“Orta okulda, lisede bir korsan olarak bize öğretilen Barbaros Hayreddin gide gide bir kahraman olmaya başladı bende.” Ord. Prof. Dr. Anna Masala
Türkolog, Türk dostu, merhume dostum, büyüğüm Ord. Prof. Dr. Anna Masala ile başlıyor köşe yazım. Yine onunla bitecek.
“Şunu da söyleyeyim özellikle: Bir Akdeniz bölgesi insanı olarak, okullarda bize öğretilen eski düşmanlarımızı da anlamak, bilmek istedim. Ama nasıl bir ders almış oldum bu çalışmalardan? Bir insan bilgili ise, bir insan arif ise, kendi tarihî düşmanını tanıyınca onu sevmeye başlıyor. Öyle oldu bende de. Orta okulda, lisede bir korsan olarak bize öğretilen Barbaros Hayreddin gide gide bir kahraman olmaya başladı bende.” Anna Masala.“, Vehbi Vakkasoğlu, “Anna Masala Gerçeği” Rengigül e-kitabı s. 304/994
Sevgili Anna’nın Roma Üniversitesi’ndeki konferans konusu: “Osmanlı İmparatorluğu’na Hayran Olan Biri, Mustafa Kemal Atatürk’e Nasıl Âşık Oldu?” idi. Talât Halman, kültür elçimiz olarak New York’tan katılmıştı. Tebliğinin konusu; “Türk Kültürünün Devamlılığında Görülen Özellikler”di.
Roma günlerimiz gibi Anna ile Pera günlerimiz oldu. İtalyan Kültür de oradaydı. Pera Palas da!
“Mimarı, Neorönesans akımını benimseyen R. D’Aranco. Ressamı Zonaro. Makastarı Botter.”
Ne kadar romantik bir satır! Kimi betimliyor acaba? Yoksa Pera’da yaşayan bir Levanten mi?
Hayır.
Validesinin adı kırlangıcı çağrıştırıyor!
II. Abdülhamid!
Ailemizin 150 yılını kapsayan Rengigül e-kitabında II. Abdülhamid 106 yerinde geçiyor. Özet satır araları ile II. Adbülhamid’i aktarmaya çalışacağım:
II. Abdülhamid’in, 1876 – 1909 tarihleri arasındaki hukûmdarlığı sırasında, her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu, siyasî ve ekonomik olarak zor dönemini geçirmekte, kelime sansürleri, serhafiye hikâyeleri dahi bilinmekte ise de batı ile etkileşim gözlerden kaçmaz.
Sultan II. Abdülhamid’in özellikle şehirciliğe, bahçelere merakı, Saray’a yakın camîada bilinmektedir. Ayrıca; Galata, Sirkeci rıhtımları, demiryolları, limanlar, su, kanalizasyon ile yolların düzenlenmesi, sokakların aydınlatılma alt yapıları, toplu taşımacılık, hastane, eğitimde sanat ve mühendislik okulları gibi batı benzeri yapılanmanın adımları atılmaktadır.
Yaşam içinde Yenilikler
Sultan II. Abdülhamid, zarif işçiliği ile sanat eserleri yaratacak kadar usta bir marangozdur. Atölyesinde en ince detayına kadar ustalığı ile örnek alınacak, eşsiz nitelenebilecek ağaç işleri ile uğraşırken de dinlendiği bilinir. (Bildiğim kadarıyla enfes bir örneği, İstanbul Üniversitesi Merkez Bina Mavi Salon’un yan duvarında durmaktaydı. Hayranlıkla seyrederdim.) Aynı hafiye kitapları okurken, fotoğraf çekerken, tiyatro seyrederken, opera dinlerken dinlendiği ve ilham aldığı gibi.
Rengigül Hanım’ın eşi Sarı Hacı Alizâde Ahmet Efendi Sultan V. Mehmed Reşad gibi Mevlevî’dir. Abdülaziz gibi ava, Sultan Abdülhamid gibi fotoğrafa meraklıdır.
“Art nouveau” izleri taşıyan, en kıymetli bitki ve ağaçların bulunduğu, kıvrımlı göletinde kayıkların gezindiği bir mekân, yıllar sonra “Yıldız Parkı” diye adlanan, ikâmet ettiği Yıldız Sarayı, gönlünün de yıldızıdır.
II. Abdülhamid’in gönlünün yıldızı ise, bu mekânda yaşayan hanımların kıyafetlerini tahmin etmek pek de zor değil. Boy aynaları, merdiven tırabzanları ile… Tiyatro ve opera… Opera deyince “Rigoletto”, Shakespeare hayranı, Verdi karşımıza çıkıvermez mi? Aslında karşımıza çıkan Victor Hugo’nun “The King’s Fool”udur. Mimarı, Neorönesans akımını benimseyen R. D’Aranco. Ressamı Zonaro. Makastarı Botter.
İlk beyaz gelinlik giyen Sultan Abdülhamid’in kızı, Naime Sultan olmuş. 1898 yılında, Avrupa’dan etkilenmiş diye bilinir. Rengigül Hanım’ın gelinliğini kim dizayn etmişse, çok merak ediyorum.
Şahsi Bütçe
Yabancı basında yer bulan 1902 yangınından sonra; 1908 yılında, Mevlevîhâne yenilenmiş hâliyle dualarla, vekil vükelâ, devlet protokolü ile açılır. Abdülhamid Han, yardımlarını esirgemez ve “Şahsî bütçesi”nden katkı ile onurlandırır.
Pozitif Bilim
“Atay, Batı’ya dair ilk değerlendirmelerini ortaya koymaya başladığı günden itibaren Batı medeniyetinin temelini akıl, bilim ve ilerleme olarak değerlendirir. Ona göre Batı’nın gücünün kaynağı bizzat bu değerlerdir. Bu kavramların tamamı Aydınlanma felsefesinin ürünüydü. II. Abdülhamid dönemindeki okullarda eğitim gören öğrenciler, ders programları gereği 19. yüzyıl pozitif ilimlerin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğunu öğreniyorlardı. Böylece Batı’yı, Batı’da geliştiren Pozitif bilimle bir tutan, bir kuşak yetişti. Bu kuşak, Batı’yı aynı zamanda güçlü olmaya prim veren bir uygarlık olarak görmeye başladı.” Funda Selçuk Şirin, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Bir Aydın: Falih Rıfkı Atay”
Türkçe
Türkçe ile ilgili; Fahri Maden’in “II. Abdülhamid Dönemi” kitabından(s.14,15); “… Abdülhamid, Mithat Paşa’yı çağırmış ve aynen şu ifadeyi kullanmıştır: “Bilmelidirler Paşa! Kur’ân-ı Kerim’i Arapça tilavet etmekten nasıl vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde Türkçe konuşulmasından da öyle vazgeçmem! Türk dilinden başkasını da kabul edemem. Böyle bir maddenin yer almayacağı Anayasa’yı bana getirmeyiniz.” “İşte Sait Paşa’nın da çalışmalarıyla Kanûn-ı Esâsi’nin 18 ve 57. maddelerinde Türkçenin resmî dil olduğu iki kez tasrih edildi. 18. madde, “Devletin resmî dili Türkçedir ve Osmanlı fertlerinden her biri devlet hizmetlerinde istihdam olunmak için resmî dili bilmesi şarttır.” Şeklindeydi 19. madde de bunu destekler mahiyetindeydi”.
Hastane, Şişli Etfâl (Çocuk) Hastanesi’ydi
II. Abdülhamid sevgili küçücük kızı Hatice Sultan’ı, bebekken kaybedince, çok üzülmüş. Bir Padişah, kızını yaşatamamış! Kızının anısına bir hastane yaptırmış ve hekimlerin yetişmesine, eğitimine önem vermiş. Hastaneyi ve hekimleri yakından takip etmiş, desteğini esirgememiş. Hastanenin kuruluşu II. Abdülhamid’in 16 Şubat 1898 tarihli iradesiyle başladı. Çocukların kabul edileceği bu hastane son tıbbi gelişmelere uygun olup, kâgir olarak inşa edilecek, her tarafı bahçe ve çam ağaçlarıyla çevrili olacaktı. Bu irâde üzerine Dr. İbrahim Bey, o sırada dünyanın önde gelen çocuk hastanelerinden biri olan Kaiser und Kaiserin Friedrich Kinderkrankenhaus’un plânlarını padişaha arz etti.
Bakteriolojihâne-i Şahane
“Tifo, çiçek, kuduz, tetanos… Kırılıyor insanlar hastalıktan!
Sabun bile yok… Sular ne derece temiz?” diye dillerde.
Sâdece Osmanlı topraklarının insanları da değil. Hem savaş ve sürgünler, hem salgın hastalıklar! “Pasteur” ve “Aşı” lâfları ise bir umut. II. Abdülhamid “Bakteriolojihâne-i Şahane”yi kurduruyor.
Yıllar sonra teyzezâdem, Atatürk’ün halazâdesi İstiklâl Madalyası ile de taltif edilmiş olan Prof. Dr. Vefik Vassaf kızıl, çiçek, veba, menenjit ve layşmanyazis mücadelesinde görev almış İstanbul Bakteriyolojihane Müdürlüğü’nü yaptıktan sonra, Refik Saydam M. H. Enstitüsü’nde çeşitli şube müdürlüklerinde, Enstitü Müdür Muavinliği ve Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğü görevinde bulunmuştur. Daha sonra, İstanbul Tıp Fakültesi Bakteriyoloji – Salgınlar Bilgisi – Parazitoloji Doçentliği’ne tayin edilmiştir. Çeşitli okullarda uzun yıllar hocalık yapan; yurdumuzda ilk modern Mikrobiyoloji Kitabı’nı, Ord. Prof. Braun ile birlikte yazmış değerli bir profesördür.
Hapishanelerin ıslâh edilmesi
“1898’de ıslâh çalışmaları çerçevesinde, ilk defa hücre tipi kaloriferli ve tam donanımlı bir hapishane projesi II. Abdülhamid Dönemi’nde hazırlatıldı ve yer olarak da Yedikule belirlendi. Ancak dört yüz hücreyi kapsayan bu pahalı proje, devletin içinde bulunduğu ekonomik imkânsızlıklar nedeniyle hayata geçirilemedi. Hapishanelerin ıslâh edilmesi için XX. yüzyılın başlarında da çaba harcandı.
31 Mart Vak’ası
31 Mart Vak’ası benzeri bir patlak, beklenilmeyen bir hâdise olmasa da, Nâzım Paşa’nın vurulması bir sürprizdir. Hem de çiçeği burnunda Adliye Nâzırlığı görevindeyken. Nâzım Paşa’nın II. Abdülhamid’e yazdığı rapor bilim insanlarınca satır satır incelenmeli görüşündeyim.
Değişik perspektiflerden bakıldığında İstanbul’a; 1909, 31 Mart Vak’ası sonrasında Selânik’e sürgün edilen II. Abdülhamid ile birlikte Zonaro dahil, neredeyse tüm kadrolar değişse de plânlanan işler durmamış. Prof. Dr. Arslan Terzioğlu’nun “İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Tıp Fakültesi Tarihine Kısa Bir Bakış” raporu.
Patent – Mucitlik – İcatlar
Patent konusuna önem veriyorum. Ahilik ile başlıyor ki kitabımda kendi ailemle ilgili yaşanmışlıkları detaylı yazdım.
“Ülkemiz, sınai mülkiyet hakları alanında ilk düzenleme yapan ülkelerden biridir. Ülkemizde sınai mülkiyete ilişkin ilk düzenlemeler, başlangıcı 13 ve 14. Yüzyıllara dayanan “ahilik müessesesi” içinde yer almaktadır. Ahilik sistemi, batıdaki lonca sisteminden farklı olarak buluşa dayanmakta, böylece yenilikçilik teşvik edilmektedir. Ahilik sistemine göre esnaf birliği kurmak için yeni bir ürün geliştirmek ya da teknolojide bir yenilik ortaya koymak gerekmekteydi. Günümüzde patentlerde olduğu gibi geliştirilen yenilik için bir tekel hakkı verilmekteydi. Yeni tekniği geliştiren ve uygulayan esnaf birliğinin başına “Pir” denilmekteydi. “Pir’e” verilen fikri hak, sadece sınırlı bir bölgede geçerliydi ve yeni ustalar yetiştirmesi şartıyla verilirdi. Farklı bir bölgede o ürünü veya tekniği kullanmak ise mümkündü. Ülkemizde sınaî mülkiyet alanındaki Avrupa ile benzer hukuki düzenlemeler, 1870’li yıllara kadar uzanmaktadır. 1871 tarihli “Eşya-i Ticariyeye Mahsus Alamet-i Farikalara Dair Nizamname” ve 1879 tarihli “İhtira Beratı Kanunu” marka ve patent konularında ülkemizdeki yasal korumanın temelini teşkil etmektedir. Bu düzenlemeler ile Türkiye, sınaî mülkiyet haklarında koruma sağlayan ülkeler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında da sınaî mülkiyet haklarının korunmasına önem verilmiş ve “Sınaî Mülkiyetin Korunması için Uluslararası Bir Birlik Oluşturulması Hakkındaki Paris Sözleşmesi’ne 1925 yılında katılım sağlanmıştır. 1965 yılında 551 sayılı “Marka Kanunu“nun yürürlüğe girmesi ve 1976 yılında “Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) Kuruluş Anlaşması”na katılım, Türkiye’de sınaî mülkiyet hakları koruması alanındaki önemli adımlar arasında yer almıştır. 24 Haziran 1994 tarihinde, 544 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığına bağlı, idari ve mali özerkliğe sahip Türk Patent Enstitüsü’nün (TPE) kurulması, sınaî mülkiyet hakları alanında bir dönüm noktası olmuştur. 544 Sayılı KHK’nın günümüz koşullarına uyumlu hale getirilmesi ve kanunlaştırılması amacıyla 19 Kasım 2003 tarihinde “5000 Sayılı Türk Patent Enstitüsü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir. 22 Aralık 2016 tarih ve 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu ile Kurumun adı, “Türk Patent ve Marka Kurumu”, kısa adı ise “TÜRKPATENT” olarak değiştirilmiştir. “https://www.turkpatent.gov.tr/TURKPATENT/commonContent/History
İhtira Beratı Kanunu
Sultan II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) yerli ve yabancı mucitlerin icatlarına İhtira Beratı Kanunu’nun (1880) kabulüyle bazı imtiyazlar verilmiştir. Alanında uzmanlaşmış kişiler yanında hevesli, yenilikçi amatörler de bu kanunun sağladığı imtiyazlardan yararlanmak istemiştir. Müderris Mehmed Şakir Efendi bu amatör ruhlu mucitlerden biridir. Mehmed Şakir Efendi, askeri ders kitaplarının birinde, torpidoların kullanımıyla ilgili teknik bir soruna rastlamış, bu sorundan yola çıkarak torpidoların derin denizlerde kullanılması ve konuldukları yerden emniyetli bir şekilde kaldırılmaları için “derin deniz torpidosu” ve “deniz haydutları” adını verdiği icatları geliştirmiştir. Bu çalışmada, Mehmed Şakir Efendi’nin söz konusu icatları tanıtılacak ve değerlendirecektir.https://dergipark.org.tr/iuoba/article/460305
İlber Ortaylı hoca, II. Abdülhamid’in “Zirai Reformu”ndan bahseder. Diplomat gibi nice özelliğini bilim insanı olarak değerlendirir.
Yıldız Teknik Üniversitesi içinde “II. Abdülhamid Uygulama ve Araştırma Merkezi” kuruldu, vizyonu, misyonu yazılı. Uluslararası bilimsel konferans düzenleniyor. Kaynak kitaplarımdan tanıdığım Diren Çakılcı da faydalı bir tebliğ verdi. Yayınlar da yapıyorlar. http://sultanabdulhamid.yildiz.edu.tr/yayinlar-2/
Öğrenecek daha nice bilgi olduğunu biliyorum. Bu duygu çok da hoşuma gidiyor. Ve şayet Şişli Etfâl Hastanesi’ni kurdurmasaydı, üç yaşımda şifa bulmasaydım belki de bu satırları yazamayacaktım. O tarihten bugüne kim bilir kaç milyon hastaya deva olmuştur? Bu perspektiften değerlendiriyorum ülkeme faydası dokunan insanları.
Ve ne diyor dostum Anna Masala, “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım”da;
“Sağcı arkadaşlarımla “Tuna Nehri akmam diyor”u, solcu arkadaşlarımla “Pir Sultan Abdal” söylüyorduk. Bütün Türk müziği hoşuma gidiyordu. Itri Dede’yi, Beethoven gibi görürüm. Mehter marşlarını da çok beğenirim. Birisine kızdığım zaman Köroğlu’nun sözleriyle alçak sesle; “Benden selâm olsun Bolu Bey’ine!” diye geçer içimden.” Rengigül e-kitabı s. 911/994