“Sevgili Kardeşim
Güler Yaltırık Hanımef.
Sıhhatler ve iyi gelecekler dilerim.”
Leman Arbatlı, 18.10.969
“Çetelede Bir Çentik” kitabı. Cihangir – İstanbul 1958
Sucuoğlu Matbaası – 1959
Benim için kıymetli bir kitap. Yardımsever bir hanımefendi, yardımsever anneme “Sevgili Kardeşim” diyerek imzalamış. Annemin o yıllardaki bir fotoğrafını da görsele eklemek istedim. Doğum günü, bugün, 27 Şubat. Kendisini nasıl ansam diye düşünürken Levent’teki çalışma odamda Afife Sayın Hoca’mdan yadigâr dört katlı ağaç kitaplık içindeki kitaplara elim gitti. İçgüdüsel miydi bilemiyorum. Kitabın adı “Çetelede Bir Çentik”. Anneme, yazar Leman Arbatlı Hanım, 18 Ekim 1969 tarihinde imzalamış.
Leman Hanım ile hafızamı taradım. Ve 1969 yılına ve o yıllara gittim. Henüz Nişantaşı Kız Lisesi’nin orta ikinci sınıfa başlamıştım. Ve hayatımızda o yıl ve özellikle o aylarda bazı değişiklikler yaşıyorduk. Hüsrev Gerede Caddesi’ndeki evimizden Levent’teki evimize taşınmıştık. Yani yürüyerek gidip geldiğim okuluma artık otobüsle ya da bazen babamın kiralık tuttuğu şoförlü araçla gidip gelecektim. Prof. Dr. Yıldız Demiriz teyzenin anılarında değindiği gibi. Vasıta çok seyrekti. Nişantaşı’ndan Levent’e en son otobüs akşam yedide idi. Biz Levent’e taşındığımızda annem maalesef hastanede tedavi görüyordu. Zarif ve güzel olan annemin bir o kadar narin, hassas, nahif bir bünyesi vardı. Ne zaman bir değişiklik olsa hayatında, vücudunda da bu tip reaksiyonları yaşadık. Bir cilt hassasiyeti belirmişti. Kaşıntıları oluyordu ve derisi kabarıyordu.
Haydar dedem 19 Mayıs 1963 tarihinde vefat etmişti ve Bahriye anneannem o tarihten itibaren bizimle yaşamaya başlamıştı. Bahriye anneannem de güzel ve hassas bir insandı ama, annemden psikolojik olarak da daha güçlü idi. Annem henüz dört yaşlarında iken, anneannem peritonit olduğunda dedem Alman Hastanesi’nde tedavi ettirmiş. Dedem vefat ettikten bir yıl sonra da İtalyan Hastanesi’nde bir ur ameliyatı olmuş, biz o yıllarda Edinburgh’ta idik. Ben Amiral Bristol Hastanesi’nde doğmuşum, evimize yakın olduğu için.
“Acaba hangi hastane?” diye düşündüm. 1969 yılında birkaç doktora mı danışılıyordu, birkaç hastanede mi yatmıştı? Sanki öyle hatırlıyorum. Annemi Alman Hastanesi’nde mi tedavi ettirdiler yoksa o yıl açılan Taksim İlk Yardım Hastanesi’nde miydi diye düşündüğümde, her nedense Alman Hastanesi’nin cümle kapısına giden merdivenlerde buldum kendimi. Annem iyileştikten sonra babam ve annemle gitmiştik. Onları geniş fuayede beklemiştim. İçeriye yansıyan ışık her nedense Liman Lokantası’nın mimarisini canlandırmıştı. Annem ve babam pek severlerdi Liman Lokantası’nı nadiren de olsa gittiklerinde. Beyaz önlüklü bir hekim karşılamıştı kendilerini. Doktorun dinamik ve dik yürüyüşü, merdivenden çıkışı, rugan ayakkabıları gözümün önünde dün gibi. Zariftiler. Sessizlik vardı. Tertemiz.
İ.Ü. Çapa Tıp Fakültesi de beliriyordu hafızamda, Prof. Dr. Ahmet Murat Hoca o zamanlar doçentti sanırım, ama anneannem için yol biraz uzaktı. Teşvikiyeli Ahmet Hoca ve ailesi yıllar sonra yazlık komşumuz oldular. Ben küçüktüm, annemle babamı bir hastanenin bekleme koridorunda beklemiştim. Ahmet Hoca’yı ilk o zaman görmüştüm. Ama bu rahatsızlığından önce miydi? Zira bir önceki yaz Heybeliada’da yazlık tutmuştu babam. O yaz sonu her ikisi de mantar hastalığına yakalandılar. O da epey sürmüştü. Annemdeki zaman zaman tekrarladı.
Anneannem evde bizimle ilgileniyor, sonra anneme gidip geliyordu. Babam fakülteye çıkıyordu, yeni doçent olmuştu. Galatasaray Özel Eczacılık Yüksek Okulu’nda (Galatasaray Özel Eczacılık dosyasını hazırlıyorum) da dersler vermeye başlamıştı ve çeşitli mesleki toplantılara katılıyordu. Derslerimle de ilgileniyordu. Anneme çok üzülüyordu. Neşesi kaçmıştı. Babamın cephesinden mesuliyetleri çoktu, kolay da değildi. Tedavi birkaç ay sürmüştü. Permanganatlı su ile doldurulmuş gömme banyoya soktuklarını anlatıyordu anneannem. Bir de çok kibar ve iyi yürekli bir hanıma annemi emanet ettiğinden bahsediyordu. “Gözüm arkada kalmıyor” diyordu. Zor bir süreçti. Anneannem beni bir gün hastaneye götürmüştü, sanırım hayalimde canlanan siyah saçlı, balık etinde, kibar hanım, Leman Hanım’dı. Yüreklendirici konuşmaları hafızamda.
Bu anılarımı düşünürken babamdan yadigâr özel yapım ağaç kitaplığında muhafaza ettiğim minik İş Bankası, Bayer gibi eski ajandalarını taramaya başladım. Zira bu yıllara ait notlar almıştı babam. Fotoğraf arşivini de taramak gerekir diye düşündüm.
1971 yılına ait “İş Bankası Cüzdan Sahibi: Doç. Dr. Faik Yaltırık” cep defterinde önemli günleri de alt alta yazmış babam. Her yeni defterine de geçirmiş notları. Benim hangi cumartesi günü okula gitmediğimi de not etmiş.
Doçent olduğum gün 21 Kasım 1968
Eylemli Doçent kadrosuna tayin 17.1.1969
Dedemin ölümü 10.IV.1969
Anneannemin ölümü 11.VII.1969
Levent’e taşınma 9 Ekim 1969
Özel Eczacılık’ta ik ders 22 Kasım 1969
Sanıyorum anneme bu hastalığından dolayı “sıhhat ve iyi gelecekler” diye kitabını imzalamış Leman Hanım 18 Ekim 1969 tarihinde.
Annemin sağlıklı olduğu ev hayatımızda; anneannemle, annem akşam yemeklerini sabahtan organize edip, planladıkları hanım arkadaş, akraba, dost ziyaretlerine ya da bir etkinliğe, sinemaya, kumaş, dikiş, örgü ile ilgili alışverişe giderlerdi. Akşam babam fakülteden döndüğünde hemen sofraya oturulurdu. Sohbet önceliği derslerdi. Okulumuz disiplinli bir okul olduğundan yemek sonrası derslerimi çalışmaya başlardım. Çoğu kez de anneannem beni sabah namaza kalktığında uyandırırdı. Derslerimi tekrar ederdim. Gün içinde nerelere gittikleri de konuşulurdu.
Anneannemin sedef ve şeker hastalığı, annemin şeker ve mantar hastalığı vardı. Birlikte Türk Diyabet Cemiyeti’ne giderlerdi. Taksim-Harbiye’de idi sanırım. Annem vefat edene kadar düzenli olarak Türkiye Diyabet Vakfı Diyabet Merkezi’nde kontrole gitti, son yıllarında ben ve eşim Ersin de götürdü.
1969’a geri dönelim. Doktor kontrollerinden başka, Cihangir’e, Balmumcu’daki Ertuğrul Sitesi’ne gittikleri hafızamda. “Teşekkür için ne hediye alsak” diye konuşmaları da. Hiçbir zaman gittikleri yere eli boş gitmediler.
Haydar dedem gibi anneannem ve annem de hasta, yardıma muhtaç çocuklara yardım ederlerdi. Yardımlar söylenmezdi, gizliydi. “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli” gibi konuşmaları olurdu.
Levent’teki Köy Çocuklarını Yükseltme Yurdu’na da destek olurlardı. Annesi çok genç yaşta vefat etmiş olan komşu çocuklarının yaş günlerinde mutlaka çok özenli pasta yaparlar, elbise diker ya da örerlerdi. İhtiyaçlarına göre yardım ederlerdi, sessiz sedasız. Eli sıkışık olan akrabaların erzaklarını her ay muntazam alırlar, harçlık verirlerdi.
Nevzat babaannem ve babam da yapardı bu ifade ettiklerimi. Şeker ve Kurban bayramlarında, okulların açılışına yakın tarihlerde… Eyüp dedem ve Nevzat babaannem 2 kurban keserlerdi her yıl. Anneannem ve annem babam da bu alışkanlıklarını Darülaceze için yaparlardı ben daha küçükken. Bir kere beni de götürmüşlerdi, ne kadar etkilenmiş ve hüngür hüngür ağlamıştım. Ersin bu konudaki hatıralarını aktardı; son yıllarda annem rica ediyordu kendisine Darülaceze’ye hazırladıkları poşetleri bırakması için.
1969 yıllarından itibaren anneannem 1976’da vefat edene kadar, sonrasında annem, babam çocukların okuması için yardım ettiler. Son yıllardaki telefon defterlerinde; babam büyük harflerle “Sokak Çocukları Koruma Derneği – Yusuf Kulca” diye kayıt etmiş.
Biz henüz Teşvikiye’de oturduğumuz yıllarda, haftanın belirli bir günü terbiyeli, akça pakça, çok genç bir anne, bebeği kucağında anneme gelirdi. Anneannem ve annem bebek bakımı ile ilgili bu genç ve çok mahdut gelirli anneye bildiklerini aktarırlar, yedirir içirirler, bebeği yıkarlar, giydirirler, ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bir gün okulumun olmadığı güne denk gelmiştim ve hayret ettiğim için sormuştum. “Vazife kızım, vazife” demişti annem. Anneannemin hastanede (Şişli Etfal) hasta bebeklerle ilgilendiğini biliyorum. Yaşamları boyunca böyle nice gizli, maddi ve manevi gönüllü yardımseverdi sevgili annem ve anneannem, babaannem ve aile büyüklerim.
Şimdi, Leman Arbatlı Hanımefendi’yi, anneme imzaladığı “Çetelede Bir Çentik” kitabındaki satır aralarındaki duyguları ile tanıyalım.
Çetelede Bir Çentik
“Sakin, ılık, tatlı bir sonbahar günü. Önümde deniz durgun ve kırışıksız. Sarayburnu, Üsküdar sahilleri, karşıki moraran tepeleriyle Adalar, akşamın bakır rengi kızıllıkları içinde hüzün verici sükûnete dalmakta. Batıda titreşen son ateşin ışıklar ise camlardan süzülerek odamı dolduruyor. Aldatıcı… yorgun… takatsiz uzanışlar. Sönmek, tükenmek üzere.
Yandaki odada oğlum Mete piyanoda Debussy’nin bir eserine çalışıyor. Bu seslerde de akşamlar kadar tatlı bir hüzün var; kalbime dökülüyor yaprak yaprak… Solgun solgun… düşüyor teker teker…
İşte önümde tamamladım diyerek sevindiğim bir tomar kâğıt onlar da kızıl sonbahar yapraklarıyla dürülmüş demetler değil midir?”
Pazar günü Cihangir 16/Kasım/1958
Leman Arbatlı
“Aziz ve sevgili kocam merhum mühendis Muhtar Arbatlı işçi, ben aşçı olarak güzel fakat bakıma ihtiyacı olan Anayurdumuzu baştanbaşa gezdik, dolaştık. Tatlı ve acı günler geçirdik. Her pınarda konaklayıp semt, semt iş başlarında aylarca yaşadık.
Zaman hiç yaşanmamış gibi aktı ve geçti; fakat bende unutulmayacak hatıralar bıraktı. O tarihlerde, hangi külden çatısı bir köy evinin içine girsem, bu taş yığını altında yaşayan köylü kadınlarla hasbihâl etsem, derhal içimde derin bir sızı başlar. Yeşillikler arasında ecnebi komşu memleketlerin köyleri gözümün önünde belirir; kırmızı kiremitten küçücük çatılar, beyaz temiz badanalı duvarlarıyla kapı ve pencerelerinin önleri renk renk çiçekler, sardunya kümeleriyle bezenmiş şirin haneler…
Memleketim… Köyüm… benim köyüm diye kendime geldiğim vakit bu penceresiz ve ocaksız taş yığınları üzerime yığılırdı…
Toprağına kurban olduğum Vatan; tabii halinle ne kadar güzelsin.”,
“Mucizeler yaratan eşsiz Atamız da ilk istikamet Karadeniz demiş, şirin Samsun’u seçmiş, sarsılmaz Cumhuriyetimizin ilk marşını (tek başına) Samsun’un emsalsiz yamaçlarında terennüm etmiş, “Dağ başını yürüyelim arkadaşlar” demiş ve yürümüş.
Karadeniz kıyıları şahanedir. O kıyılar müstesna bir güzelliğe sahiptir. Giresun, Rize… uzağa ne hacet şurada Şile…”,
“Kapri’yi göremedik diye asla esef etmeyiniz. Bütün sahillerimiz baştan aşağı birer Kapri ile süslenmiştir, hatta daha şirin. Giresun’un deryaya uzanışı, Şile’nin kayaları, cümlesinde derin manalar gizlidir. Yalnız şurasını itiraf edeyim ki, Kapri’nin üstünlüğü bir karış işlenmemiş toprağının olmayışındandır. Hüner, insan eli değmemiş bir kaya parçası kalmamıştır. Bütün sahiller bağlarla örülmüştür.”,
“Senelerden beri Darüşşafaka’da azayım. Bu çok muhterem ve değerli üyelere sahip olan bu kıymetli müesseseden ben, kadın olarak azınlıkta kalır, ekseriya toplantı ve kongreyi tek başıma takip ederim.”,
“Şu salonda (anaların) adedi çoğalmalı, bugünkü gibi bir tek kadın olmamalıyım. Analar ve babalar yaklaşalım, her şey para ile halledilmez, samimi ahlaka ve icap eden sevgiyi göstermesini bilelim. Ahlaki tekâmül olmadan yalnız fikri tekâmül kısır kalır. Dört duvar arasında büyüyen çocuk ise kuru, haşin ve hayata küskün yetişir şüphesiz. İnsani duygulara hareket ederek, bu mahzuru imkân nispetinde giderebiliriz, hatta yok ederiz. Teklifim: Hepinizin evinde bir gün Darüşşafaka günü olacaktır. Kolej yahut Galatasaraylı bir öğrenci hafta sonu evine koşarken, niçin Darüşşafakalının da böyle bir yuvası olmasın. Bu çocuğun ihtiyacı yok mudur? Ana, ocak, nezaket, şefkat, saygı, sevgi duyguları bu çocuklarda nasıl tatbik edilecek ve nasıl giderilecektir. Bir ya da iki çocuk alalım, muayyen tatil günleri bana yani “evine” gelsin. Onun ana babasızlığını giderelim, samimi ev hayatını görsün, soframızda yeri olsun. Evdeki çocuklarımızla arkadaşlık etsin ve benim oğlum da “Benim bugün Darüşşafakalı kardeşim gelecek” desin.
Kendime gelince; yazdıklarımı aynen, hatta fazlasıyla kendi fakirhanemde yıllardan beri tatbik ediyorum. Ne kadar müsterih ve memnunum bilseniz… Değil yalnız Darüşşafaka, bütün liselerdeki ve üniversitelerdeki (yoksul) öğrenci, genç kardeşlerim için gece ve gündüz benim hanem ve ağuşum açık. Kimsesiz ve hamisiz kalan bu yavrulara analık vazifemi yapıyor, çalışkan ve zeki çocukların dertlerini dinliyor, elimden geldiği kadar, onların iyiliği (yalnız onların iyiliği – hiçbir türlü maddi menfaat beklemeden), onların yetişmesi ve iyi bir insan, ileride dürüst vatandaş olmalarını canı gönülden dileyerek mevcut engel ve pürüzleri gidermeye çalışıyorum. Alman Lisesi’ne giden oğlum Mete de kimine kardeşlik, kimine ağabeylik sevgisi ve ilgisi göstererek haşır neşir olmaktadır.”,
“Merhum muallim Ömer Sami (rahmetli babacığım) bana evde din dersleri verdiği günler henüz okula başlamamış ve yabancı (cami bulunmayan) memleketlerde bulunuyorduk. İftihar ve gururla söyleyebilirim ki bugün elhamdülillah uçsuz bucaksız bir vecd içinde ibadetlerimi yapıyor ve her lütfu da onda buluyorum.
Gözbebeğim kadar sevdiğim oğlum Mete okula ilk başladığı gün çantasında itina ile yerleştirilmiş Kur’an-ı Kerim’e sığınmıştır. Bugün Bach’ı ve Beethoven’ı çalmak üzere Roma kulübündeki konserlere koşarken evde bildiği duaları tekrarlar, manevi kuvvet ve onun bahşettiği huzur içinde vazifesini başarır.”,
“Hayata bağlı, araştırıcı, faal, sağlam karakterli velhasıl hayat adamı yaratıcı insan istiyoruz.”,
“Atamızı minnet, şükran ve gururla selamlarız. Beynelmilel insanlık seviyesine bizi yükselten, kadını takdir eden ve hakkını bahşeden Büyük Atam bağrımız seninle dolu, yalnız gençlik değil biz de senin izindeyiz.”,
“18-20 sene anayurdumuzun her köşesini gezdim ve onu mecnun bir âşık gibi sevdim. Rahmetli kocam mühendis Muhtar Bey etrafını, işçisini ve mesleğini seven, dürüst, namuslu bir vatandaş idi. Bana da ayrıca saygı gösterir, severdi. Daima başının tacı, gönlünün sultanı olarak yaşadım. Çanakkale, Galiçya, Filistin ve İstiklal Savaşı’nda 10 yıl fasılasız savaşan altı defa yaralanan bir kahraman gazi idi. Sarıyar Baraj inşaatına giderken bir dereye yuvarlanan arabamızda Müh. Faruk Atam ile birlikte, canı kadar sevdiği mesleğinin yolunda, 17 Haziran 1951 günü vefat ederek dünyasını ve beni terk eyledi. Yaradan Tanrım bizi bu şekilde ayırdı. Çok feci bir hikâye bu, uzundur, bir roman olur.
Ekseri inşaat yerlerine karı, koca birlikte giderdik. Neresi olursa olsun muhiti hiç yadırgamaz, elimdeki mevcut imkânlarla ben de efendime yardım etmeyi bir prensip ittihaz etmiştim. İcabında bir dilim ekmek yer yatacak oda bulamazsak arabamızda uyuklar, yıkanmak için hemen tenekeleri deler bir çadırın içine uydurduğum duş tertibatına mühendis olan kocam dahi hayret ederdi.”,
“İşte bu şekilde köylere gittim, kasabalardan geçtim, köylümle beraber bacısıyla, kızanıyla dertleştim. Onlarla çocuk, temizlik, hastalık ve koruma bahislerinde gayet basit konuşmalar yapmasını da ihmal etmedim.”,
“Köylerde yaşadığım o günlerden beri memleketime daha faydalı bir kadın olabilmek düşüncesiyle kendi kendimi daima mesul tutar, hatta suçlandırırdım. Şahsi ve gizli olarak gösterdiğim ilgi ve yardımları yetkisiz bulurdum. Daha esaslı bir şekil alması için, bir kadın halimle daha ne yapabilirim diye her zaman önümde bir sual işareti belirirdi.
Nihayet 7 sene evvel Cihangir’de resmen kurduğum (Yoksullara Yardım Derneği), işte, yıllarca evvel beslediğim samimi düşüncelerimin, feryatlarımın, Anadolu’da geçirdiğim senelerin ve tetkiklerimin mahsulü tasa ve kaygılarımın tezahürüdür.
Cemiyeti kurarken (evvelce tasarladığım), üzerinde ısrar edeceğim 4 mühim nokta vardı.
İnsana hizmet, Cemiyet için bir adım atarken, katiyen şahsi menfaat düşünmemek.
Üye aidat makbuzlarını (maddeten yahut manen zengin) sosyal vazifenin kutsiyetine müdrik, yüksek düşünceli zevatın eline teslim etmek.
Katiyen politika ile ilgilenmemek.
Azami derecede tasarrufa riayet etmek. Lüks ve gösteriş cihetine asla meyil etmemek.
Böylece, 16/2/1952 günü İstanbul İli yüksek katına yazdığım 1 No.lu istida ile Beyoğlu Yoksullara Yardım Derneği adındaki cemiyeti kurmak üzere ilk müracaatımı resmen yapmıştım.
İstidamızı Vilayete sunarken iki arkadaşım merhum Dr. Ekrem Baysan’nın zevcesi sayın Saniye Baysan, üçüncü arkadaş ise sayın Sıdıka Demirağ idi. Bu mevzularda benim gibi tasalanan bu hanımefendiler bana karşı büyük itimat gösterdiler, böylece tasarladığım hayırlı işe başladık.
Her ay yüzlerce para ödeyerek bir çatı aramaya lüzum görmeden ben Cihangir’deki evimin kapılarını Yoksullarım ve Cemiyetim için parasız olarak ardına kadar açtım. Şurasını da kayıt etmek isterim ki, benim bir tek evim vardır. Kazancım, maaşım, tekaüdiyem hepsi bu tek binadan ibarettir. 8 seneden beri memleketimin muhtaç ve yoksul vatandaşlarıyla haşır neşir olmaktayım.
Tabii bu şekilde yaşamak kolay değil. Cemiyetimize bir bina teberru edilinceye kadar bu vaziyet muhafaza edilecektir. Evimde misafir salonu, yemek hatta yatak odası diye bir şey kalmamıştır. Baştan başa, yoksul kardeşlerim işgal ettiler. Derslerine çalışmak için oğlum Mete’ye ancak bir oda ayırabiliyorum. Öyle günler oluyor ki, değil evim caddeler dolup taşıyor. Önlük, elbise dağıtım günlerinde şehrimizin ilkokul çağındaki binlerce çocuk bu çatıya koşar, sığınır, burada ihtiyaçlar giderilir, bu binadan sevinerek ayrılırlar.”,
“Yeni yeni kısımlar açmaktayız, gönüllü ekiplerimizin kadrosu genişlemektedir. Anayurdumuzun muhtelif semtlerinden gelerek cemiyetimizin himayesine giren zeki ve müstait gençlerimizin sayısı 60’a yükseldi.”,
“Derneğimizin yeni bir faaliyete geçtiğini sevinerek haber vermek isterim. Şefkat Kolu kurduk. Hastanelerde sırt üstü yatan, aylarca yatağa bağlı kalmış bir tatlı söz, bir güler yüz hasretini çeken nice kimsesiz ve yoksul hastamız var. Bu insanlar takatsiz ve dermansız, yalnızlık içinde bütün gün şiltenin üstünde kıvranmaktadırlar. Üyelerden müteşekkil Şefkat Kolunda gönüllü çalışan arkadaşlarımızın muayyen günleri vardır. Sırası gelen arkadaş, öğleden sonra muntazaman hastaneye gider, cemiyetin dilediği insanlık vazifesini görür.”,
“Cemiyetimizde maaşlı memur ve yüzde ile çalışan olmadığını bilen muhterem ve hatırşinas üyelerimiz de aidat toplama bahsinde bize büyük suhulet göstermekteler. Senelik öderler.”
“Anadolu’dan İstanbul’a tahsil için gelen genç hemen doğduğu köyü unutuyor. Bütün mahrumiyetlere katlanarak şehirde kalmayı tercih ediyor. Ancak, hayat mefhumunu iyice kavrayan, köyüne bağlı yüksek düşünceli münevver zümrenin çokluğu nispetinde kalkınacak ve çehremiz değişecektir. Bir müddet şehirde toplantılara ara verelim. Kol kol, damar damar her grup bir mevzuu ele alarak yurdumuzun her tarafına yayılmalıyız.”,
“Geçen sene Yoksullara Yardım Cemiyeti’nin broşüründe de yazdığım gibi, gün gelecek “Anadolu Galerisi” İstiklal Caddesi’nde kurulacaktır. Lakin, insanlar fani, aranızdan göç eylemiş olursam, beni anın; aziz sanat ve köy sever dostlarım. Köyümün türküsünü seslendirirken beni de yad edin. Çitle örülmüş çiçekli yollarda köyüne ulaşmak için yüreği her an bir kızıl sonbahar yaprağı gibi titreyen bir kadın vardı, bir âşık vardı, bir Leman vardı deyin.
Evimde bu nezih toplantıyı meydana getiren Yoksullar Derneği cefakâr heyeti idaredeki mesai arkadaşlarım arasında şehrimizin tanınmış eczacı ve tüccarlarından Nevrol Cemal ve San. M. F. Müdürü Sayın Aziz Balkan ve Türk sanat tarihi hocalarından Nejat Diyarbekirli Beyefendileri de görmek iman ve kuvvetimi ve çalışma şevkimi bir kat daha kamçılıyordu.”,
“Rahmetli ve sevgili eşim Muhtar Bey’in İstiklal Savaşı’na dair naklettiği hadiseler gibi yağmur yağınca sarı balçık, çamur deryasına saplanıp kalan eşeğinizle bu yollarda günler ve haftalarla kalsanız haliniz nice olurdu acaba?
Muhtar Bey, İstiklal Savaşı’nda Sayın ve Koruyucu Kumandan İsmet İnönü’nün maiyetinde savaşmış. Sivas ile Ankara arasını 27 günde kat edebildiklerini, çektikleri meşakkati ve anlattığı fecaati günlerce yazsam tarif edemem, kalemim yetkisizdir. Bu kadar iptidai şerait ve yoksulluk içinde İstiklal Savaşı’nı kazanmak bir mucizeden başka ne olabilir. Kurtarıcı Atamız ve Kumandanlarımızın etrafında tek vücut olmamız, sarsılmaz imanımız ve azmimiz bizi eşsiz bir zaferle biten sonuca ulaştırmıştır.”,
“Bu savaş günlerinde samimi arkadaşlarından biri de Sayın merhum mühendis Nuri Dağdelen imiş.”
“Çok sevdiğim biricik kız kardeşim Şükûfe ile…”,
“Sokrat’ın dediği gibi maksat sadece iyiliği bilmek değildir.”,
“Sayın öğretmenlerimiz de orman davasını kendilerine mukaddes bir din ve vatan borcu tanıyarak mesuliyet gömleğini topyekûn giydikleri takdirde, memleket için en büyük hizmette bulunmuş olacaklardır. Köy ve şehirlerde, ilk ve yüksek okullarda ormanlarımızın selameti için el ele vererek seferber olacağız. Yıllarca tabiat dersleri okuyan, bir ağacın sağladığı faydaları ve bitkileri tetkik eden bilgi sahibi şuurlu gençlik, elbette ki bulunduğu muhitte halka örnek olacak ve bu uğurda o da uhdesine düşen vazifeyi canla başla yerine getirmekten iftihar ve zevk duyacaktır. Hayatımızın deveranı yeşil yaprağa bağlı olduğunu, güneşten toprağa çekeceğimiz gıdayı, her türlü neşvünemayı ancak yeşil yaprakla sağlayabileceğimizi, toprak verimliliğini, velhasıl Müslümanlıkta ağacın önemini belirterek hayatımızın ahengini, iktisadi durumumuzda kalkınmayı, toprağımızın kuvvetlenmesini her sohbette, camilerde, muhtelif topluluklarda anlatmak, duyurmak, halkımızı tenvir etmek, münevver ve açık fikirli ve malumatlı imamlarımızın vazifesi idi.”,
“Memleketimizi, ağacımızı ve Cumhuriyetimizi sevelim ve Tanrıya şükredelim.”,
“Âcizane düşüncelerimi bir araya toplayarak matbaaya verirken, başlangıç (önsöz) isteyerek hiçbir üstadımı rahatsız etmeden, yazı ve ifade tarzım hatalı dahi olsa kendime mahsus düşüncelerimi bütün çıplaklığı ile rötuşsuz olarak muhafaza etmek istedim.Değerli kardeşlerim meyanında desinatör Sayın Nimet Akyol’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Çok kıymetli yazılara layık eserinizi saklayarak “Çetelede Bir Çentik” için Sayın Cevdet Bilgin’e çizdiği kapakta karar kıldım. Büyük bir ustalıkla ağacı oyan, buz gibi demire can veren, onu dile getiren doğuştan sanatkâr yaratılan bu içli kardeşim Cevdet Bilgin Elazığlıdır.”
Yüce gönüllü bir hanımefendiyi anneme imzalı kitabının satır aralarındaki duyguları ile bir nebze de olsa tanımaktan ve gelecek kuşaklara aktarabilmekten ne kadar mutlu bir huzur duyduğumu kelimeler ile ifade etmem zor.
Kaleme aldığım, Türk dostu Ord. Prof. Dr. Anna Masala ile tanıdığım Prof. Dr. Nejat Diyarbekirli hocamız gibi birbirinden kıymetli isimler yer alıyor kitabında, başta babası Ömer Sami Beyefendi olmak üzere. Bu güzel insanları imkânlarım elverdiğince tanıtmaya, anmaya çalışacağım.
“Lakin, insanlar fani, aranızdan göç eylemiş olursam, beni anın; aziz sanat ve köy sever dostlarım. Köyümün türküsünü seslendirirken beni de yad edin. Çitle örülmüş çiçekli yollarda köyüne ulaşmak için yüreği her an bir kızıl sonbahar yaprağı gibi titreyen bir kadın vardı, bir âşık vardı, bir Leman vardı deyin.”
İfadelerini 1958 yılında kaleme almış olan Leman Arbatlı Hanımefendi’nin, “Sevgili Kardeşim” hitabıyla annem Güler Yaltırık’ın ve o dönemde yaşayan, adı geçen tüm kıymetli büyüklerimizin ruhunu şad ediyorum. Saygıyla yad etmeye devam edeceğim.