Nişantaşı eğitim tarihine bir kesit, Nişantaşı Sultanisi bağı ile Cevad Memduh Altar’ı yad edelim istedim. Karşıma pek güzel sürprizler çıktı. Bir tanesi Cemal Reşit Rey’i andığı yazısı. Diğeri Settar İksel bağı.
Nişantaşı Erkek Sultanisi, Nişantaşı Kız Ortaokulu, NKL Sürecine Bir Kesit
Muallimler: Nazîmâ – İbrahim Ethem Efendi – İsak Bozaldi – Nurullah Ataç – Hikmet Onat – Hasan Zeki Bey – Şemseddin El-Mevlevî – Fethi İsmail Bey – Ali Nihat Tarlan
Talebeler: İbrahim Şevki Atasagun – Hüseyin Namık Orkun – Nazım Hikmet – Hasan Rasim Us – Ali Karsan – Nurullah Berk – Cevad Memduh Altar – Ercüment Kalmık – Prof. Dr. Nusret Fişek – Prof. Dr. Muzaffer Yaşar – Ömer Bedrettin Uşaklı –Muzaffer Çelik – Nurettin Kalkandelen – Ferruh Şemin – Atıf Kaptan
Muallimler: Şükûfe Nihal – Kâzım Naim Duru – Hatice Ülken – Behice Köprülü – Hüsniye Melek Hanım – İhsan Rıza Hanım– Nesteren Sadık Aygen – Mükerrem Ayel Talebeler: Sabiha Rıfat Gürayman – İclal Ar – Naile Akıncı – Lale Oraloğlu – Ayşe Azra İnal – Semiha Bozkaya – Hüceste Aksavrın – Prof. Dr. Yıldız Demiriz – Ümran Demiriz – Bella Eskenazi – Neriman Altındağ Tüfekçi – Seha Okuş – Ayten Alpman – Arın Karamürsel – Aşula Atlı Yorulmaz – Nazan Sirman – İhsan Kudret (Celile Cem) – Gülten Dayıoğlu – Mediha Berkes Esenel – Nükte Sözen – Sema Özcan – Deniz Türkali – Serin Tanlı 1970-1971, 1973-1974 Yıllıklarındaki Hocalardan: Hacer Özışık (İngilizce) – Necla Çakıldağ (Resim) – Mükerrem Dinçer(Müzik) – Vahide Omay (Fransızca) – Meral Agiş (Fransızca) – Müjgan Demirtekin (Almanca)
İstanbul Teknik Üniversitesi Cevad Memduh Altar Resmî Web Sitesi
Site çok güzel hazırlanmış. Başta kızı İnci Kut Hanım olmak üzere emeği geçenleri kutluyorum. Özellikle aile arşivlerine sahip çıktıkları için kendilerine ve İTÜ’ye teşekkür ediyorum. Örnek olmasını dilerim. Ülkemde maalesef nadir rastlanan bir hassasiyet. Çocukları Ayşe Altar, İnci Kut, Ahmet Altar, öyle güzel yetişmişler, anne ve babalarına hayırlı birer evlat olmakla kalmamış, ülkemize kendi konularında hizmetlerde bulunmuşlar. Sadece musikiye ilgi duyan gençlerin değil kendini geliştirmek isteyen gençlerin, başarılı evlatlar yetiştirmek isteyen anne ve babaların okumalarını, incelemelerini tavsiye ediyorum.
Nişantaşı Sultanisi
Kızı İnci Kut’un Panel konuşmasında güzel bir detay var: “… babası kendisi gibi hariciyeci olmasını istiyor ve Nişantaşı Sultanisi’ne yolluyor. “Orada da çok değerli hocalarımız vardı” diye kendisi anlatırdı. O zaman tabii o dönemin gereği Musevi ve Ermeni hocalar var, çok değerli hocalardan okuyor.”
“Cemal Reşit Rey’in Ardından Cevad Memduh Altar” “Müzik sanatımızın çağdaş oluşum ve gelişimine “öncü” olmuş bir büyüğü kaybettik: Cemal Reşit Rey’i! Ona “öncü” değil, çok sesli çağdaş Türk sanat-müziğinin “babası” demek şüphesiz daha doğru olur! Cemal Reşit ve onunla birlikte “Türk Beşleri” diye anılan büyük bestecilerimiz Ahmet Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Ferit Alnar ile onları izleyerek çoksesli teknikle eserler vermiş bulunan Bülent Tarcan ve Ekrem Zeki Üngör gibi besteciler ve onların
Ankara ekolünde yetiştirdikleri genç kuşak bestecileri Selahattin Kalender, Kemal İlerici, Bülent Arel, Nevit Kodallı, İlhan Usmanbaş, İlhan Baran, Cengiz Tanç, Atatürk Türkiyesi’nin çağdaşlaşma ilkesine özgün bir müzik sanatı yaratmış bestecilerdir.
Başta Cemal Reşit Rey olmak üzere, Beşler Grubu’nun tüm bestecileri ve genç kuşak bestecilerinden
bazıları, kompozisyon ihtisaslarını Batının belli başlı kültür merkezlerindeki müzik akademilerindeki uluslararası nitelikte tanınmış büyük bestecilerin yanında tamamlayarak yurda dönmüşler, zamanla Ankara Devlet Konservatuvarı ile İzmir ve İstanbul Devlet Konservatuvarlarının kuruluşuna katkıda bulunmuşlar, son elli yıl içinde dördüncü kuşağa kadar erişen genç kuşak bestecilerini yetiştirmişler, ulusal-çağdaş çoksesli bir müzik literatürünün oluşum ve gelişimini gerçekleştirmişler, uluslararası kültür değişimindeki başarılarıyla yalnız bizde değil, dünyanın en ileri sanat merkezlerinde de eserleriyle tanınmışlar, müzik sanatının hemen her dalında yazdıkları eserlerle, geleneksel musikimize temel olan monodik-modal özellikleri de günün teknik gereğine uygun bir şekilde değerlendirmedeki hünerleriyle, uluslararası çağdaş müzik literatürünü, dünyanın her yerinde benimsenir ve aynen uygulanabilir nitelikteki eserlerle zenginleştirmişlerdir.
İşte yarım yüzyılı aşan bu büyük ve güçlü hareketin en başında Cemal Reşit Rey görülmektedir. Ama ne var ki bizler, Cemal Reşit Rey’in ne olduğunu, kim olduğunu, önce kendi memleketimizde gereği gibi anlatıp tanıtamadık ve bunda çok kabahatliyiz! Bu büyük insanın naaşı önündeki anma töreninde Ahmet Adnan Saygun’un haklı olarak söylediği gibi, Cemal Reşit Rey’i kendi ulusuna ve ülkesine sadece bir iki opereti ile tanıttık. Rol dağılımı bile ele alınmış, yakında sahneye konacağı haberi eserin bestecisini gönülden heyecanlandırmış olan “Çelebi” operası neden bir türlü oynanamadı?
Ben, dünyanın hiçbir yerinde Rey gibi büyük bir bestecinin kendi ulusuna her şeyden önce yalnız bir operetiyle tanıtıldığını görmedim. Bu düşüncemle operet sanatını hiçbir zaman küçümsüyor değilim. Şüphesiz operet de müzik sanatının önemli kollarından biridir.
Ama önemli bir sanat adamının, eserleri arasında yer alan bir opereti ile kendi kültür dünyasına
tanıtılması çok garip ve düşündürücü!
25 Ekim 1904’te Kudüs’te doğan Cemal Reşit Rey, dokuz yaşında Paris’te müzik çalışmalarına başlamış, zamanın ünlü hocası Marguérite Long’un yanında piyano öğrenimi görmüş, 1914-19 yıllarında İsviçre’de Cenevre Konservatuvarı’nda çalışmış, 1920-23 yıllarında tekrar Paris’e giderek Long’un denetimi altında piyano, Laparra’nın öğrencisi olarak da kompozisyon öğrenimini tamamlamıştır. 1923 yılında cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte yönetimce İstanbul’a davet edilen Rey, o tarihte yeniden düzenlenen İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda piyano ve kompozisyon öğretim üyelikleri görevlerini üstlenmiştir. Rey, 1938 yılında Ankara’ya davet edilmiş ve o tarihte başkentte henüz faaliyete geçmiş olan Türkiye Radyosu’nun müzik yayınları bölümünün başına geçerek bu görevi 1940 yılına kadar yürüttükten sonra gene İstanbul’a dönerek, kompozisyon çalışmaları, oda müziği ve senfonik eserler yazmasının yanında, organizasyon çalışmalarında ve özellikle İstanbul Şehir Orkestrasının bir Devlet Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesinde aktif rol oynamış ve başarılı olmuştur.
Gerçekten de İstanbullu müzikseverlerin yardım ve teşvikleriyle kurulması düşünülen İstanbul Filarmoni Derneği’nin 1945 yılında ilk olarak organize edilmesine ve derneğin 1946 yılında Beyoğlu’nda Saray Sineması salonunda abonman konserleri düzenlemesine Cemal Reşit Rey’in büyük emeği geçmiştir. Yaratıcılıktaki atılımlarını, özellikle 1940 yılından sonra, çoksesli Türk müziği uğrunda değerlendirmiş olan Rey, sanat çalışmalarının doruk noktasına Filarmoni Derneği’ndeki uğraşlarıyla erişmiştir. Cemal Reşit Rey’in yetmiş yılı aşan yaratıcılık, icracılık, yönetmenlik ve organizatörlük dönemlerini birbirinden farklı uygulamalar halinde karakterize edebilme yolunda yaptığım araştırmalar, çeşitli aşamalara bölünmüş bir mesleksel uğraş tablosunun meydana gelmesini gerektirmiştir ki bu tablonun iki ana kolu şunlardır:
1. Ton faktörüne dayalı bestecilik uğraşı: a) Yaratıda tonal oluşum ve gelişim; b) Yaratıda etno-folklorik oluşum ve
gelişim; c) Yaratıda modal-mistik oluşum ve gelişim; d) Yaratıda tonaliteye dönüş ve karma uygulayış.
2. Pratik uğraş: a) Virtüozluk ve oda müziği aşamaları; b) Bestecilik, orkestra yönetmenliği, eğitim-öğretim ve
organizatörlük aşamaları; c) Yaratışta evrenselleşme ve ulusal ve uluslararası çağdaş müzik literatürüne katkı.
Zamanında İstanbul Filarmoni Derneği’nin düzenlediği konserlerle dünyaca yanınmış büyük virtüozların İstanbul’a
gelmelerini sağlayan, uluslararası karşılıklı kültür alışverişindeki olağanüstü titizliğiyle ünü yurt dışına da taşan Cemal Reşit Rey, 1946 yılından itibaren dünyanın belli başlı orkestralarıyla konserler yönetmiş ve bu tür çalışmaları sayesinde çoksesli ulusal Türk sanat-müziğini yabancı ülkelere tanımada da başarılı olmuştur. Rey’in orkestra yönetmenliğine özellikle önem verdiği bu dönemde, Batının belli başlı senfoni orkestraları kendisini, istediği gibi program uygulamaya davet etmiş ve bu arada Rey, Viyana Filarmoni Orkestrası, Fransa Ulusal Orkestrası, Roma Santa Cecilia ve Napoli Scarlatti Orkestraları ve Belgrad, Bükreş, Atina, Sofya, Varşova, Madrid, İsrail senfoni orkestralarıyla konserler yönetmiş ve bu konserlerin programlarında kendi eserlerinden seçtiklerini de yöneterek, Türk sanat-müziğinin çoksesli türlerini Batının kültür çevrelerine gereğince tanıtmıştır. Cemal Reşit Rey’in yazmış olduğu yüze yakın eser arasında, senfonik eserlerle çeşitli enstrümantal eserlerden başka, operalar, operetler, revüler ve müzikaller de yer almaktadır; ve Rey’in bugüne kadar ne yazık ki hiç oynanmamış olan operaları şunlardır: Faire sans dire (Fransızca, 1 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1920); Jean Marek (Fransızca, 3 perde, 4 tablo, libretto, Xavier Formentin, 1920); Sultan Cem (5 perde, 12 tablo, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1922-23); L’enchantement (Fransızca, 2 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, Mme Roussel Despierre’in senaryosu üzerine, 1924); Zeybek (3 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1926); Köyde Bir Facia (1 perde,
libretto: Ekrem Reşit Rey, 1929); Çelebi (4 perde, libretto: Ekrem Reşit Rey, 1942-45, orkestrasyonun tamamlanışı 1973, sahneye konması hazırlıklarına başlanmıştı).
Yukarıda kısaca açıklanmış olduğu gibi, hayatı boyunca kendini canlı ve renkli bir yaratıcılıkla tanıtmış olan Rey’in
uluslararası plandaki hayranları arasında, özellikle ellili yılların dünyaca tanınmış orkestra şeflerinden Grek asıllı Dimitri Mitropoulos da (1890-1960) bulunmaktaydı. Nitekim 1954 yılında kendisiyle New York’ta tanıştığım bu Birleşik Amerikalı sanat adamımın, Türkiye ile ilgili olarak bana ilk sorduğu kişi, bestecimiz Cemal Reşit Rey olmuştu ve Rey’in çalışmalarıyla ilgili olarak Mitropoulos ile uzun uzun görüşmüştük.
Rey ile çalışmam ve birbirimizi yakından tanımamız, ilk olarak 1938 yılında faaliyete geçmiş olan Ankara’daki Türkiye Radyo Postası ile başlamıştı. O zaman radyonun Batı müziği yayınlarını Rey, Türk musikisi yayınlarını da Mesut Cemil yönetmekteydi; ben de Bakanlıklararası Radyo Kurulu’nda Millî Eğitim Bakanlığının temsilcisi olarak bulunuyordum. Sık sık yapılan kurul çalışmalarında, bazen Rey ile çelişkiye düştüğümüz konular da oluyordu, ama işlerimizi her seferinde de karşılıklı sevgi ve saygıyla yürütmekten geri kalmıyorduk. İşte bu çalışmalarımızda, adımın vakit vakit gıyabımda geçtiği hallerde, sevgili Rey’in beni bazen Balzac diye anmakta olduğunu, yıllarca sonra Mesut Cemil’den duyduğum zaman katıla katıla gülmüştüm ve bunu Rey’in bir iltifatı olarak kabul etmiştim. Beni neden Balzac’a benzettiğini bugüne kadar öğrenemedim ama bu geniş esprili sanat adamının insana -Allah korusun!- başka isimler de takması pekâlâ mümkündü.
Rey, Türkiye Radyo Postası’ndaki birlikte çalışmalarımızın en başında, benden Batı müziği bestecileri hakkında seri
konuşmalar yapmamı istemiş ve bu konuşmalarımın ilki, gene onun öneri ve isteğiyle George Bizet olmuştu; işte benim o tarihlerde her Pazar sabahı bir saat süreyle yaptığım müzik konuşmaları böyle başlamıştı.
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuna gelince: Vaktiyle Rey’in emeğiyle kurulmuş olan İstanbul Şehir
Orkestrası’nın tam kadrolu bir Devlet Senfoni Orkestrasına dönüştürülmesiyle ilgili çalışmalara ellili yıllarda Ankara’da başlamıştık. Özellikle bu konuda büyük bir heyecan ve istekle vakit vakit Ankara’ya koşup gelen Cemal Reşit Rey’in bu en büyük idealinin gerçekleştirilmesi uğrunda mümkün olanı da olmayanı da yapmaya tüm gücümüzle gayret ediyorduk; ve bu konuya Rey ile Mükerrem Berk arkadaşımızın bu konudaki tükenmez ilgi, yardım ve inisiyatif almadaki isabetini hayranlıkla belirtmeyi vazife saymaktayım. Bu çok önemli işe yönelik çaba, benim Millî Eğitim Bakanlığından ayrılıp BasınYayın Genel Müdürlüğünün Radyo Dairesi Müdürlüğüne tayinim yılı olan 1943’ü takip eden yıllarda bile, bu konuda ağızdan ağza dolaşan isteklerden güç almış ve zamanla ellili yıllara kadar gelip dayanmıştı. Kaldı ki eninde sonunda Rey’in yenilmez iradesi ve aklın zaferiyle İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası da 1972’de kuruldu ve kıvanç dolu çalışmalarını sürdürmekte başarılı oldu, hâlâ da olmaktadır. Bu orkestra kurulurken hep kafamdan şunları geçirirdim: Bugün varlığıyla kıvanç duyduğumuz, Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın kuruluşuna ilk temel taşını koymak ve uzun yıllar gelişimine emek vermek üzere, vaktiyle padişah Sultan Mahmut İtalya’dan Giuseppe Donizetti’yi (1788-1856)
İstanbul’a davet etmiş, bu zat bol para ile rahat rahat çalışmış ve böylece resmî bir orkestra kurulmuştu (1828). Bu işinde büyük başarı elde eden Donizetti Paşa, tam 28 yıl İstanbul’da yaşayarak, kurduğu orkestranın gelişimine büyük emek vermiş, 1856 yılında ölmüş ve Pangaltı’daki Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nin avlusundaki St. Esprit kilisesinin mahzenindeki mezara gömülmüştü. Ama aradan tam 144 yıl geçmiş, bu kez İstanbul’da bir Devlet Senfoni Orkestrasının kurulabilmesi çalışmalarına, ancak Cemal Reşit Rey’in insanüstü iradesiyle başlanabilmiş, gene de yıllarca beklenmiş, eninde sonunda İstanbul’da bir Devlet Senfoni Orkestrası kurulabilmişti.
İki yıl kadar önceydi; günlerden bir gün, Beşiktaş Serencebey yokuşundaki apartman dairesinde Cemal Reşit Rey’i ziyaret etmiştim. Bir hayli konuştuktan sonra Cemal Reşit, ansızın piyanosunun önündeki tabureye oturarak kapağı açtı ve yeni yazmış olduğu bir eseri çalmaya hazırlandı; ama hemen bana dönerek iki elinin avuçlarını gösterdi ve büyük bir üzüntüyle, “Bakın, artık piyano da çalamıyorum, çünkü ellerimi tam olarak açamıyorum” dedi. Baktım, avuçlarının ortasındaki kasların kısılmasıyla Rey ellerini gereği gibi açamıyor, hattâ isabetli bir oktav oluşturamıyordu.
Sonra gene bana döndü: “Ama ne yaptım yaptım, piyano için şu eseri yazdım” dedi ve eseri bütün gücünü toplayarak çalmaya başladı; çalmaya zorlukla devam edişine -bugün gibi hatırlıyorum- çok, hem çok üzüldüm. Bir aralık durdu ve bana; “İşte artık bu yazı benim Chant du Cygne’im!” [kuğunun son şarkısı] dedi. Bu sözleriyle Rey’in, çaldığı eserin hayatının son eseri olduğunu söylemek istediğini hemen sezdim; ve onu, fazla üzüntüye kapılmadan teselli edebilmenin gayretiyle bir şeyler söyledim, söyledim ama bugün artık ne dediğimi de hatırlayamıyorum. Cemal Reşit’in, başlığını ne yazık ki hatırlayamadığım o harikulâde güzel eserini “kuğunun son şarkısı” (chant du cygne) olarak nitelemesinin nedeni şuydu:
Kuğu kuşu, yani Fransızca adı “cygne” olan o iri, beyaz, şahane görünümlü ve antik mitolojiye göre Tanrı Apollo’nun çok sevdiği kuğu, gene antik mitolojide, hayatında bir kez çok hazin bir şarkı çağırır ve ölürmüş! Onun içindir ki büyük sanatçıların ölümlerinden önceki en son eserleri “kuğunun son şarkısı” olarak adlandırılmaktadır. Nitekim Rey’in bana dinletmek istediği piyano eseri de, büyük sanatçının son eseri oldu; ve kendisinin de söylediği gibi, gerçekten bir “chant de cygne” olan bu eserle mukadder olan yerini buldu!
Nur içinde yat Rey! Senin adının ve eserlerinin, bundan böyle de çoksesli çağdaş Türk sanat-müziğinin hiç durmadan erişeceği evrensel boyutların simgesi olduğuna inanıyoruz ve senin yolunda inançla ilerlemenin bilinci içindeyiz! (Gayrettepe, 15 Ekim 1985)”
Cemal Reşit Rey’in “İşte artık bu yazı benim Chant du Cygne’im!” sözleri, Cevad Memduh Altar’ın anlatımı hayalimde canlandı, burnumun direği sızladı, gözlerim doldu. Şimdi Cevad Memduh Altar’ı kısaca tanıyalım isterim, yine resmî sitesinden.
“Cevad Memduh Altar (1902-1995)”
“Geniş müzik kültürü ve araştırmacı kimliğiyle Türkiye’yi uzun yıllar uluslararası planda temsil etmiş olan Cevad Memduh Altar, müzikolog, sanat ve müzik tarihçisi, yazar ve çevirmen, araştırmacı, eğitimci ve yönetici olarak cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarındandı.
Cevad Memduh Altar, 14 Eylül 1902’de, Hariciye memuru olan İsmail Memduh beyle İhsan hanımın ikinci çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Çocukluğu, İlmiye Eshabı’ndan ve Şeriyye Mahkemelerinde çok önemli görevlerde bulunmuş bir hâkim (kadı) olan büyükbabası Osman Nuri Efendi’nin (kabri Fatih Camii kabristanındadır) Sultanahmet’teki konağında geniş bir aile ortamı içinde geçti. 1909 yılında Ayasofya’da Mekteb-i Edep adında bir ilkokulda eğitimine başlayıp daha sonra Ayasofya Merkez Rüştiyesi’ne (orta okul) gitti. Yetiştiği entelektüel çevre dolayısıyla küçük yaşta klasik müziğe merak saran ve ailenin yakın dostu Tektaş ailesinin oğlu Ekrem beyden keman dersleri almaya başlayan Cevad Memduh, Nişantaşı Sultanisi’nde lise öğrenimine geçtikten sonra, devam etmekte olduğu Yüksek Ticaret Okulu’nu bırakarak, 1921 yılıda 19 yaşındayken yurtdışına müzik öğrenimi görmeye gitti. Bu tarihten sonra 1927 yılına kadar, önce Viyana’da bulundu; daha sonra Leipzig Devlet Konservatuvarı’nda, Franz Lizst’in en iyi öğrencilerinden biri olan Johannes Merkel, devrin tanınmış büyük bestecilerinden Stefan Krein, ünlü müzikolog ve kompozitör Prof. Dr. Hermann Grabner ve zamanın daha başka ünlü teori hocaları ile müzik felsefesi ve müzik estetiği üzerine çalıştı; ayrıca Leipzig’de dünyanın en eski senfoni orkestrası olan Gewandhausorchester’ın ikinci Konsertmayster’i olan Hugo Hamann’ın öğrencisi olarak keman ve viyola çalıştı. Ülkesine döndükten sonra Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nü de bitirdi ve böylece yüksek eğitimini geniş bir perspektif içinde tamamlamış oldu.
1927 yılında yurda döndükten sonra, İstanbul’da Sanayii Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi)’nde kısa bir süre görev aldıktan sonra, önce Ankara Erkek Lisesi’nde müzik öğretmeni, sonra da Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nde teori öğretmeni olarak göreve başladı. 1930-35 arası Gazi Terbiye Enstitüsü’nde sanat ve müzik tarihi öğretmenliği, 1950-70 arası Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda sanat tarihi ve estetik öğretmenliği yaptı.
1960 yılından başlayarak emekli olduğu 1967’ye kadar da Ankara Devlet Konservatuvarı’nda sanat tarihi, opera tarihi ve estetik dersleri verdi.
Emekliliğinden sonra kendini yazı hayatına daha yoğun bir biçimde vererek müzikoloji alanında ülkesine önemli eserler kazandırdı. 1979 yılında, 52 yıl boyunca eğitici, bürokrat ve sanat adamı olarak görev yaptığı Ankara’dan ayrılıp doğum yeri olan İstanbul’a geri dönerek, 1983-1993 yılları arasında, Bakanlar Kurulu kararıyla, Mimar
Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda yüksek lisans düzeyinde sanat felsefesi ve müzik estetiği konularında
dersler verdi. 1988’de aynı üniversite tarafından kendisine “fahri profesörlük” unvanı verildi.
Cevad Memduh Altar, eğitmenlik görevinin yanı sıra yönetici olarak, 1935 yılından başlayarak emekli olduğu 1967 yılına kadar Ankara’da sırasıyla şu görevlerde bulundu: Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Şube Müdürü (1935), Başbakanlık Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü Radyo Dairesi Şube Müdürü (1943), aynı Genel Müdürlükte Radyo Dairesi Müdürü (1944), aynı Genel Müdürlükte Genel Müdür Yardımcısı (1945), Devlet Tiyatrosu ve Operası Genel
Müdürü (1951), Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü (1954), Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdür Vekili (1954), TRT Genel Müdür Program ve Haber Yardımcısı (1964).
Cevad Memduh Altar, sanat tarihçisi ve müzikolog kimliğiyle 1927’den itibaren Ankara’da şahsen tanıma şansına
eriştiği Atatürk’ün direktifleri altında, Ankara Devlet Konservatuvarı, Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi gibi sanat kurumlarının kuruluş çalışmalarına, Paul Hindemith, Karl Ebert, Ernst Praetorius gibi dünya çapında Alman uzmanlarla birlikte etkin bir biçimde katılarak ülkenin kültür https://cevadmemduhaltar.itu.edu.tr/fotograf-albumu.htmlhayatına uzun yıllar hizmet etti. 1939-1950 yılları arasında Ankara Radyosu’nda “İzahlı Müzik” programları hazırlayarak çok sayıda radyo ve TV programına müzik tarihçisi olarak katkıda bulundu; bu programları sayesinde Türkiye’deki klasik müzik dinleyici kitlesinin çekirdeğinin oluşturulmasına büyük katkısı oldu. Cevad Memduh Altar, ayrıca önemli bir araştırmacı olarak Venedik, Viyana, Vatikan, Berlin, Varşova ve Saraybosna’daki devlet arşivlerinde Türk kültürüyle ilgili incelemelerde bulundu; uluslararası ve ulusal kongrelerde, sempozyumlarda, seminerlerde ve toplantılarda müzik ve sanatla ilgili çeşitli konularda çok sayıda konferanslar verdi, bildiriler sundu; bunların birçoğu yurtdışında yayımlandı.
1927 yılından başlayarak ömrünün son yıllarına kadar, evrensel değerdeki klasik müziğin ve sanatın Türkiye’de kurumsallaşması ve tanınıp sevilmesi amacıyla kültür, müzik ve sanat ağırlıklı konularda kitaplar, araştırma
yazıları, bildiriler yazdı, müzik ve sanat, tarih ve felsefe konularında sayısız makaleler yayımladı, konferanslar verdi;
davetli olarak gittiği ülkelerdeki gezileriyle ilgili izlenimleri gazetelerde yayımlandı; ayrıca çeşitli çeviriler yaptı. Böylece Altar’ın 1927-1993 yılları arasında 66 yıl süren yoğun bir çalışma yaşamı oldu. Kültüre adanmış uzun yaşamı boyunca çeşitli vesilelerle tanıdığı ulusal ve uluslararası çaptaki çok önemli şahsiyetlerle tanışıp görüşerek ilişkilerini kişisel ve mesleki açıdan yıllarca sürdürdü.
UNESCO Türkiye Ulusal Komisyonu kurucu üyesi, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) üyesi ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi aslî üyesi olan Altar, Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın davetiyle İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluşunda da aktif görev alarak Vakıf Senedi’ni aylarca süren titiz ve ileri görüşlü bir çalışmayla bizzat hazırladı; 1986-1993 yılları arasında bu vakfın yönetim kurulu üyesi olarak çalıştı. Cevad Memduh Altar, kültür alanındaki hizmetlerinden dolayı Fransa’nın Officier d’Académie Nişanı’na, Federal Almanya’nın Schiller Madalyası’na ve Türkiye’de Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’nın ilk Altın Onur Ödülü Madalyası’na layık görüldü. Cevad Memduh’un kişisel meraklarının arasında, kültür ve sanat dünyanın ünlü kişilerinin el yazılarını ve imzalarını toplamak, uzayla ilgili çalışmaları izleyip gazete ve dergi kupürlerini biriktirmek ve felsefî konularda kitaplar okuyup bu türden düşünceleri üzerinde makaleler yazmak da vardı.
Almanya’da evlendiği eşi Johanna Schumann’ı Türkiye’ye döndükten bir süre sonra bir hastalık sonucu kaybeden Cevad Memduh, 1933 yılında Hariciye memurlarından Sefa Feyzi beyin kızı Zeynep hanımla evlendi; 62 yıl süren mutlu bir evliliğin aile reisi olan Cevad Memduh’un 1939’da kızı Ayşe, 1943’te kızı İnci, 1945’te de oğlu Ahmet doğdu. Erol, Yasemin ve Mehmet adlarında üç torun sahibi olan Altar, büyük özverilerle Türkiye’nin sanat ve kültür hayatına adanarak dolu dolu yaşanmış 93 yıllık bir ömrün sonunda, 24 Mart 1995 günü aramızdan ayrıldı. (Hazırlayan: İnci Kut, Ocak 2011)”
“Panel”
“Cevad Memduh Altar’ın 104. doğum yıldönümü vesilesiyle Sn. Ersin Antep tarafından hazırlanan ve Sn. Yrd. Doç. Dr. Işın Metin ile Sn. Ersin Antep’in eşbaşkanlığındaki düzenleme kurulu tarafından, 3 Haziran 2006 Cumartesi günü Ankara’da Bilkent Üniversitesi Ahmet Adnan Saygun Müzik Araştırmaları ve Eğitim Merkezi’nde düzenlenen “Müzikbilimin tarih, felsefe ve estetik ile buluşması” başlıklı panelde, Altar’ın yakın çevresinden müzikologlar, müzisyenler, bilim insanları, öğrencileri ve aile bireyleri, Altar’ı eserleri, yaptıkları, kişiliği ve özel hayatıyla anlattılar. Ayrıca Altar’ı anmak amacıyla verilen küçük bir resitalde, piyanoda kızı Ayşe Altar ve kemanda Hasan Tura, Altar’ın en sevdiği klasik müzik parçalarından iki örnek (Ludwig van Beethoven’den Romance ve J. S. Bach’tan Aria)
sundukları gibi, onun eseri olan “Öğretmenler Marşı”nın, öğrencisi Server Acim tarafından yapılan keman ve piyano uyarlamasını da seslendirdiler.
“Kızı İnci Kut’un konuşması”:
“Teşekkür ediyorum. Önce herkesi selamlıyorum, herkese geldiği için de çok teşekkür etmek istiyorum.
Anlatacak çok şey var tabii, o kadar çok şey var ki, yani benim kişisel olarak 50 yılda tanık olduğum olaylar. Cevad Memduh Altar’ın tabii pek çok kişiliği var: yazar olarak, müzikolog olarak, araştırmacı olarak. Ama ben onun özel hayatından biraz bahsetmek istiyorum ki herhalde en tanınmayan yönü ve belki de birçok kişinin hani merak ettiği şeyler olur diye.
Anlatacak çok şey var, aldığım notlar bile 4 sayfa tuttu, ama ben artık aralarından seçerek anlatmaya çalışacağım. Bir kere ailesinden bahsetmek istiyorum ben. Bilindiği gibi 1902’de İstanbul’da doğuyor Cevad Memduh. Babası İsmail Memduh bey hariciye memuru. Onun babası, yani büyükbabası Osman Nuri Efendi çok önemli mevkilerde bulunmuş, Osmanlı döneminde hâkim, -kadı yani-, şeriyye mahkemeleri kadısı ve çok önemli, hattâ en önemli diyebileceğim Mekke kadılığında bulunmuş, daha sonra İngiliz yönetimi döneminde -bizzat İngiliz Vali’nin Osmanlı yönetimine ricasıyla- iki dönem Kıbrıs kadılığında bulunmuş bir insan büyükbaba. (Büyükbabasının Kıbrıs’taki görev dönemiyle ilgili küçük bir anekdot anlatayım: Osman Nuri Efendi’nin eşi Kıbrıs’ta vefat ediyor. Uzun yıllar sonra Cumhurbaşkanı Fazıl Küçük döneminde Cevad Memduh görevli olarak Kıbrıs’a gittiğinde büyükannesinin kabrini ziyaret etmek istiyor, eski kabristanın başka bir yere nakledildiğini ve kalan az sayıdaki mezardan birinin büyükannesininki olduğunu öğrenince gerekli muameleleri tamamlayıp kabri yeni yerine naklettiriyor.)
Cevad Memduh’un anne tarafından büyük büyükbabası yine hâkim, yine kadı. Böyle bir aile içinde doğuyor ve çocukluğu Osman Nuri Efendi’nin -o zamanın İstanbul’unda Türk ailelerin oturduğu en makbûl semt olan- Sultanahmet’teki büyük konağında geçiyor; işte o zaman Osmanlı yaşantısı, konak hayatı gereği evde halalar, teyzeler, kuzenler, öyle büyük, kalabalık bir ailenin içinde geçiyor hayat.
Tabii dönem çok ilginç bir dönem. 20. yüzyılın başında Sultanahmet gibi bir mahallede oturdukları için çok önemli iki olaya tanık oluyor babam. 6-7 yaşlarında bir çocuk olarak hafızasından hiç silinmeyen iki olay var.
Bunlardan biri 1908 II.
Meşrutiyet’in ilanıyla Sultanahmet’te yapılan mitingleri hatırlıyor ve o zaman ona da bir hürriyet şiiri öğretmişler. Bir iskemlenin üstüne çıkarıyorlar, 6 yaşında falan, elini kolunu da sallayacaksın diye, bunu çok anlatırdı, böyle hamasi bir ifadeyle, “Ey vatan, ey hürriyet!” falan diye bir şiiri son zamanlarına kadar onun son dörtlüğünü hatırlardı ve gülerek anlatırdı.
Bir bu Meşrutiyet’in ilanına tanık olması, bir de onun arkasından gelen 1909 31 Mart Vakası’ndan sonra yine
babasının elinden tutmuş olarak 6-7 yaşında bir çocuk Sultanahmet’ten geçerken sıra sıra asılmış insanları görüyor.
O da hafızasında hiçbir zaman unutamadığı bir olay. Bunları her zaman anlatırdı.
Sonra bu çocukluk anılarında, 1910 Sultanahmet yangını, Ayasofya yangınıyla o konak da yanıyor, kül oluyor.
Bir gün babası gidiyor, okuldan alıyor. “Artık büyükbabanın konağı yok” diyor, Binbirdirek’te başka bir akrabanın yanına götürüyor. Ondan sonra orada oturmaya başlıyorlar.
Biraz eğitim hayatından bahsetmek istersek, 1909’da Ayasofya’da Mekteb-i Edep diye bir okulda ilkokula başlıyor.
Ayasofya Merkez Rüstiyesi’ne gidiyor sonra, 6 sınıflık bir okul burası. Alemdar Numune Mektebi’ne gidiyor; burada Fransızca okuyor. Ayrıca Fransızcanın yanında Arapça ve Farsça okuyorlar. Çok sağlam bir Arapça ve Farsça temeli vardı babamın, yani o dilleri bilmediği halde o temelden gelen bilgiyle hem çok güzel telaffuz ederdi, hem okuduğu eski metinleri falan oldukça iyi anlardı. Fakat sonra babası kendisi gibi hariciyeci olmasını istiyor ve Nişantaşı Sultanisi’ne yolluyor. “Orada da çok değerli hocalarımız vardı” diye kendisi anlatırdı. O zaman tabii o dönemin gereği Musevi ve Ermeni hocalar var, çok değerli hocalardan okuyor. Babası dışarıda Viyana’da Konsüler Akademi’ye göndermek istiyor, bunun için de Almanca öğrenmesini istiyor. Büyükada’da Monsieur Andre Egert diye bir hocadan da Almanca dersleri alıyor.
Bu arada güzel sanatlara ve müziğe ilgisi nasıl başlıyor?, çok ilginç, bunu anlatmak istiyorum. Bir kere her şeyden önce okula gidip gelirken Beyoğlu’ndan geçiyor o zaman, yani kendi anlattığına göre, diyor ki “Müzikten önce bende güzel sanatlar ve resim ilgisi başladı” diyor. O zaman Beyoğlu’nda kitapçılarda büyük ressamların, büyük Avrupalı ressamların resimlerinin kartpostalları satılırmış, böyle döner rulolar halinde. “Okuldan dönerken ben mutlaka o kitapçılara uğrardım, büyük bir hayranlıkla o kartpostalları seyrederdim ve eğer cebimde 3-5 kuruş param varsa mutlaka onları alırdım ve o kartpostalları biriktirirdim” diye anlatıyor. Güzel Sanatlara olan ilgisi aşağı yukarı böyle başlıyor diyebiliriz, fakat müziğe olan ilgisine gelince, bir kere evde bir müzik ortamı her zaman var. Yine o dönemin gereği olarak annesi ut çalıyor, çok güzel şarkı söylüyor ve evde müzikli toplantılar yapılıyor o zaman, eski Türk musikisinin büyük bestecilerinin eserleri seslendiriliyor, fakat o arada babamda Batı müziğine karşı büyük bir ilgi beliriyor.
Bir kere Binbirdirek’te oturdukları evin arkasından akşamları böyle hüzünlü bir flüt sesi geliyor. O kadar ilgisini çekiyor ki bu flüt sesi, büyük bir hayranlıkla onu dinliyor. “Çok sonradan bu müziğin Lully’nin Gavotte’u olduğunu öğrendim” demişti. O müzik onu âdeta mıknatıs gibi çekiyor kendine. Ayrıca yine mektepten dönerken, o zamanlar Tepebaşı’nda Petit Chant diye bir müzikli bahçe varmış.
Dışarıdan orkestralar gelirmiş, Macar orkestraları, Romen orkestraları, çeşitli Avrupa orkestraları geliyor, hafif müzik
yapıyor, Macar müziği yapıyor falan. Yaşı da küçük olduğu için o Petit Chant’a almazlarmış, gidip parmaklıkların arasından o müziğe kulak verirmiş. Yine bir müzik hayranlığı var orada. Bazı hafta sonları babası onu alıp Sarıyer’deki bir ahbabına götürürken, vapur Büyükdere iskelesine uğradığında, iskelenin terasındaki bir lokantada çalan Macar orkestrasının müziği de çok ilgisini çekermiş. O hevesle bir yerden bir ağız armonikası eline geçirmiş, oralardan öğrendiği Macar parçalarını, özellikle de o zamanlar sık sık çalınan Çardaş Fürstin operetinin şarkılarını kulaktan çıkartırmış.
Okulda teneffüslerde arkadaşları ilgiyle çevresini sararlarmış “Hadi Cevad çalsana!” diye, oturup onlara çalarmış.
Sonra çok yakın bir aile dostları var, o zamanın çok önemli şahsiyetlerinden, Türkiye’nin ilk jinekologlarından Besim Ömer Paşa var, onun kız kardeşi ve onun kocası, yine Besim bey, bunların çocukları -3 oğulları- var, bir tanesi Ekrem (Tektaş) bey, Almanya’da tahsildeymiş ve keman öğreniyormuş. İşte bu Ekrem bey geliyor, yine müzikli toplantı yaparlarken Ekrem bey “Ben size keman çalayım” diyor ve ilk olarak geliyor, evlerinde keman çalıyor.
Babam büsbütün müziğe bağlanıyor. O çaldığı eser de (biraz sonra dinleyeceğimiz) Bach’ın Aria’sı, l’Air de Bach. Babam hayran oluyor bu esere ve ondan sonra her boş zaman bulduğunda Ekrem beyin evine gidiyor, kemanını dinliyor. Sonra Ekrem bey diyor ki, “Hadi gel Cevad” diyor, “sen de bir keman al, ben sana ders vermeye başlayayım”. Gidiyor annesine yalvarıyor yakarıyor, -işte böyle 15-16 yaşlarında-, gidiyorlar Beyoğlu’ndan bir keman alıyorlar ve o Ekrem beyle keman dersine başlıyor.
O sırada lise de bitiyor, Ticaret Mektebi’ne gidiyor. Oraya niye gidiyor, onu da bilemiyorum; anneme de soruyorum, o da bilemiyor, çünkü babam ticaretle hiçbir alışverişi olmayan bir insan, paradan hiç anlamayan, tamamen müziğe yönelmiş bir insan. Keman öğrenmeye başladıktan sonra diyor ki, “Ben gideceğim, Almanya’da keman tahsili yapacağım, illaki beni yollayın Almanya’ya”. Aman işte nasıl olur?, yıl 1920, harp zamanı falan, ailenin durumu uygun değil, nihayet büyük fedakârlıklarla onu yolluyorlar.
İlk olarak Viyana’ya gidiyor, fakat Viyana’dan pek memnun kalmıyor. Çok yaşlı bir kontesin evinde pansiyoner kalıyor, evde terör estiriyor kadın. Arkadaşlarının da hepsi Leipzig’de. “Sen de buraya gel” falan derken en sonunda, hattâ eve bile haber vermeden, birtakım organizasyonlar yapıp kapağı Leipzig’e atıyor, atış o
atış.
İşte orada 1927’ye kadar kalıyor, hem viyola tahsil ediyor, hem müzikoloji tahsil ediyor ve 1927’de Türkiye’ye dönüyor. (Almanya’daki öğrencilik yıllarıyla ilgili yine küçük bir anekdot anlatayım: zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati bey Almanya’yı ziyaret ederken, iyi Almanca bilen girgin bir öğrenci olarak Cevad Memduh onu ve yanındakileri gezdiriyor.
Bir gün Güzel Sanatlar Akademisi’ne de gidip bir resim atölyesine giriyorlar. Öğrenciler nü bir erkek resmine çalışıyorlar, çıplak model de var. Onu görünce ziyaretçi hanımlar “Aaaa!!” diye çığlık atıp elleriyle gözlerini kapatıyorlar!)
Almanya’dan döndükten sonra kısa bir süre Akademi’de görev alıyor, bu dönemde Akademi’deki ünlü ressam hocalarla yakın ilişkileri oluyor. Ondan sonra Ankara’ya gidiyor. Musiki Muallim Mektebi’ne öğretmen olarak atanıyor (müdür Zeki Üngör bey). Dışarıda bir fotoğrafı vardır zaten, grup halinde çekilmiş. Musiki Muallim Mektebi’nin o zamanki hali, yazılarının arasında bir yazı buldum, çok hoş bir yazıydı, tabii burada okumaya imkân yok ama oradan bazı alıntılar yapmak istiyorum. O zaman Musiki Muallim Mektebi Cebeci Çayırı’nın ortasında. Cebeci Çayırı uçsuz bucaksız, hiçbir şey olmayan bir yer.
Üç tane eski bağ evi var, bir tanesi 80 öğrencisi olan Musiki Muallim Mektebi, bir tanesi Müdür evi, bir
tanesi kızlar yatakhanesi; erkekler yatakhanesi de 15 dakika mesafede Hatip Çayı’nın eteklerinde eski bir tekke ve bu ikisinin arasında bir tane kır kahvesi var, sönük bir ışık yanıyor, oradan oraya, yani okuldan tekkeye giderlerken bunlar, “onu âdeta bir deniz feneri gibi görürdük biz” diyor. Okulun bazı taşıt araçları var, ama bunlar dört ayaklı taşıt araçları: iki tane at, bir tane merkep ve bir atlı araba. Atlı arabayla hem erzak taşıyorlar, hem icabında hocaları yatakhaneye taşıyorlar ya da yatakhaneden derse taşıyorlar. Hattâ kendisi öğrencileri alıyor, bir de merkebi var, elinde fenerle merkebe biniyor, arkada öğrenciler arabaya biniyorlar, Hatip Çayı’nın kenarındaki yatakhaneye gidiyorlar.
Diz boyu, hattâ bele kadar batacak gibi çamur. Bir defasında şişman bir hanım öğretmen, atlı arabayla okula giderken arabanın tabanı çöküyor, arabacıya sesini duyurana kadar hanımın arabanın içinde koşması gerekiyor! Yatakhanede akar su falan yok, taşıma suyla musluklu bidonları doldurup kullanıyorlar. Yani Musiki Muallim Mektebi oralardan bugünlere gelmiş, şaşılacak şeyler. “Bir gece yatarken bir sarsıntı oldu” diyor, “bir de gözümü açtım, yıldızları gördüm”. Meğerse deprem olmuş, tekkenin bir duvarı çaya uçmuş gitmiş! Yani bu şartlar altında eğitim veriliyor.
Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü (burayla da ilgili nükteli pek çok anıları vardı, Atatürk’ün bu okulu sık sık ziyaret ettiğini de anlatırdı), Kız Teknik Öğretmen Okulu (burada 1947’den 1967’ye kadar 20 yıl Sanat Tarihi ve Estetik dersleri verdi),
Ankara Devlet Konservatuarı (orada da yıllarca Opera Tarihi okuttu; o dönemde derdine her zaman ortak olduğu ve çok sevdiği öğrencisi sevgili Çetin Işıközlü de demin çok güzel anlattı), en sonra da, Ankara’ya gittikten 52 yıl sona geri döndüğü İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı. Orada Bakanlar Kurulu kararıyla hemen hemen vefatına kadar lisansüstü Sanat Felsefesi ve Müzik Felsefesi dersleri verdi. O kadar büyük bir şevkle veriyor ki o dersleri, o ileri yaşına rağmen büyük bir heyecanla, sanki ilk defa hocalık yapıyormuş gibi o derslerini hazırlıyor, fotokopiler çekiyor, onları öğrencilerine götürüyor dağıtıyor, ileri yaşında Göztepe’den kalkıyor, vapura biniyor, gidiyor dersini veriyor, tekrar zor bir şekilde geri geliyor. Yani o şevkini hiçbir zaman kaybetmiyor. En sonunda da artık gidemeyecekolduğu zaman eve geliyorlar öğrencileri. Eğitimci olarak kişiliğini de bu şekilde özetleyebiliriz.
Cevad Memduh’un bir bürokrat olarak yaşantısına gelince, fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama özetle şöyle: 1935 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Şube Müdürü olarak başlıyor, daha sonra 1943’te Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde Radyo Dairesi Müdürlüğü, 1945’te Basın Yayın Genel Müdür Yardımcılığı, 1951’de Devlet Tiyatrosu ve Opera Genel Müdürlüğü, 1954’te Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü, 1964’te TRT Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulunuyor ve 1967’de emekli oluyor. Onun bu görevleriyle ilgili anılarımın arasında örneğin 1940’lı yıllarda radyodan canlı olarak yaptığı ve bugünün klâsik müzik dinleyicisinin yetiştiği ünlü “İzahlı Müzik” programı var, bu programı bilmeyen yoktu.
Bu o kadar sevilen ve tanınan bir programdı ki, adı bile dilimizde âdeta bir deyim halini almıştı, örneğin
biri herhangi bir konuda çok fazla açıklama yapsa, “A, seninki izahlı müzik gibi oldu!” denirdi! Radyo skeçleri de çok sevilen programlardı. Oynanmak üzere seçilecek skeçleri babam bazen eve getirirdi, aile içinde hep birlikte okur, bizler de fikrimizi bildirirdik. Daha önce de 1938-39 yıllarında radyoda Mesut Cemil ve Cemal Reşit beylerle müzik üzerine konuşmalar yaparlarmış. Bir de tiyatro oyuncusu Muhip Arcıman ve eşi Saime hanımla dörtlü müzik konuşmaları yapılırmış, çoksesli müziği tanıtıp sevdirmek için. (Bunların metinleri babamın arşivinde hâlâ durur.) Bir defasında canlı yayında konuşurlarken, hamile olan Saime hanım uyuyakalmış. Konuşma sırası ona gelip de uyuduğunu görünce babam hemen, “A, ben senin şimdi ne diyeceğini biliyorum, sen şöyle şöyle diyeceksin, öyle değil mi?” diye durumu idare etmiş!
Bunun dışında babamın bir de yazar ve çevirmen kimliği var. Yazarlığından değerli uzmanlar söz ettiler, ben biraz da çevirilerinden bahsetmek istiyorum, çünkü zaten ilk Ankara’ya geldiğinde yazmaya başlıyor ve büyük bir açığı kapatmak üzere yazıyor, çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de müzik konusunda yayın hemen hemen hiç yok gibi, yani Cevad Memduh’a Türkiye’nin ilk müzik yazarı diyebiliriz. İlk yaptığı çeviriler de Leipzig’deki kendi hocası Johannes Merkel’in “Armoni” ve “Kontrpuan” adlı eserlerini Türkçeye kazandırıyor. Dışarıda örnekleri var, ilk baskıları; ilk ve son herhalde.
Babamın çeviri alanındaki çalışmaları bu iki eserle sınırlı kalmıyor. Devlet tiyatrolarının ve operanın kurulmasından sonra, yine bu alandaki boşluğu doldurma çabalarına katkıda bulunarak Norveçli yazar Henryk İbsen’in “Bir Bebek Evi” ve “John Gabriel Borkman” adlı tiyatro eserleriyle Puccini’nin “Madame Butterfly” ve Leoncavallo’nun “Palyaço” adlı operalarını Türkçeye çeviriyor. Bu operaların müziğe uyumlu, yani prozodik olarak çevrilebilmesi için müzik ve dil uzmanlarıyla bir ekip çalışması yapılıyor.
Cevad Memduh’un ilk yazdığı kitaplar, bildiğiniz gibi, “George Bizet ve Sanatı”, “Goethe ve Müzikli Dram Sanatı”, “Ludwig van Beethoven”, müzik alanıyla ilgili kısa yazılardan oluşan “Sanat Yolculukları”. Daha sonra bürokratik görevlerinin yanı sıra büyük özverilerle 16 yılda tamamlayabildiği 4 ciltlik “Opera Tarihi”ni yayımlıyor. Bu son eserin ilk iki cildi Millî Eğitim Bakanlığı tarafından büyük formatta basılmıştı, daha sonraki iki ciltle birlikte eserin tamamı bu kez Kültür Bakanlığı tarafından ve ilk ciltlerin formatı ve dizinleri göz önüne alınmadan daha küçük formatta basılınca dizinler bozulmuş ve babam çok üzülmüştü. Kitapları karıştırıp da dizindeki sayfa numaralarının tutmadığını gördükçe kahrolurdu.
Bir sonraki basım için ben yardımcı olmuş, tüm dizini baştan hazırlamıştım da içi rahat etmişti. “Opera Tarihi”nden sonra babamın yazı hayatı sayısız makaleler, konferanslar ve araştırma yazılarıyla sürdü. 1983-1993 yılları arasında 10 yıl hizmet verdiği Mimar Sinan Üniversitesi’ndeki lisansüstü öğrencilerine verdiği Sanat Felsefesi, Müzik Felsefesi ve Barok Sanat derslerinin özenle hazırladığı notlarının kitap olarak basılabileceğini söylerdi hep. Vefatından sonra ben ders notlarını temize çekip yayına hazırladım ve kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan “Sanat Felsefesi Üzerine” adıyla basıldı.
Ayrıca “Opera Tarihi”ni de yeniden elden geçirip güzel bir formatta Pan Yayınları’nda yeniden basılmasını sağladım. Son olarak da “Sanat Yolculukları”nın 1953’ten bu yana eskimiş olan dilini elden geçirdikten sonra, içine “Goethe ve Müzikli Dram Sanatı”nı, Beethoven’in ölümünün 125. yıldönümü vesilesiyle Ankara Devlet Tiyatrosu’nda yaptığı “Ludwig van Beethoven” başlıklı konuşmanın metnini ve 1956’da Mozart’ın 200. doğum yıldönümü vesilesiyle Ankara’da ve Viyana’da gerçekleştirilen kutlama programları çerçevesinde verdiği “Osmanlı-Avusturya İlişkilerinde Mozart” başlıklı konferansın metnini de kattım.
Böylelikle Cevad Memduh’un tüm eserlerinin yeni ve modern basımları gerçekleştirilmiş oldu.
Bunun dışında, yaptığı araştırmalar var, yani bu bürokrat ve müzikolog kimliğinin dışında bir de araştırmacı kimliği var.
İster özel olarak yurtdışına gitsin, ister Dışişleri tarafından gönderilsin, gittiği yerlerde Türk kültürüyle ilgili araştırmalar yapıyor. Viyana’da, Dubrovnik’te, Saraybosna’da, Varşova’da, birçok yerlerde araştırmalar yapıyor ve bu araştırmalarının sonuçlarını da mutlaka yayınlıyor. Çok ilginç şeyler buluyor. Bunlardan bir tanesi de işte demin sözü edilen “XV. yüzyıldan bu yana Türk ve Batı kültürlerinin karşılıklı etkileme güçleri üzerine bir inceleme”. XVII. yüzyıldaki Osmanlı elçisi Kara Mehmet Ağa’nın Viyana’ya yanında 300 kişilik heyeti ve mehterhanesiyle gidişini, hem elçinin seyahatnamesini, hem de Avusturya saray nazırı Lorenzo de Churelicz’in raporunu inceleyerek anlatıyor ve daha başka etkileşimler arasında mehter müziğinin Batı müziğini nasıl etkilediğini ortaya koyuyor.
Uluslararası birçok kongrelere katılıyor: bunlardan biri 1949’da Varşova’da Chopin’in 100. ölüm yıldönümü için katıldığı kongre. Bu hem de bir piyano yarışmasıydı. Halina Czerny Stefanska birinci gelmişti o yarışmada (kendisi ünlü Czerny ailesindendir, uzun yıllar sonra Türkiye’ye konser vermeye geldiğinde babam gezdirmişti onu). Varşova’da “Chopin ve Türkiye” diye bir tebliğ sundu. Bu tebliğ daha sonradan Ulus gazetesinde de dört bölüm halinde yayınlanmıştı.
Varşova yakınlarındaki Szelazowa Wola’da Chopin’in doğduğu evde yapılan anma töreni sırasında bahçeden büyük bir duyarlılıkla topladığı yaprakları kurutarak selofan kâğıdı altında özenle saklamıştır, kütüphanesinde hâlâ durur. 1956’da Viyana’da Mozart’ın 200. yıldönümü için “Osmanlı-Avusturya ilişkilerinde Mozart” diye bir tebliğ sundu.
Beni de götürmüştü oraya, ilk defa yurtdışına çıkmıştım. Ve orada Avusturya hükümeti Kültür Bakanlığı büyük Avusturyalı tarihçi Hammer’in 4 ciltlik “Osmanlı Tarihi”nin bir tıpkıbasımını hediye etmişti, hiç unutmuyorum. Anlattığına göre, Hammer kendini öylesine Osmanlı ve Türk gibi görürmüş ki, Joseph adını Yusuf olarak değiştirip mühür kazdırtmış, Viyana’daki mezarını da bir Osmanlı mezarı stilinde yaptırıp mezar taşına eski yazılarla Osmanlıca yazdırtmış. Bu mezarın fotoğrafı babamın arşivinde hala durur.
Daha sonra üyesi olduğu Uluslararası Sanat Tenkitçileri Derneği’nin birçok toplantısına katıldı. Ve sadece o toplantılara katılmakla kalmazdı, döndükten sonra o ülkeyle ilgili bütün bildiklerini, öğrendiklerini yazıya döker, onları mutlaka yayınlardı. En son da 1974’te Chicago’da bir Verdi Kongresi oldu. “Türkiye’de Verdi ve sanatı” konulu tebliğini orada İngilizce olarak sunmuştu. Bu tebliğ ayrıca İtalyancaya da çevrilerek İtalya’daki Verdi Enstitüsü tarafından yayınlandı.
Enstitünün müdürü olan ve ünlü Medici ailesinin soyundan gelen Dr. Medici’yle yakın ilişki içinde olan babam yıllarca onunla yazışmıştı. Tabii bu mektuplar da arşivinde duruyor. Sonra 1953-54 yıllarında 3 aylığına Amerika’ya gitti, bir fellowship’le. Orada doğudan batıya Amerika’yı gezdi. Ona sormuşlar nereleri görmek istiyorsunuz diye. Görmek istediği, tanımak istediği en önemli kişilerden biri Wanda Landowska idi. Wanda Landowska Polonyalı çok önemli bir klavsenist. Onu tanımayı çok istiyordu. O zaman da çok yaşlı, Wanda Landowska 1877 doğumlu zannediyorum, o zaman da çok yaşlı bir hanım. Gidiyor onunla tanışıyor. Tabii babamın zaten çok sıcak bir kişiliği olduğu için bütün tanıdığı insanlarla sadece iş ilişkileri değil aynı zamanda özel ilişkiler de yürütürdü; senelerce mektuplaşır, gittiği zaman ziyaret eder falan. Wanda Landowska ile de çok uzun seneler yazıştı.
Sonra konservatuarda klavsen sınıfının kurulması için çok önemli yazışmalar geçiyor aralarında ve Ayşe Savaşır’ın Amerika’ya gidip klavsen eğitimi görmesiyle ilgili bütün o organizasyon Wanda Landowska ile yazışmalarında ki dosyası dışarıda duruyor olduğu gibi. İnşallah günün birinde yayınlanır.
En son olarak da 1967’de TRT’den emekli olduktan sonra, her zaman düşündüğü, bir ideal olarak gördüğü bir şey sayın rahmetli Nejat Eczacıbaşı sayesinde gerçek oluyor. Bir vesileyle karşılaştıklarında, onun da aklında öyle bir İstanbul Festivali yapma fikri var, bunu birlikte nasıl yapabiliriz diye konuşuyorlar ve babam, bilmiyorum bir buçuk iki sene belki, o zaman Ankara’da oturduğu halde devamlı İstanbul’a gidiyor geliyor, gidiyor geliyor ve Vakıf Senedi’ni bizzat kendisi kaleme alıyor. İleride olabilecek bütün müdahaleler nasıl engellenebilir?, vakıf amacından saptırılmadan nasıl yürüyebilir?, bunları da göz önüne alarak çok değerli bir belge olarak senedi hazırlıyor ve işte İstanbul Festivali büyük başarılarla bugüne kadar devam ediyor. Bundan birkaç sene önce de hatırladılar, biz tabii çok duygulandık, çok mutlu olduk, festivallerden bir tanesinin -bundan 3 sene önceki zannediyorum- açılış konseri ilk defa olarak Ayasofya Müzesi’nde yapıldı ve Cevad Memduh’un anısına yapıldı. Ayasofya’nın üst galerisinde Mozart’in Requiem’i ve Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu icra edildi. Biz tabii bundan çok mutlu olduk.
Cevad Memduh’un Atatürk’le ilgili anılarına gelince, bazıları anlatıldı ama ben yine üstünde durmak istiyorum, çünkü bu konu onun için son derece önemliydi. Zaten Atatürk hayranlığı onda daha öğrencilik döneminde başlıyor.
Kurtuluş Savaşı zamanında Almanya’da büyük bir ilgiyle savaşın gidişatını izliyorlar ve Atatürk’ün ordularının İzmir’e girdiğini öğrendikleri gün Talebe Cemiyeti’nde birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlar ve öğrenciler hep beraber Atatürk’e bir telgraf çekiyorlar, tebrik telgrafı ve bağlılık telgrafı.
1927 yılında Ankara’ya döndükten sonra, yurt dışında öğrenim görmüş birkaç Türk öğrencinin yurda döndüğünü
öğrenen Atatürk onları tanımak istiyor. Musiki Muallim Mektebi’nde müdürü olan Zeki Üngör bey, ötekilerin İstanbul’da olduğunu, Ankara’da bir tek Cevad Memduh’un bulunduğunu söyleyince “Öyleyse onu getirin bana” diyor. Zeki bey köşke gideceklerini söyleyince babam büyük bir heyecana kapılıyor. Ata’yla bu ilk karşılaşmasını her vesileyle ve aynı heyecanla anlatırdı. Zeki bey “Emrettiğiniz genci getirdim Paşam” deyince Atatürk, Manastır şivesiyle o’ları uzatarak “Sen misin çucuk!” diye onu karşılıyor, “Anlat bakalım, Almanya’da neler yaptın?” diye soruyor.
Babam, gözlerine zorlukla bakılabilen bu etkileyici insana neler yaptığını elinden geldiğince anlatıyor. Ata, “Bundan sonra Salı günleri çaylı toplantılara sen de gelirsin, müzik programlarına yardım edersin” diyor. Böylelikle Salı çaylarına katılıyor. Bir defasında da Atatürk’ün isteğiyle viyola çalmak üzere bir program hazırlıyor. Köşkün girişinde herkesin ayakta durup dinledikleri bu konserde önce arkadaşı piyanist Sadri bey eşliğinde Locatelli’nin Aria’sını çalıyor. Atatürk, babamı alnından öperek tebrik ediyor ve davetlilere dönüp “Arkadaşlar, bu müzik böyle dinlenmez” diyor, adamları çağırıp piyanoyu salona aldırıyor, konserin geri kalanını oturarak gereği gibi dinliyorlar. Ata’ya büsbütün hayran olan babam, bir yazısında şöyle diyordu:
“Gazi Paşa tarafından köşke çağrılmam, mesleğime daha büyük bir şevk ve ilgiyle bağlanmamda başlıca etken oldu.”
Yine bir gün Atatürk’ün çağırtması üzerine Cevad Memduh’u sinemadan çıkarıp köşke götürmelerinin hikâyesini her zamanki nükteli ifadesiyle pek güzel anlatırdı: Bir Cumartesi günü nasılsa şehrin tek sinemasında bir film görmeye gidiyor.
Film oynarken birden ışıklar yanıyor, içeriye sivil giyimli iki kişi girip etrafa bakınmaya başlıyorlar; herkes durumu
garipsiyor. Babamı görünce yanına geliyorlar, kulağına eğilerek kendisini alıp köşke götüreceklerini söylüyorlar.
Babam da kalkıp bu iki kişinin arasında salondan çıkıyor. Bu olayı anlatırken, “Ben nereye gittiğimi biliyordum ama acaba salondakiler ne düşünmüşlerdir diye hep merak etmişimdir” diye gülerdi. Köşke bir gidişinde Ata’nın gelmesini beklerken, pencerenin içinde açık duran bir kitap ilgisini çekiyor, dayanamayıp kalkıp bakıyor, ünlü Fransız müzik yazarı Albert Lavignac’ın “La musique et les musiciens” (Müzik ve Müzisyenler) adlı eseri olduğunu, bazı satırlarının altının kurşunkalemle çizilmiş olduğunu görüyor ve Atatürk’ün müzik devrimlerini nasıl bir rastlantı olarak değil, bilinçli olarak başlattığını anlıyor.
Atatürk’le ilgili pek çok anısının içinde bir de onunla bilardo oynaması vardır: Köşke bir gidişinde yaverleriyle bilardo oynadığını görüyor. Atatürk, “Bilardo oynamayı bilir misin, çucuk?” diye soruyor. Babam da “Bilmem” demeye utanıyor,
“Bilirim” diyor. “Gel öyleyse ortak olalım” diye Atatürk onu çağırıyor, tabii oynamayı pek beceremiyor ama Atatürk
sayesinde kazanıyorlar. “Sen bu oyunu bilmiyormuşsun, çucuk!” diyor, ama ortak oynadıklarından kazandığı paranın yarısını babama vermekten geri kalmıyor. Atatürk’ün Çankaya’da ve Marmara Köşkü’nde sofrasında ve yakın çevresinde bulunmuş, onunla müzik konusunda pek çok kez konuşmuş bir kişi olarak, birlikte çekilmiş bir tek fotoğrafının bulunmamasına ya da onun el yazısını içeren tek bir belgeye sahip olmamasına babam pek hayıflanırdı.
Ama bence babam her zaman işiyle gücüyle ve idealleriyle öylesine meşgûldü ki, bu tür spekülasyonları düşünecek vakti yoktu.
1934 yılında Atatürk’ün talimatıyla yapılan ilk Müzik Kongresi’nde alınan kararlar çerçevesinde 1935’te Musiki Muallim Mektebi’nin bünyesinde Ankara Devlet Konservatuvarı’nın, daha sonra da operanın kurulması çalışmalarına “Ata’nın direktifleri altında bir müzik neferi olarak bizzat katıldığı”nı her zaman gururla anlatan Cevad Memduh, Hitler Almanya’sının dünyaya armağanı denebilecek ünlü uzmanlardan Paul Hindemith, Karl Ebert, Ernst Praetorius gibi önemli kişilerle çok yakın bir temas içinde çalışmak fırsatını buluyor ve yıllarca dostluklarını sürdürüyor.
Hindemith ve Ebert’le olan yazışmaları ve onların hazırladıkları raporları içeren dosyaları babam yıllarca özenle saklamış ve araştırmacıların hizmetine sunmuştur. Bu önemli dosyalar halen elimizde bulunmakta ve müzik arşivlerinde alacakları yeri beklemektedirler. Cevad Memduh’un yakın dostu Paul Hindemith’le olan anılarının bir bölümü, “Paul Hindemith’le Karşılaşmam” adı altında basılmış, 1983 yılında Hindemith Enstitüsü’nün Ankara’daki Alman Kültür Enstitüsü’nde düzenlediği bir etkinlikte konferans biçiminde anlatılmıştı.
Bu anılar arasında Hindemith’le eşini yeni kurulmakta olan Ankara hayvanat bahçesine götürmeleri pek hoş bir hikâyedir. Çocuksu bir kişiliği olan Hindemith’in bir ‘oyuncak tren hastası’ olduğunu da yıllar sonra Almanya’da ziyaretine gittiğinde öğrenecektir. Hindemith ve Ebert’le ilgili anıları arasındaki yine ilginç bir tanesi, bu iki uzmanın sorumlulukları konusunda bir türlü anlaşamamaları ve birbirlerine girmeleridir. Sonunda dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Cevat Dursunoğlu’nun girişimiyle, bakanlığın en alt katında “mahzen” dedikleri bir odada bir araya gelip saatler süren bir görüşme ve tartışmayla sorumluluklar paylaştırılır ve kâğıda dökülüp ikisi tarafından imzalanır. Bu ilginç belge de sözünü ettiğim dosyanın içinde bulunuyor.
Cevad Memduh’un konservatuarın kurulması çalışmalarıyla başlayan hizmetleri, yıllar boyunca aldığı önemli görevlerde, müzik ve güzel sanatlar alanında sürüyor; bunların arasında, onun çabaları ve mücadelesiyle çıkartılan, ama bugün önemi göz ardı edilen ve artık uygulanmayan “Harika Çocuklar Kanunu” özel bir yer işgal eder. Nitekim bu kanun sayesinde sıradışı yetenekli çocuklar olarak İdil Biret, Suna Kan, Verda Erman gibi virtüozlar yurt dışında eğitim görüp Türkiye’yi uluslararası arenada yüz akıyla temsil etme fırsatını bulmuşlardır. Babamız o yılların Ankara’sındaki modern Türkiye’nin müzik ve güzel sanatlar devrimlerinin idealist kadrolarını oluşturan en seçkin çevreleriyle çok yakın ilişkiler içindeydi.
Bu sayede bizler, evimize devamlı girip çıkan bu insanların arasında büyüme ve yetişme şansını elde etmiştik. Müzik, tiyatro, edebiyat, resim alanında isim yapmış insanlar her zaman çevremizdeydi: Ulvi Cemal ve Ferhunde Erkin, Necil Kâzım, Ferit Alnar, Halil Bedi Yönetken, Mithat Fenmen gibi müzikçiler, Cüneyt Gökçer, Semih Sergen, İ. Galip Arcan gibi tiyatrocular, Nurullah Taşkıran, Aydın Gün, Ferhan Onat gibi operacılar, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Kutsi Tecer, Mehmet Emin Yurdakul gibi şairler, Zeki Faik, Arif Kaptan, Turgut Zaim, Bedri Rahmi gibi ressamlar, Zühtü Müridoğlu gibi heykeltıraşlar ve daha pek çokları. Ankara’nın o yıllardaki ilk Batı müziği yaşamında, annemiz Zeynep Altar’ın da küçüklüğünden itibaren değerli hocalarla yetişmiş iyi bir amatör piyanist olarak katkılarına ve tüm hizmetlerinde eşine destek olmasına da değinmeden geçemeyeceğim. Annemiz radyoda konserler vermiş, Praetorius’un ve Halil Onayman’ın yönetiminde Grieg ve Çaykovski konçertoları çalmıştı. Evde viyolonist İzzet Nezih ve eşi Pakize hanımla prova yaptıklarını hayal meyal hatırlıyorum. Bu resitalleri çok daha sonraki yıllarda Ankara’da Ses Tel Birliği’nin Cenap And’ın evinde verdiği bir resitalle noktalamıştı.
Annem baştan sona bütün etkinliklerin o kadar içindeydi ki, babam her ne konuda olursa olsun bir şey anlatırken
unuttuğu isimleri “Neydi Zeynep?” diye ona sorar, cevabını da hemen alırdı. O kadar ki, onları iyi tanımayanlar, “Anneniz eskiden babanızın sekreteri miydi?” diye sormaktan kendilerini alamazlardı!
Biraz da kişiliğinden üç beş kelimeyle söz etmek istiyorum izin verirseniz. İşte herkes söyledi, çok hoşgörülü, çok
bağışlayıcı. Tabii bütün bu hoşgörünün ve bağışlayıcılığın temelinde yatan şey ‘sevgi’dir. Babamın hayatında sevgi her zaman çok büyük bir yer tutmuştur. İnsan sever ve her insana aynı derecede sevgiyle yaklaşır, herkesle ona göre konuşurdu. Kendisi son derece canayakın ve nüktedan bir insandı, son derece esprili bir insandı, hani eski İstanbul efendisi dediğimiz terbiyeli, nazik bir insandı, kimseyle kavga etmezdi, düşmanlıklara metelik vermezdi. Bir özelliğinin siz çok üzerinde durdunuz, hani hiç kimseye ters gitmez diye, evet hiç kimseye ters gitmezdi ama prensiplerinden de hiçbir zaman ödün vermezdi, -iş konusunda-, yani dostluk başka prensipler başka. Bir örnek vermek istiyorum: Harika Çocuklar Kanunu, o zaman yürüyordu o kanun, işte İdil’ler, Suna’lar gidiyorlardı, başkaları gidiyordu. İstismar etmek isteyen kimseler oldu. Hattâ askerî yönetim dönemindeydi, büyük iltimaslar yaptırılmak istendi, araya insanlar konuldu, onlara bile “hayır” demesini bilmiş bir insandır. Hiçbir zaman prensiplerinden vazgeçmedi, ödün vermedi.
Bir de çok yeniliğe açık bir insan olduğundan bahsedildi. Hakikaten çok yeniliğe açık bir insandı. Tabii Atatürk
hayranlığından da gelen bir şey. Meselâ bu kadar ciltler dolusu yazılar yazan bir insan, yeni harf devrimine geçildikten sonra tek satır eski harfle yazı yazmamıştır ki bu kadar çok yazı yazan bir insan, belki çok daha kolay olabilirdi yazı yazması. Kurşun kalemle saman kâğıt üzerine daime yeni harflerle sayfalar dolusu yazı yazar, sonra yine kendisi oturur, onları annem okurdu o yazardı veya o okurdu annem yazardı, beraber temize çekerlerdi. Hiçbir zaman eski yazıyla yazmaya yanaşmadı. Yine yeniliğe açık olmasına bir örnek vermek gerekirse, meselâ bu konularla hiç ilgisi olmayan uzaya çok büyük bir ilgi duyardı. İşte o zaman yeni yeni böyle uzay çalışmaları yapılıyor, füzeler, Amerika, Rusya falan. İnanır mısınız, gazetelerden bütün bu haberleri toplar, dosya yapardı. Yani kendi mesleğiyle, kendi çalışmalarıyla hiç ilgisi olmayan bir şey ama ‘yeni’ bir şey, yenilikle ilgili bir şey. Onun için her türlü yeniliğe açık bir insandı.
Öğrencilerinin şevkini hiç kırmadığından da bahsedildi. Gerçekten de öyleydi. Meselâ Kız Teknik Öğretmen Okulu’nda öğretmen olduğu zamanlar, işte ben de o zaman ona yardım etmek isterdim, yorgun olduğu zamanlar, “Hadi ver sınav kâğıtlarını ben okuyayım” derdim. Ben okurdum, o dinlerdi.”
“Oğlu Ahmet Altar’ın konuşması”: O kadar çok şey söylendi ve o kadar güzel şeyler söylendi ki, ve duygusal şeyler söylendi.
Tabii bunlar bizim açımızdan aile olarak son derece önemli. Hemen konuşmamın başında şunu da vurgulamak istiyorum: Annem buraya gelemedi, yaşı nedeniyle, sağlık nedeniyle buraya gelmesi oldukça zordu, ama bilhassa buraya sevgilerini yolladığını söylememizi bizden rica etti. Kendisi kalben burada, “gönül isterdi ki gelebileyim, fakat bu şartlarda gelmem çok zordu” diye bunu belirtti.
Bunu da bu vesileyle söylemiş olayım.
Babam tabii ki çok yoğun bir kültür hayatı içinde bulunmuş, bu yaşantısı içinde son derece mühim insanlarla -sizler gibi-, birçok önemli şahsiyetlerle beraber olma fırsatını elde etmiş, en mühimi -Gazi Mustafa Kemal derdi kendisi- Atatürk’ü tanıma şerefine erişmiş. Bu çok büyük bir şey tabii -kendisi için-, hep kendine örnek aldığı bir insan, hepimizin, her Türk aydınının yapması gerektiği gibi, Atatürk’ü tanımış, İsmet İnönü’yü, İsmet Paşa’yı tanımış bizzat, yakınında bulunmuş, uluslararası birçok müzisyenlerle, bilim adamlarıyla tanışmış: Albert Schweitzer meselâ, bizzat tanımış, çok büyük bir şans olarak nitelendirirdi bunu. Bunun gibi uluslararası ve Türkiye’nin kıymetli, müzik sahasındaki kıymetli insanlarıyla beraber olmuş, büyük insanlarla beraber olmuş, yurt dışında, yabancı ülkelerde, yani çok yoğun bir kültür hayatı olmuş.
Sizler de bunu belirttiniz, anladığım kadarıyla. Tabii bütün bunları, kendisi de büyük bir zevkle, -bulunduğu özel toplantılarda veya verdiği konferanslarda, mutlaka arzu ederlerdi- bunlarla ilgili anılarını anlatırdı, fakat bu anılar kayda geçmiş anılar değildi. Tabii biz de çocukları olarak, ben de bu konuda biraz hassastım, birçok güzel konular konuşuluyor, Atatürk’ten bahsediliyor, uluslararası şahsiyetlerden bahsediliyor, bütün bu konuşmalarında bahsettiği kişileri bize de anlatıyor, toplantılarda da anlatıyor, ancak bunların bir kayda geçmesini istediğimiz vakit şöyle diyordu: “Benim bunlarla uğraşacak vaktim yok!”, çünkü vakit çok önemliydi kendisi için, yani o da çok arzu ediyordu, bunu kabul ediyordu.
Şöyle özetleyeyim: 1985 yıllarına doğru, artık 83 yaşına geldiği zaman, yapabileceğini kabul etti, yani kabul ettirebildim.
Nasıl yapacaktık? Tabii ben de çalışma hayatındayım. Haftada bir kere hafta sonları buluşacağız.
Baştan şartını koydu: 1 saat. Tabii çok az, ama ben buna da razı oldum. Kayıt yapacağız, bunu bir CD değil de o günkü koşullarda teyp ortamında kayda geçireceğiz bunları. Ve başladık. Aşağı yukarı 8-9 sene kadar beraber bu işi yapmaya çalıştık. Ama burada istatistiki olarak şöyle bir açıklama yapmak zorundayım: ilk 1-2 yıl çok iyi gitti, haftada bir kere, ama tabii onun işi çıkıyordu, benim durumum müsait olmuyordu, hasta oluyordu, sorunlar oluyordu falan, bazı aksamalara girebiliyordu. Bu 1-2 yıl nispeten iyi gitti, fakat ondan sonra yavaşlamaya başladı. Bu çalışmaları yaparken kendisinin hep söylediği şey şuydu: “Evlâdım, biraz çabuk olalım, benim dersim var! Bu hafta dersim var!” Yani babam için en mühim şey dersleri, talebeleri, okulu. Katiyen öne alamıyorum, istiyorum ki haftada bir gün bunu yapabilelim. Hep ertelemeye çalışıyor. “Çabuk bitirelim!”, “Bitiyor mu?” şeklinde. Babamın şöyle bir şeyi vardı, -daha önceki konuşmacılar da belirttiler- çalışmayı çok seven bir insan, fevkalâde çalışmayı seven bir insan -ben öyle olamadım şahsen-. Bu çalışma düzeninde talebelerine vereceği dersleri önceden hazırlama merakı vardı, yani hiçbir zaman -siz mutlaka bilirsiniz bildiğiyle gitmezdi. Önceden çalışır ve iki tane önemli hazırlık yapardı. Bir tanesi, görsel malzeme hazırlardı.
Bilmiyorum yanılıyor muyum? Tabii bu söylediğim sadece üniversitedeki dersleri için değil, Kız Teknik Öğretmen Okulu veya teknik öğretmen okullarında, bunun gibi diğer dersleri için de söz konusu. Kendisi önceden malzeme hazırlardı ve bir text hazırlardı, daha önce de söylendiği gibi, ve talebelerinin kendisini dinlemelerinin yeterli olacağını söylerdi, çünkü “bu sanattır, kabiliyettir, hiçbir zorlamayla olmaz” derdi. Nitekim ben de bir sanatkâr olamadım, çünkü çok liberal görüşlü bir insan olduğu için hiçbir zaman beni zorlamadı. Keşke olabilseydim tabii. Neticede bu hazırlıkları yapmadan derslerine gitmediği için bunu yapmadı mı huzursuz olurdu. Şimdi meselâ hafta sonu en mühim şey, hafta sonu nispeten daha rahat, çünkü hafta içinde derslerine gidiyor, şunu yapıyor bunu yapıyor, hafta sonundaki bu kayıt çalışmalarını mümkün olduğu kadar aksatmaya çalışıyordu, çünkü hep aklı fikri talebelerinde. “Dersim var”, “dersime çalışacağım”, “Hazırlık yapacağım”, “Malzeme hazırlayacağım” filan. İşte bu şekilde 1-2 sene gitti, ondan sonra daha da yavaşlamaya başladı.
Son 2-3 senede de sağlık nedenleriyle nispeten aksamalar başladı, ama bir plan çerçevesinde yaptığımız bu çalışmaları aşağı yukarı maalesef %75 filan bitirmeye muvaffak olduk, yahut %20-30 gibisini yapamadık, hiç yapamadık, zaman yetmedi, yani ömrü vefa etmedi.
Yani babam için vurgulayacağım iki tane çok önemli husus var: bir tanesi, onun için önemli olan, talebeleri. Ondan sonra da kitapları, yazıları. Çünkü o esnada konferanslar da veriyor muhtelif yerlerde, derneklerde -dernek çalışmaları var-.
Bu iki şey, -kendisi de önemini kabul etmesine rağmen- anı çalışmalarının daima önüne geçti, anı çalışmalarını maalesef istediğimiz şekilde yapamadık. Benim de istediğim bütün bu tecrübelerin bir kayda geçmesi ve ileride bir kitap haline dönüştürülmesi. Herhalde oldukça yararlı olur diye tahmin ediyorum. Kendisi de şöyle derdi: “Ben bir kültür neferiyim!” Aynen böyle: “Ben bir kültür neferiyim!” Çalışmaya, her sahada çalışmaya ve kendini eğitmeye, kendini yüceltmeye çalışan bir insan ve bunu da başkalarına yansıtmaya çalışan bir insan.
Zaten hocalığı da herhalde -her hoca gibi- bunu gösteriyor. Burada önemli bir rehberi vardı, ünlü düşünürlerden -her şeyden önce tabii Atatürk’ün büyük bir hayranı, Atatürk’ün bütün düşüncelerine son derece saygı duyan, onlardan kendine öğretiler almaya çalışan bir insan-, bu arada ünlü bir Fransız edip var, Emile Littré, edip, düşünür. Onun bir lafı var, o laf babamı çok etkilemiştir ve hakikaten bütün felsefesini o düşünce, o söyleyiş, o deyiş yansıtıyor. Onu söylemek ihtiyacını duyuyorum: Emile Littré’ye soruyorlar -74 yaşında-: “İnsanın kendisine karşı en önemli görevi nedir?
İnsanın insanlara karşı en önemli görevi nedir?” Bir toplantıda, bir düşünce toplantısında. Hattâ Emile Littré önce biraz müsaade istiyor bir düşünür olmasına rağmen, zaman istiyor. Sonradan cevabını şu şekilde veriyor -tabii bilemiyorum sözlü mü veriyor, yazılı mı veriyor- “İnsanın kendisine karşı olan en önemli görevi ‘öğrenmek’. İnsanın topluma karşı en önemli görevi ‘öğretmek’.” Öğrenmek ve öğretmek. Hakikaten babam için bu çok önemli bir düşünce şekliydi.
Bütün çabası öğrenmek -öğrenmenin yaşı yok- ve öğretmek -öğretmenin de zamanı yok-. Bu tabii bir egoizmden çıkmak oluyor anladığım kadarıyla: bildiğini kendisine saklamamak, başkasına vermek. “Bu çok önemli” derdi. Ve bu da şu âna kadaranlatılanları özetleyen bir görüş, çok önemli bir görüş diye düşünüyorum. Kendisi de çok saygı duyardı bu görüşe.
Ben tabii Atatürk’ten bahsetmek çok isterdim. Sayın konuşmacılar, bilhassa akademik konuşmalarda bunun önemini özellikle vurguladılar. Ben biraz aile yapısını, aile içindeki görüşünü yansıtmak istiyorum. Tabii bu ancak bizlerin söyleyebileceği bir şey. Toplumun en küçük hücresi olarak ailenin önemini her zaman bizlere aile içindeki eğitiminde yansıtmıştır. Son derece evine bağlı, saygılı bir insan.
Tabii bütün hayatı boyunca her zaman bize söylediği de “Benim bütün gelişmemde en büyük rolü anneniz oynamıştır” derdi her zaman.
Tabii her ailede olduğu gibi bir erkeğin başarısı varsa eğer, mutlaka onun arkasında eşinin olması çok
doğal bir şey. Bunu da her zaman vurgulardı, eşin önemini vurgulardı, aile yapısını vurgulardı, bu bağların sağlıklı
olmasının üzerinde çok dururdu. Tabii bunlar da bilimsel gerçekler mutlaka.
Ben müsaade ederseniz burada bitireyim, sayın başkan, ama ondan önce bir şey rica edebilir miyim? Kısaca bir teşekkür etmek istiyorum. Tabii bu benim teşekkürüm ve ailemin teşekkürü, İstanbul’dan annemin de teşekkürüdür.
Ben isim hafızam zayıf olduğu için, müsaade ederseniz buradan isimleri tek tek okuyacağım: Ahmet Adnan Saygun babamın tabii çok yakın dostuydu, güzel bir tesadüf bu ortamda babamı anmak. Bilgi Üniversitesi Ahmet Adnan Saygun Enstitüsü’nün bu düzenleme kuruluna teşekkürlerimi bildiriyorum, kendim ve ailem adına. Müsaade ederseniz, Dr. Işın Metin, Ersin Antep bey -bizi İstanbul’da buldu, bizlerle gayet sıkı temasta bulundu-, Dr. Feza Tansuğ bey ve Deniz Başuğur beye ve tüm düzenleme kurulunun raportör, üye ve bütün görevlilerine teşekkürü borç bilirim. Arz etmeye çalıştım. Teşekkür ederim.”
Genlerin ve Ailenin Önemi
Kızları Ayşe Altar ve İnci Kut’a geçen genleri:
“Bilkent Üniversitesi Ahmet Adnan Saygun Müzik Araştırmaları ve Eğitim Merkezi’nde düzenlenen “Müzikbilimin tarih, felsefe ve estetik ile buluşması” başlıklı panelde, Altar’ın yakın çevresinden müzikologlar, müzisyenler, bilim insanları, öğrencileri ve aile bireyleri, Altar’ı eserleri, yaptıkları, kişiliği ve özel hayatıyla anlattılar. Ayrıca Altar’ı anmak amacıyla verilen küçük bir resitalde, piyanoda kızı Ayşe Altar ve kemanda Hasan Tura, Altar’ın en sevdiği klasik müzik parçalarından iki örnek (Ludwig van Beethoven’den Romance ve J. S. Bach’tan Aria) sundukları gibi, onun eseri olan “Öğretmenler Marşı”nın, öğrencisi Server Acim tarafından yapılan keman ve piyano uyarlamasını da seslendirdiler.”“1927 yılından başlayarak ömrünün son yıllarına kadar, evrensel değerdeki klasik müziğin ve sanatın Türkiye’de kurumsallaşması ve tanınıp sevilmesi amacıyla kültür, müzik ve sanat ağırlıklı konularda kitaplar, araştırma yazıları, bildiriler yazdı, müzik ve sanat, tarih ve felsefe konularında sayısız makaleler yayımladı, konferanslar verdi; davetli olarak gittiği ülkelerdeki gezileriyle ilgili izlenimleri gazetelerde yayımlandı; ayrıca çeşitli çeviriler yaptı.” Oğlu Ahmet Altar’ın vurguladığı ailenin önemi: “Toplumun en küçük hücresi olarak ailenin önemini her zaman bizlere aile içindeki eğitiminde yansıtmıştır. Son derece evine bağlı, saygılı bir insan. Tabii bütün hayatı boyunca her zaman bize söylediği de “Benim bütün gelişmemde en büyük rolü anneniz oynamıştır” derdi her zaman. Tabii her ailede olduğu gibi bir erkeğin başarısı varsa eğer, mutlaka onun arkasında eşinin olması çok doğal bir şey. Bunu da her zaman vurgulardı, eşin önemini vurgulardı, aile yapısını vurgulardı, bu bağların sağlıklı olmasının üzerinde çok dururdu. Tabii bunlar da bilimsel gerçekler mutlaka.”
“Zeynep Altar (1909-2017 İstanbul)”
Zeynep Altar, 25 Aralık 1909’da, Hariciye memuru olan Sefa Feyzi beyle Şadiye hanımın ikinci çocuğu olarak İstanbul’da doğar. Büyükbabası, Galatasaray Sultanisi (Lisesi) Farsça hocalarından şair Muallim Feyzi’dir. Babası Sefa bey tahminen 1913-14 yıllarında Tahran’da Türkiye Büyükelçiliği’nde Müsteşar olarak görev yapar. Eşi Şadiye hanım tifodan vefat edince oraya defnedilir. Tahran’dan çocukları Zeynep ve Settar’la birlikte (rahmetli Büyükelçi Settar İksel) İstanbul’a dönerken uzunca bir süre Bağdat’ta kalırlar. Sefa bey daha sonra Bükreş’e tayin olur; iki yıl kadar orada “Tuna Delegesi” olarak kalır. Zeynep, okul öncesi 5-6 yaşlarında, orada Alman okuluna gider; okulda ağabeyi ile birlikte zorunlu ders olarak piyano derslerine başlar. İstanbul’a dönünce Sultan Ahmet’te (Tavukçu sokaktaki) Esmahan Kaya Sultan ilkokuluna başlar; bir yandan da Madame Rafael diye Ermeni bir hocadan piyano dersleri alır.
1919 sıralarında Sefa bey Hariciye memuru olan arkadaşı İsmail Memduh (Altar) beyin kızı Meliha hanımla evlenir.
Zeynep, (üvey annesinin bitirmiş olduğu) Bezmiâlem Sultanisi’ne verilir (bu okul sonradan İstanbul Kız Lisesi olur). O sıralarda Macar hoca Hege’den piyano dersleri alır. 1925’te Başkonsolos olarak tayin edilen İsmail Memduh bey ve eşi İhsan hanımla birlikte Anvers’e gider; orada liseye devam ederken bir yandan da Institut Beethoven’de piyano dersleri alır. 1927’de İstanbul’a dönerler. Zeynep, Anvers’te Fransızca öğrenmiş olduğu için Notre Dame de Sion lisesine yazılır; bir yandan da Lizst’in öğrencisi olan İtalyan asıllı Della Sudda’dan ders almaya başlarlar. 1933’te Meliha hanımın erkek kardeşi olan Cevat Memduh’la evlenip Ankara’ya gidene kadar bu dersler devam eder. Zeynep’i çok seven ve piyano çalmasını çok beğenen Della Sudda, özellikle Chopin’i çok duygulu çaldığını söyleyerek ona (kadın Chopin anlamında) “Chopine” diye isim takmıştır.
Zeynep hanım, eşiyle birlikte Ankara’ya gitmeden önce bir süre Cemal Reşit Rey’in Analyse Musicale derslerine de
katılır. 1935-36’lardan sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nın kuruluş çalışmalarını Alman uzmanlarla birlikte bilfiil
yürüten Cevat Memduh’un yanı başındadır; o tarihlerden itibaren ve 40’lı yıllarda Ankara’da klasik müziğin
yaygınlaştırılması çalışmasına piyanosuyla katkıda bulunur, radyoda konserler verir; şef Praetorius’la birlikte Grieg ve Çaykovski piyano konçertolarını çalar. Ayrıca resitaller verir, Chopin’in Etudes’lerini çalar; viyolonist İzzet Nezih Albayrak ve eşi Pakize hanımla resitaller yaparlar. En son 1956-57 yıllarında Ses ve Tel Birliği’nde (rahmetli Cenap And’ın, bugünkü Sevda-Cenap And Vakfı’nın nüvesi olan Çankaya’daki evinde) verdiği resitalde bir Chopin Impromptu çalar. Cevat Memduh’la 60 küsur yıllık evlilikleri boyunca, kültür ve müzik alanındaki yoğun çalışmalarında ona destek ve yardımcı olur; yazılarını temize çeker; yurt dışı seyahatlerinde, araştırma gezilerinde, katıldığı kongrelerde yanındadır ve kültür hayatımızın her bir aşamasına bire bir tanık olur.
Not: Müzikolog Emre Aracı’nın Zeynep Altar’la ve hocası Della Sudda’yla ilgili olarak yazdığı “Lizst’in öğrencisinin
öğrencisiyle bir öğleden sonra” başlıklı yazısı, Andante dergisinin Mart-Nisan 2007 aylarına ait 27 sayılı nüshasında yer almıştır. (Derleyen: İnci Kut, Ocak 2011)”
Ali Abdüssettar İksel (Settar İksel)
Eşi Zeynep Altar Hanımefendi’nin hayat öyküsünde beni bir sürpriz bekliyordu: Settar Bey. “Zeynep Altar, 25 Aralık 1909’da, Hariciye memuru olan Sefa Feyzi beyle Şadiye hanımın ikinci çocuğu olarak İstanbul’da doğar. Büyükbabası, Galatasaray Sultanisi (Lisesi) Farsça hocalarından şair Muallim Feyzi’dir. Babası Sefa bey tahminen
1913-14 yıllarında Tahran’da Türkiye Büyükelçiliği’nde Müsteşar olarak görev yapar. Eşi Şadiye hanım tifodan vefat
edince oraya defnedilir. Tahran’dan çocukları Zeynep ve Settar’la birlikte (rahmetli Büyükelçi Settar İksel) İstanbul’a
dönerken uzunca bir süre Bağdat’ta kalırlar. Sefa bey daha sonra Bükreş’e tayin olur; iki yıl kadar orada “Tuna
Delegesi” olarak kalır. Zeynep, okul öncesi 5-6 yaşlarında, orada Alman okuluna gider; okulda ağabeyi ile birlikte
zorunlu ders olarak piyano derslerine başlar.”
Adımın geldiği annemin babaannesi Rengigül Hanım’ın eşi Sultan Reşad V dönemi mebus, buğday ihracatçısı, saygın bir iş adamı, Mevlevî. Rengigül Hanım’a adını veren Büyükhanım, 31 Mart Vakası’nda vazifesi başında öldürülen Adliye Nazırı Mustafa Nâzım Paşa. Birlikte Beyazıd’daki ulema Tayfur Bey’in konağında büyüyorlar ve Rengigül Hanım o konaktan Taşkasap’taki eşinin konağına gelin gidiyor. Nâzım Paşa ailemiz için kıymetli, saygın bir büyüğümüz.
Nazım Paşa’nın torunu da aynı ismi taşıyan çok kıymetli saygın Teşvikiyeli bir büyüğümüz, keza ailesi de tabii. Mora, Selanik, Çerkes bağlarımızla. Nâzım Paşa’dan sonraki Adliye Nazırı Necmeddin Molla. Necmeddin Molla Bey de hukuki, siyasi ve iktisadi tarihimiz için önemli bir zat-ı muhterem. Molla Bey’in oğlu Hayrettin Bey’in torunu Necmeddin Kocataş. Necmeddin abi ile gerek iş ve akademik çevrelerimiz, gerekse de hukuki, siyasi, ekonomi tarihimiz içindeki bağlantılarımızla dostluğumuzdan ziyade “abi-kardeş” bağımız yıllar içinde pekişti. Her ikimiz de Nişantaşı’nda, Amiral Bristol Hastanesi (Şimdiki adı ile V.K.V. Amerikan Hastanesi) doğmuşuz. Tabii bir de köklü eğitim kurumlarına, bunlardan birisi de Galatasaray kültürüne olan saygım. Babamın “Flora of Turkey” ekibine seçilen ilk Türk bilim adamı olmasından dolayı Edinburgh’ta ilkokula başladım, Londra’da okudum. Ancak 13-14 yaşlarımdan itibaren Galatasaray’da da okumuş, ülkemize kendi konularında hizmet etmiş kıymetli zat-ı muhteremlerden bazıları hocam, bazıları arkadaşım, dostum oldular. Çoğu kişi bana sırlarını aktardı, anılarını yazdırdı.
Yaşayan ve aramızdan ayrılan nice değerli, topluma fayda sağlamış kişinin sırdaşı oldum ki bu sadece Galatasaray ile sınırlı değil tabii. Semahat (Arsel) Hanım’ın onuruma verdiği yemekteki konuşmasında “Rengigül ketumdur, o bakımdan çok rahattım” diye vurguladığı gibi bir his içinde oluyorlar sanırım.
Bu bana genlerimden geçtiği gibi İngiliz ve İskoç eğitimlerimde kazandığım bir özellik diye düşünüyorum. Birisi ile alay etmek, sırları ifşa etmek, objektif bakış açısı ile değerlendirme yapamamak, övünmek, olduğundan farklı gözükmek, çalışmamak tasvip edilmez. Ayıplanır diyebilirim. Tabii sonrasındaki üniversite, Sandoz ve Koç iş hayatımdaki deneyimlerim de yıllar içinde etkili olmuştur. Eski, köklü Osmanlı eliti ailelerde de kadın-erkek ilişkileri başta olmak üzere büyük konak yaşamında yarı-resmî ilişkiler içinde yaşanmıştır. Böyle kısa bir girizgâhtan sonra; Necmeddin abi ve Settar Bey detayına değineyim isterim. Necmeddin abi, 2020-2021 yılları arasında sesli kayıtlarını yaptıkça bana gönderdi, ben de deşifre ettim ve anılarını kaleme aldım. “Soruları sen sor, ben hatırlayayım” dediği için de sorular çıkardım.
Bana güvenerek anlatımlarının bazılarını sansürden geçirdim, ses kaydı da dahil sildim. İlk işe başladığım İ.Ü. Rektörlüğü Halkla İlişkiler, Dokümantasyon bölümünün kurucusu Semiha Hanım (Selim Baban’ın kızı, Yaşar Kemal’in eşi) bana “başmünekkit” derdi. Ben de tebessüm ederdim. Kişiler arasındaki sözlü anlatım, yazıya döküldüğünde adı geçen kişi ve kurumlar hassasiyetine dikkat etme çabası, benim refleks olarak yaptığım. Necmeddin abinin anılarının tümü içindeki Settar Bey, 50 yerde geçiyor.
“Galatasaraylılık muhabbetini sen biliyorsun. Bizim ne kadar bağlı olduğumuzu. Göbekten bağlıyız. Göbek bağımız orada kesilmiş. Benim rahmetli babamı da koleje (RC) yollamış dedesi ama kendisi Galatasaraylı.”, “Sorduğun soruların üzerinden gidelim: “Bu zat-ı muhteremler nasıl giyinirlerdi?” diye soruyorsun. Bunları şık diye kategorize edemezsin. Bunlar kültür ve şıklığın en tepesindeler.” diye başlayan acı-tatlı Settar Bey anıları… Galatasaraylı feyz aldığı, saygı duyduğu kişilerden. Zarafetini, sofra kültürünü… Tasvir etmek pek de kolay değil. “Settar Bey’den başlayayım anlatmaya” diye vurguladığı Ali Abdüssettar İlksel (1908-1985), İngilizlerin “he was a diplomat, bon vivant, and womanizer par excellence.” dedikleri gibi. “Anadolu Tarihi” kitabı adını verdiği eserini eski Türkçe ile yazmış, hayli hacimli imiş.
Ancak basılamamış. İnşallah emin ellerdedir. Çok harika da menü koleksiyonu varmış. Onun akıbeti… Necmeddin abinin “Abbase Hanım, birinci eşi. Abbase Hanım’ın Şadi Bey’den oğlu Ömer Kavur. Sinema yönetmeniydi. Hümeyra’nın kocasıydı. Settar Bey, arkasından Şekerci Hayri İpar Bey’in kızı Selma Hanım ile evleniyor. Selma Hanım’dan iki çocuğu oluyor. Mehmet İksel. Londra’da. İksel Art diye enteresan güzel bir iş yapıyor. İkinci oğlu Orhan maalesef vefat etti.” diye ifade ettiği Şadi Bey de Galatasaraylı. Settar Bey son evliliğini Nilgün Hanım (Ercüment Karacan’ın ilk, Suat Nemli’nin eski eşi) ile yapıyor.
Kitaplığını örnek aldığım Oktay Aras Bey’in sayfasında, İbrahim Şadi Kavur’un “Galatasaray Lisesi’ni 1927 yılında bitirmiş, ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur.”, Ali Abdüssettar İksel (ya da Settar İksel)’in “1927 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur.” bilgileri ışığında her ikisinin de okul arkadaşı oldukları. Bir gazete kupüründe Prenses Süreyya ile bir baloda dans ederken fotoğrafı ve haberi yer alıyor Settar Bey’in, Bonn Büyükelçisi. Arşivimdeki büyük sorumluluklarına da tadımlık değinmek isterim: “Londra Konferansı’nda Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu başkanlığında bir heyet temsil etti. Heyette Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes, Büyükelçiler Muharrem Nuri Birgi, Suat Hayri Ürgüplü, Settar İlksel ve Genelkurmayİkinci Başkanı Korgeneral Rüştü Erdelhun bulunuyordu; bk. T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet
Arşivi (BCA) 30.18.1.2/140.80.3/Ek. 105-54, 25.8.1955”, Yiğit, Ali Ata, Orta Doğu’da Konjonktürün Değişmesi ve
Türkiye’nin Taksim Tezine Karşı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kurulması (1954-1960), CTAD, Yıl 19, Sayı 38 (Özel Sayı 2023), s. 989-1019.”,
“A.P. Grupu Adına Settar İksel (İzmir) — Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, benden evvel söz alan Dışişleri Bakanımız temas edeceğim birçok konulara cevap verdi. Bunlara tekrar temas etmemeye çalışacağım. Eğer tekrarladıklarım olursa özür dilerim. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 18 Aralık tarihinde kabul edilmiş olan karar Türkiye için memnuniyet verici olmaktan uzaktır.” M. Meclisi B : 30 29 . 12 . 1965 O : 2
Konumuzdan uzaklaşmamak adına, hayli ilginç yaşam öyküleri ile o dönemi arşivimdeki verilerle detayları ile kaleme almam gerektiğini düşünüyorum. Tabii “Nişantaşılı Tanıdıklarım” bölümünde Necmeddin (Kocataş) abiyi aktaracağım.
Bu hem semtimizin kültürünü, tarihini yansıtacak hem de hiç tanımayanlar okuduklarında Necmeddin abinin ne kadar güzel yürekli, iyi kalpli, dost canlısı, vazifeşinas olduğunu, aile kültürünü, ne kadar iyi yetiştiğini satır aralarından öğrenecekler.
“Başta tarih. Benden 40-50 yaş büyüktü. Onların yanında eğitildim ama nerede birleştik hepimiz. Hepimiz “liberté,
égalité, franertiné”de birleştik. Yani hepimiz Fransız Devrimi’nde birleştik çünkü hepimiz Fransız ekolüyüz. Bu hülasa böyle söylenebilir. Abi, kardeş, amca… İşte o hiyerarşi! Bu hiyerarşi neyi öğretiyor insana? Bir devlet hiyerarşisini de öğretiyor. Çünkü neticede bürokrasi dediğimiz de oradan çıkmış.
Benim sonraki siyasi hayatımı da sormuşsun. O konuyu da detaylı anlatacağım ama bu aldığım derslerden – ki 16 ile 30 yaş arasında idim – sosyalizasyonu öğrendim. Çünkü bizim mektepten çıkarken herkes eşittir. Zengin olmamıza rağmen biz otobüslerle gittik. Kapımızda iki Amerikan arabası, iki şoför olmasına rağmen bizim ailelerimiz bizi ya servis arabalarıyla ya da otobüsle yolladılar. Servis arabasıyla ilkokula giderdik ama ondan sonra hayatımızda bir tek gün bizi bindirmedi ailelerimiz şoförlü arabalarla mektebe göndermedi. “Sizin ne farkınız var?” dediler bize. O günkü kültür başkaydı! Ya bugün?”
İşte böyle güzellikler, böyle örnek alınası kıymetli değerler okuyacak gençlerimiz.
Cevad Memduh Altar’ı saygıyla andığım bu köşe yazım da kendisine sürpriz olacak sanırım. Kaleme aldığım anılarında olmayan Settar Bey’in küçüklüğünü, ailesini, piyano eğitimi detayını da okuduğunda yeni hatıralar canlanacaktır diye düşünüyorum.
Bu bağlamda “Gümüş kaşık ile doğmak” sözcüğünü kendi yaşanmışlıklarımla da vurgulamak yerinde olur diye
düşünüyorum. Bir mebus oğlu olarak dünyaya gelen dedem Haydar Sarıali hayatı boyunca hali vakti yerinde, evlenme cüzdanında işi “Sinemacı” olarak geçen, sanatçılara destek olan bir iş adamı imiş. Ben kendisiyle 6 yaşıma kadar yaşayabilme şansına sahip oldum. Babamın da bilim adamı olarak gelişmesinde büyük katkısı bulunuyor tabii. Haydar dedem eşim Ersin’in abisi doğduğunda gümüş bir mama takımı hediye etmiş. Oğlum Utku doğduğunda Sandoz’da çalışıyordum, kurucumuz Dr. Güzin Poffet-Tamaç’ın babası da hem eczacı, hem saygın bir mebus olduğundan, eski köklü aile alışkanlığı ile Nişantaşı Cap Gümüş Verda Hanım’dan pek güzel gümüş su bardağı ve kaşığı hediye etmişti. Bu yaşam tarzındaki ailelerin eski bir âdetidir. Yıllar içinde her ne kadar gümüş kaşıkla da doğsa, maddi ve manevi varlıklarına sahip çıkamayan köklü ailelere de tanık oluyor insan, üzülerek. Gümüş çok çabuk kararır. Onun bakımını yapmak, parlatmak da marifet istediği gibi gelecek kuşaklara maddi ve manevi kültürünü, varlığını aktarmak da büyük özveri, disiplin, çalışma azmi, değişen dünya şartlarına uyum gerektirir. Türk dostu Ord. Prof. Dr. Anna Masala, bir gün bana Beyazıt’taki Profesörler Lokantası’nda “Gümüş ayın ışıltısını yansıtır. Asildir” demişti.
Bir başka güzel özellik ise kişilerin kendilerini başkalarıyla kıskançlıkla kıyaslamaması ki -onun için çocuklara La
Fontaine’den masallar gibi nice masallar okur anne ve babalar, özellikle İngiltere’de- bu içinde bulunduğu yaşamından mutluluk duyması, şükretmesi ve azimle çalışması anlamına geliyor. Eski büyük konak yaşantısında akşamları bütün çocukları bir odaya toplarlar, masal anlatan da bir emektar olurmuş. Bu anılarını büyüklerim bana öyle neşe içinde anlattılar ki gözlerim doldu. Aile mutluluğu ve refahı, toplum mutluluğu ve refahı doğru orantılıdır diye gözlemliyorum.
Sonuç:
Eğitim Tarihimiz İçinde Nişantaşı Sultanisi “… babası kendisi gibi hariciyeci olmasını istiyor ve Nişantaşı Sultanisi’ne yolluyor. “Orada da çok değerli hocalarımız vardı” diye kendisi anlatırdı. O zaman tabii o dönemin gereği Musevi ve Ermeni hocalar var, çok değerli hocalardan okuyor.” Eğitim tarihimiz için çok önemli bir detay. Ayrıca okul fotoğrafındaki 1913 tarihi de okul tarihçesi için bir veri teşkil ediyor.
“Daha sonra, Mayıs ayında Galatasaray Sultanîsi’nin 49. kuruluş yıldönümü münasabetiyle Mayıs’ın yirmi üçüncü günü müsamere düzenleneceği haber verilmiştir 143 (İkdâm, 7284, 21 Mayıs 1917, s.2). Ardından, İstanbul Sultanîsi derslerin bitimi dolayısıyla Fenerbahçe’de bir müsamere yapmıştır. Bu gösterinin bir kısmında Şehzade Ziyaeddin Efendi de bulunmuştur (Tanîn, 3037, 25 Mayıs 1917, s.3).Ayrıca, Üsküdar Sultanîsi de ders döneminin bitmesinden dolayı bir müzik müsameresi düzenlemiştir (Tanîn, 3037, 25 Mayıs 1917, s.3). Bunun ardından Nişantaşı Sultanîsi’nin kuruluşunun üçüncü yılı münasebetiyle mektepte bir müsamere düzenlenmiştir. Müsamereye Malîye Nazırı ve Maârif Nazır Vekili Cavid Bey veTedrîsât-ı Talîye Müdürü Adil Beyler de katılmışlardır (Tanîn, 3038, 26 Mayıs 1917, s.3).”,
“Bundan başka, Düvel-i Muazzama ve tebasına ait okulların sed veya ilgasından dolayı bu okullarda okumakta olan Osmanlı çocuklarının diğer okullara geçebilmeleri için okul kayıtlarının uzatıldığı (Tercümân-ı Hakîkat,12073, 20 Kasım 1914, s.2) bildirilmiştir. Yılın son ilanı ise, Nişantaşı Sultanîsi’nden olup beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu sınıflara talebe kayıt olunacağı hakkındadır (Tercümân-ı Hakîkat, 12110, 27 Aralık 1914, s.2).”,
“Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan (30 Ekim 1918) sonra, 13 Kasım’da mekteplerin tahliyesine başlanmıştır (İkdâm,
7814, 13 Kasım 1918, s.2). Ardından hangi resmî okulların nerelere nakledildiği bildirilmiştir. Buna göre, İstanbul Sultanîsi yatılı talebesi Beyoğlu Sultanîsi’ne, Dârülmuallimîn yatılı talebesi, Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ne, Nişantaşı Sultanîsi işgal edilen İngiliz Mektebi’nin içindeki iki pavyonuna nakil edilmiştir (İkdâm, 7816, 15 Kasım 1918, s.2). Buna ilaveten, Pangaltı’da bulunan Notre Dame De Sion mektebinin harp zamanında Mühendis Mektebi’ne verildiği ve bunun tahliye edildiği; Galatasaray Sultanîsi’nin arka tarafında bulunan İtalyan Mektebi’nin ve daha önce Mekteb-i Hukuk’a tahsis edilen Onyon Fransız binâsının da tahliye edildikleri bildirilmiştir (İkdâm, 7817, 16 Kasım 1918, s.2).“, “1915 yılının ilk aylarında, Fatih Rüşdîyesi tarih muallimliğine Mahmud Sıtkı Efendi (Tanîn, 2192, 27 Ocak 1915, s.3), İzmir
Mekteb-i Sultanîsi tarih ve coğrafya muallimliğine Ali Haydar ve Tokat İdadîsi ziraat muallimliğine Rüşdi Beyler
(Tanîn,2192, 27 Ocak 1915, s.4) tayin edilmişlerdir. Bunları müteakiben Kadıköy Dârüleytâm Müdüreliği’ne Seniye
Hanım’ın (Tanîn, 2198, 2 Şubat 1915, s.3); Leylî Nişantaşı Sultanîsi Müdüriyeti’ne Üsküdar Sultanîsi Müdürü Abdülkerim Nadir, Üsküdar Mekteb-i Sultanîsi Müdürlüğü’ne Müdür-i Sani Mehmed Ali ve onun yerine de Nişantaşi Sultanîsi Müdürü Yakup Beyler’in (Tanîn, 2199, 3 Şubat 1915, s.3);”,
“Mart ayına gelindiğinde, İzmir Sultanîsi Arapça muallimi Mehmed Rauf Bey’in Kudüs-i Şerif’de Selahaddin Eyyübi
Medrese-i Külliyesi Müdür Muavinliği’ne (İkdâm, 6483, 8 Mart 1915, s.2), Nişantaşı Sultanîsi Müdürlüğü’ne Mehmed Müfid Bey’in (İkdâm, 6502, 27 Mart 1915, s.3) tayin edildikleri bildirilmiştir.”,
“Yılın son gelişmeleri, İstanbul Maârif Müdüriyeti’nin maaşları 1 000 kuruştan aşağı olmamak üzere gayri Müslim
mekteplerine birer lisan mualliminin (Tercümân-ı Hakîkat, 13487, 24 Eylül 1918, s.3), Kandilli İnâs Sultanîsi Müdüreliği’ne Ayşe Hanım’ın (Tercümân-ı Hakîkat, 13488, 25 Eylül 1918, s.4) tayinleridir. Ayrıca, İstanbul Sultanîsi’nin kadrolarının tamamlandığı duyurulmuş; Üsküdar Sultanîsi Müdürlüğü’ne Şakir Bey’in, Vefa Sultanîsi Müdürlüğü’ne Şemseddin Bey’in, Kandilli Sayar Sultanîsi Müdürlüğü’ne Sadi Bey’in, Erenköy Sultanîsi Müdürlüğü’ne Akil Bey’in, Nişantaşı Sultanîsi Müdüri Saniliği’ne Mahir Bey’in, Kabataş Sultanîsi Müdür-i Saniliği’ne Kirilos Efendi’nin (Tanîn, 3514, 25 Eylül 1918, s.4) tayin
edildikleri bildirilmiştir.”,
“Mayıs ayına gelindiğinde, kız mektepleri Hatıra-yı Celadet Topu’na çivi çakmak için toplanmışlardır. Beşiktaş Mihrimah Kız Numune Mektebi talebeleri biriktirdikleri 800 kuruşla 5 liralık altın ve 300 kuruşluk gümüş çivi çakmışlardır
(Tanîn,2652, 1 Mayıs 1916, s.3).2 Mayıs’taki listede yer alan okullar veya kişi adları adları şunlardır: 5 lira Maârif Müşaviri Profesör Doktor Schmidt, 11 lira Vefa Mekteb_i Sultanîsi adına, 5 lira Gelenbevi Mektebi Sultanîsi heyet-i idare ve talimiyesi tarafından, 5 lira Gelenbevi Mekteb-i Sultanîsi talebesi tarafından, 5 lira İstanbul Sultanîsi heyet-i talimiyesi tarafından, 5 lira İstanbul Sultanîsi talebesi adına, 5 lira Nişantaşı Mektebi Sultanîsi heyet-i talimiyesi adına, 5 lira Nişantaşı Mektebi Sultanîsi talebesi adına, 18 lira Kadıköy Mektebi Sultanîsi adına, 10 adına Tıp Fakültesi adına (Tanîn,2653, 2 Mayıs 1916, s.2). Ayrıca, Çamlıca Leylî İnâs Mektebi Hatıra-yı Celadet Topu’na çivi çakmak için 4 362 kuruş yardım parası toplamış ve 7 altın ve 6 gümüş çiviyi çaktıktan sonra talebelerden Abide Hanım konuşma yapmıştır. “Bizler Çamlıca İnâs Sultanîsi talebelerindeniz. Mektebimiz müdiresi Hanım, muhtac-ı muavenet asker ailelerine yardım etmekliğimizi söylediği zaman tekmil arkadaşlarım kemal-i iştiyâkla vatanın şanını ilan eden, cesur ve fedakar asker kardeşlerimizin muhtac-ı muavenet ailelerine yardıma koştular.”, I. Dünya Savaşı’nda İstanbul Basınında Eğitim (İkdâm, Tanîn, Tercümân-ı Hakîkat Gazetelerine Göre), Hamide Kılıç, Yüksek Lisans Tezi, T.C. İstanbul Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü
Ailede Eşlerin Dayanışması, Ahengi Zeynep Hanımefendi “Cevat Memduh’la 60 küsur yıllık evlilikleri boyunca, kültür ve müzik alanındaki yoğun çalışmalarında ona destek ve yardımcı olur; yazılarını temize çeker; yurt dışı seyahatlerinde, araştırma gezilerinde, katıldığı kongrelerde yanındadır ve kültür hayatımızın her bir aşamasına bire bir tanık olur.”, “Benim bütün gelişmemde en büyük rolü anneniz oynamıştır” derdi her zaman.”
Babam Prof. Dr. Faik Yaltırık onuruna Kasnak Meşesi Sempozyumu düzenlenmişti. Bu sempozyumun kitabı da basıldı.
Konuşmamda benzer ifadelerim olmuştu. 1966 yılında “Belgrad Orman Vejetasyonunun Floristik Analizi ve Ana Meşcere Tiplerinin Kompozisyonu Üzerinde Araştırmalar” konulu doktora tez kitabının teşekkür kısmında “Tashih ve daktilo işlerinde emeği geçen eşim G. Yaltırık’a” ifadeleri ile teşekkürü var. Çocuktum, hatırlıyorum, evdeki o çalışmaları ve o daktilo da arşivimde. Babamın babası ile dedesinin daktiloları da arşivimde. Zordu daktilo ile tez yazmak. Yazılacak kâğıt, altına yerleştirilen kapkara ve parmaklara bulaşan karbon kâğıt, altında kopya uçuk yeşil, mavi, sarı pelür kâğıt. Daktilonun sesi tak tuk, cırıt cırıt diye kulaklarımızda. Yanlış bir tuşa bastın mı yandın! Geri dön! Üstüne x işareti koy. Ya da yuvarlak sert bir silgi ile sil. Gerçekten de zordu. Sonra yarı otomatik hafızalı yazı makinaları çıktı. Sonra kocaman IBM’ler ve şimdiki teknolojiye varıldı. Annemi ve babamı aydınger kâğıtlarına çizim yaparken seyretmeyi severdim. O zaman herkesin fotoğraf makinesi de yoktu ve botanik, arkeoloji gibi bilim dallarında çizim çok önemliydi
Bence çizim hep var olmalı, el yazısı gibi. “Sorbus torminalis – Kuş üvezi, Çizen : G. Yaltırık – Dendroloji Ders Kitabı’nda. “Annem çizim yapardı” anılarımın kitaba geçmiş haliyle belgelenmesi de ayrı bir mutluluk tabii. Babamın ortaokulda resim hocası da ne şans ki Zühtü Müridoğlu imiş. “Kuvvetli hocalardan yetiştik” dediğini yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum.
Hocaların Eğitime, Öğrencilerine Verdiği Önem “Yani babam için vurgulayacağım iki tane çok önemli husus var: bir tanesi, onun için önemli olan, talebeleri.
Ondan sonra da kitapları, yazıları. Çünkü o esnada konferanslar da veriyor muhtelif yerlerde, derneklerde -dernek çalışmaları var-.”, “Kendisi de şöyle derdi: “Ben bir kültür neferiyim!” Aynen böyle: “Ben bir kültür neferiyim!” Çalışmaya, her sahada çalışmaya ve kendini eğitmeye, kendini yüceltmeye çalışan bir insan ve bunu da başkalarına yansıtmaya çalışan bir insan. Zaten hocalığı da herhalde -her hoca gibi- bunu gösteriyor.”
Babamla ne kadar benzer yönlerini gözlemliyorum Cevad Memduh Altar Hoca’nın. Her derse önceden hazırlanırdı
babam. Sahneye çıkan tiyatro sanatçılarının heyecanı gibi. Konferanslar… Sınav kâğıtlarını tekrar tekrar okuması… Evde de çalışmalarına devam etmesi…
Doğa Sevgisi
Chopin’in doğduğu evin bahçesinden alıp, kuruttuğu, sakladığı yaprakları babam yaşasaydı teşhis ederdi, ama tam teşhis için asıllarını görmek isterdi.
Bir piknik fotoğrafına da yazımda yer vermek istedim. Kayınpederim Saffet Ural, “Biz değil Beyoğlu’na pikniğe kravatlı giderdik” demişti. Evet, çok şık piknik fotoğrafları arşivimde.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Bağı ve Saygısı “her şeyden önce tabii Atatürk’ün büyük bir hayranı, Atatürk’ün bütün düşüncelerine son derece saygı duyan, onlardan kendine öğretiler almaya çalışan bir insan-,”
Gazi Mustafa Kemal’in baba soy ağacındaki yaşayan bir ferdi olarak Atatürk ile olan anılarını okudum, videosunu izledim.
Gözlerim doldu, burnumun direği sızladı. Ruhları şad olsun. Oğlu Ahmet Bey’in kaleme aldığı kitabını da edineceğim. Cevad Memduh Altar resmî sayfasını düzenleyen İTÜ yetkililerine, hazırlayan kızı İnci Hanım başta olmak üzere ailesine, öğrencilerine teşekkür ederim. O dönemi yaşadım. Çokça bilgilendim. Örnek alınmasını dilerim.