk sanatsal üretimlerinde, hayal kurma ihtiyacının önüne geçemeyecek kadar büyük bir adanmışlık.
Otuz yaşında duyma sorunları başlayan Beethoven, kırkdört yaşında tamamen sağır oldu ve ölene kadar da hayal gücünün, enstrümanların seslerinin beynindeki imajıyla beste yapmaya devam etti.
- Senfoni’nin galasında alkışları duyamadı ama görebildi. Bu yazıyı yazarken dinliyorum 9.Senfoniyi ve duyamayan bir müzik dehasının imgelelerine ulaşmaya çalışıyorum.
Frida, bedeninde ve ruhunda yaşadığı tüm acılarını portrelerine yansıtmış, sanki bir çeşit sağaltmaydı onun için resim, kendini ifade etmenin yolu, belki de hayatının tek amacı.
Fikret Mualla ; bir ekmek bazen de bir şişe şarapla takas etti resimlerini ama para kazanıp daha iyi yaşamak için başka bir iş yapmayı hiç düşünmedi, yapamazdı da zaten.
Sanatın, bireysel üretebilen dalına ait sanatçıların daha şanslı olduklarını düşünüyorum bazen.
Tiyatro, opera, bale, dans tek başına yapılamayan sanat dalları. Bale ve dans sanatının bedene bağlı bir sürecinin olması bana hep dramatik gelmiştir. Kırk, kırkbeş belki elli yaşında, birikiminin en üst noktasında bedenin artık izin vermemesi ve sahneyi kaybetmek. Çocuk yaşlarda başlayan ve gereken performansı ve kondüsyonu taze tutmak için düzenli, her gün saatlerce çalışmak, bir gün biteceğini bilerek. Siz hiç bir balerin ayağı gördünüz mü?. Bence eğer bir tanıdığınız varsa bakın ayaklarına. Kuşkusuz eğitmen olarak devam etmeleri mümkün ama sahnedeki alkışın özlemini duymamalarına imkan yok.
Tiyatro baleye göre çok daha şanslı. Eğer bir devlet kurumunda çalışmıyorsan “emeklilik” kavramını hiç yaşamazsın. Çünkü tiyatro sanatçısının emeklisi olmaz. Yalnızca kendi karar verir artık yapamayacağına.
Eğer bir devlet kurumunda çalışıyorsanız, 65 yaşa bastığınız gün emeklilik dilekçesini vermeniz gerektiğini bildiren bir mektup geçer elinize. Birikimizin en yüksek noktasında devlet size çalışamazsın artık der, sonuç olarak.
Keşke tüm devlet büyüklerine de uygulansa bu kural. Yarın benden bir şey şatarken akli melekelerimin yerinde olup olmadığına dair rapor isteyecekler. Ama bizi yönetenler ya da yönetmeye talip olanların yaş ortalamaları yetmiş. Siyasette emeklilik yok anlayacağınız. Neyse konuyu dağıtmayayım ama ülkemizdeki bu çifte standart uygulamanın sorgulanması gerektiğine inanıyorum.
Yaklaşık yirmi sene önceydi, bir gün eski Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun kulisine girdim, baktım Suna abla(Pekuysal) elinde bir kağıt oturuyor, ve kağıtla konuşuyor. “bana emekli ol diyor bu kağıt…doğum günümde emekli olacakmışım…beni kim nasıl emekli eder” sesi ağlamaklı. Herkes teselli etmek için birşeyler söylüyor. Tabi ki Suna abla emekli olduktan yaklaşık on sene daha oynadı. Bir tiyatro açılış toplantısında: “Semah dedi, beni tekrar Lüküs Hayatta oynatırlar mı acaba ne dersin”. Şaşırmıştım bu kaygısına “tabi Suna abla dedim kim oynayacak senin yerine tabi sen oynayacaksın”. Ama o gözlerindeki endişeyi hiç unutmadım. O sezon ve bir kaç sezon daha oynadı. Başka roller de oynadı iki büklüm ama sahnede dizlerini kırarak düzelip devleşen adanmışlığıyla. Ne zaman ona oyun vermediler bir sene sonra öldü. Hastaydı ama bir rol için sonuna kadar sahnede olmayı seçerdi.
Yakın zamanda Metn abi(Çoban). Son oyununda beraberdik. “Komik i Şehir Naşit bey”. Üç sezon oynadık, üstelik bir oyunu daha vardı. Yani bu şu demek; ayın en az üç haftası oyunu vardı. Ağrıları vardı, kanser geçmişi vardı. Maltepeden Gazi Osman Paşaya gelirdi oyuna. Ve bir gün de şikayet ettiğini duymadım. Ama bence çok şanslıydı emekliğinden sonra yirmi sene daha sahneye çıkmıştı. O da bununla övünürdü.
Pandemi günleri geldi, yasaklar, tiyatrolar kapandı. “65” yaş ve üstüne sözde korumak amaçlı önlemler alındı ve Metin abiyi hayata bağlayan Tiyatronun kapıları sonsuza dek kapandı ve altı ay sonra da öldü.
Umudu bitmişti çünkü.
Suna ablanın duygularını bu gün çok daha iyi anlıyorum.
Metin abiyi de kıskanıyorum açıkcası.
Dediğim gibi bazı meslekler özeldir. Hayatın bir bölümünü değil tümünü kapsar, ancak yapabildikçe mutlu olursun, zaten yapabileceğin başka bir iş de yoktur.