Kutlu’nun ardından bir nekroloji yazacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Elim de şimdiye kadar klavyeye gidemedi. Bazı durumlarda beyin reddediyor sanırım. Sonra insan içini dökmek istiyor ya da “vazifeni yap” diye komut geliyor, düşüncelerinden kalemine yazıyla ya da çizimle yansıyor. Anılar bir film şeridi gibi geçip de yazmaya başlandığında o kişi de artık ölümsüz oluyor hissi veriyor sanki.
Ailece çok üzüldük, inanamadık. Annemin vefatında fotoğrafı ile duygularını paylaşmıştı. Babamın vefatında çok üzülmüştü. Turan amca ile Güler teyzeyi birer yıl arayla kaybettikten sonraki yılda! Kutlu. Büyüklerimize erken kavuştu. Çok tatlı bir çocuktu. Yankılı (Fecri Ebcioğlu) Sokak’tan itibaren o kadar çok anımız var ki! Hayat doluydu. Çocukluğundan beri. Neşe katardı ne kadar üzüntülü olsa da. “Aç kapa Artema” ile de bir dönem reklamlara neşe katmıştı Kutlu. Eczacıbaşı bir teşekkür plaketi göndermişti, birkaç yıl önce.
İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi hocalarının çocuklarını da düşündüm. Bizi çok saygılı, sevgi dolu, mütevazı, şımarmanın ayıp olduğu düşüncesi eğitim, kültür ile yetiştirmişler. Vatan ve orman sevgisi ile… Kültür en büyük zenginlik ve genetik miras.
Dijital Miras
Sanal dünya ile (facebook, instagram) sanal danışmanım Özkan Serbest’in önerisiyle 2018 yılında tanıştım. Kitap, makale, köşe yazılarımı, anılarımla ilgili RE Books Arts arşivimdeki fotoğrafları paylaşıyorum. Paylaşımlarıma babamın kıymetli öğrencilerinin, içinde bulunduğum camialarımızdaki saygın büyüklerimizin, hocalarımızın, aile, okul, iş hayatımızdaki bireylerin yapmış oldukları ilgili anılarını, yazılarını da arşivliyorum. Sanal camiamdaki vefatlara da üzülüyorum. Kendilerine saygımdan da takibimden feragat ediyorum. Bu süreçte vefat etmiş bazı kişilerden arkadaşlık teklifi, önerileri geldiğinde de hayret ediyorum. Üzülüyorum. Sayfasını kim yönetiyor acaba diye düşünüyorum.
Kutlu ile ilgili bir nekroloji kaleme almaya birkaç hafta önce başladım. Önce anılarımı yazdım. Sayfasında “Yankılı (Fecri Ebcioğlu) Sokak, Yankı Apt. Yıl 1974. Turan Tank, Kutlu ve Bülent” diye yazmıştı, fotoğrafı ile paylaşmıştı. 4-5 yaşlarından itibaren bizim eve akşamları geldiği dönemlerdi. İ.Ü. Diş Hekimliği Fakültesi’ni bitirdiği “Evet, yola çıktığımda böyle idim. Can halkıma feda olsun emeklerim. Günümüz kutlu olsun” diye bir fotoğrafı vardı. Ben de yorum yapmıştım. “Bebekliğin de böyle idi kardeşimiz Kutlu. Aslında Büyükada’da böyle idin. Bebekliğin çoook daha güzeldi.” diye yorum yapmıştım. Bir de eşi Şule ile bir fotoğrafı vardı seçtiğim yazımla uygun. T.C. İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi önünde “Bize Çapalı Türk diş hekimi derler. Günümüz kutlu olsun” diye yazmıştı. Ben de “Çok yakıştınız birbirinize” diye yorum yapmıştım. Yazımla örtüşen bu üç fotoğrafı yazıma monte etmek istedim, arşivimden seçtiğim fotoğraflarımızla birlikte.
Sonra “Kutlu yok ki izin alayım?” diye gözlerim dolarak içimden düşündüm. Yaşasaydı “Tabii ablacığım” derdi muhakkak, ama yaşamıyordu. “Gerek facebook gerekse de instagram’daki arşivinin mirasçıları kimler olabilir?” diye düşündüm. Mirasçıları sevgili eşi Şule ile ilk eşinden kızı, ikinci eşinden oğlu, sevgili çocukları idi. Arşivinde başarılı bir profesör olduğundan gurur duyduğu sevgili kardeşi Bülent, annesi ve babası, 22 Mart 2021’de ”Elinde doğup, büyüdüğüm öz teyze kıymetinde Güler Yaltırık hanımefendiyi kaybettik. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi merhum Botanik öğretim üyesi Prof. Dr. Faik Yaltırık Bey’in değerli eşini Yüce Tanrı’nın makamına nurlar dileği ve dualarımızla bugün yolcu edeceğiz. Hakkını helal etsin.” ifadeleriyle duygularını ve annemin fotoğrafını paylaşmıştı, üzüntüyle. Yani Kutlu’nun dijital arşivinde annem de vardı.
Yazı için seçtiğim fotoğrafları Ersin’e gösterdim. Yankılı Sokak’taki fotoğraf için Ersin “Bülent pek belirgin değil, daha belirgin hale getiririm, işleyerek” demişti. Sevgili Şule ve Bülent’ten seçtiğim üç fotoğraf için izin rica etsem kabul ederlerdi tabii, ama acılarına saygımdan tercih etmedim ve Kutlu’nun dijital arşivinden seçtiğim üç fotoğrafı yazımdan çıkarttım.
Bu süreçte Dijital Miras konusunda kısaca bir araştırma yaptım ki derinlemesine araştırmayı gerektiren bir konu. Aile yadigarlarına sahip çıkmak adına RE Books Arts’ı 2017 yılında kurmuştum. Dijital dünyada dijital arşivler de yadigarlardı. Bu konuda Yasemin Maraşlı Dinç tarafından yazılan hukuki bir makaleden seçtiklerimi Kutlu’nun aziz hatırasına yazıma eklemek istedim.
“Ölümden Sonra Sosyal Medya Hesaplarının Hukuki Akıbeti”
“Özet: Malvarlığı kavramının para ile ölçülebilme kıstasından hareketle yapılan tanımı onun yalnızca klasik yönünü ifade etmektedir. Dijital malvarlığı kavramı ise klasik malvarlığı tanımının ötesinde, maddi değeri olsun veya olmasın, kişilerin sanal ortamda sahip oldukları varlıkları tanımlamaktadır. Gelişen teknolojinin bir ürünü olan bu kavram, birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi ise hakkında kanuni bir düzenleme henüz yapılmamış olan dijital mirasın mümkün olup olamayacağıdır. Çalışmamızda da miras hukukuna ilişkin mevcut düzenlemeler ve intikal kuralları ışığında, sosyal medya hesaplarının intikale elverişli olup olamayacağı incelenmiştir.
Hızla gelişmekte olan teknoloji günlük yaşamımızda pek çok fayda sağlamakla beraber çeşitli hukuki sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu teknolojik gelişmelerden biri olan internet ise artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş, kısa süreli yokluğu bile hayatımızda büyük aksaklıklara yol açar olmuştur. İnternet hayatımıza öyle bir yerleşmiştir ki görüşmeler, mesajlaşmalar dahi internet aracılığıyla yapılmaktadır. WhatsApp, mesajlaşma amacıyla kullanılan programlar arasında en yaygın olanıdır. Artık daha resmi yazışmalar da kişilerin elektronik posta hesapları üzerinden yapılmaktadır. Bunların dışında insanlar adeta bir fotoğraf albümü oluştururcasına birtakım sosyal medya hesapları üzerinden özel anlarına ait fotoğraflarını paylaşmakta, yine bu hesaplar üzerinden birbirlerine yorum yapmakta yahut özel mesajlar gönderebilmektedir. Tüm bunlar her ne kadar hayatımızı kolaylaştıran, daha renkli hale getiren teknolojik gelişmeler ise de, beraberinde birtakım sorunlara sebebiyet vermekte ve hukukumuza yeni kavramların girmesine yol açmaktadır. Örneğin, daha önceki yıllarda pek de ihtiyaç olmayan yeni bir Kanun, 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, 07.04.2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Teknolojinin, dolayısıyla da internetin bu denli gelişmesi sonucunda sosyal medya kullanımı hayatımızın ayrılmaz bir parçası halini almıştır. Artık bir kısım insan, sosyal medya platformları aracılığıyla maddi kazanç elde etmeye dahi başlamıştır. Özellikle son zamanlarda “YouTuber” olarak nitelenmeye başlanan insan sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Öte yandan “Facebook” veya “Instagram” hesapları üzerinden, bir meslek icra edercesine satış yaparak yahut genellikle takipçi sayısı fazla olanların kişisel sayfalarında reklamlar yaparak maddi kazanç elde etmeleri sıradan hale gelmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan dijital malvarlığı veya dijital miras kavramları ise ülkemiz hukuk sistemi içerisinde çok yaygın bir kullanıma sahip değildir. Türk kanunlarında bu konuda yasal düzenlemeler de henüz mevcut değildir. Bunun yanında konu Türk hukuk öğretisinde de, uygulamada bir sorun olarak ortaya çıkmamasından olsa gerek, yeterli derecede incelenmemiştir.
Ülkemizin aksine diğer bazı ülkelerde ise dijital malvarlığı ve dijital miras kavramları daha yerleşmiş ve kabullenilmiş kavramlar olarak incelenmektedir. Dijital malvarlığı kavramı, videolar, fotoğraflar, e-postalar, kişisel sosyal medya hesapları gibi elektronik olarak depolanan ve yalnızca dijital formda bulunan diğer varlıklar anlamına gelmektedir. Ancak dijital dünyanın sürekli değişmesine bağlı olarak dijital malvarlığının nelerden oluştuğu net olarak belirlenememektedir.
Ülkemiz açısından da dijital malvarlığı mevcut hukuk sistemimizdeki ‘malvalığı’ndan çok daha farklı bir niteliğe sahiptir: fiziksel belge, dosya, adres defterleri veya fotoğraf albümlerinin aksine doğası gereği soyuttur. Dijital miras ise bu tür soyut malvarlığı değerlerinin mirasçılara intikal etmesi, mirasa konusu olmasıdır. Ancak ülkemizde tüm bu kavram ve durumlar o kadar yenidir ki, bunlara ilişkin herhangi bir kanuni düzenleme mevcut değildir. Oysa bunların birtakım hukuki sorunları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.
Bunlardan biri; sosyal medya hesabı sahibi ve kullanıcısı olan kişinin ölümünden sonra bu hesapların akıbetinin ne olacağı, mirasçılarına intikalinin mümkün olup olmadığı yani dijital mirasın söz konusu olup olamayacağı sorunudur. Dijital mirası mümkün kılan kanuni bir düzenleme ise henüz mevcut değildir. Gerçekten Medeni Kanunumuzun miras hukukuna ilişkin hükümlerine ya da Yargıtay kararlarına baktığımızda hangi hakların ya da malvarlığı değerlerinin mirasçılara intikal edip hangilerinin etmeyeceği net bir şekilde söylenebilirken çok yeni olan dijital malvarlıklarıyla ilgili bu soruna kesin bir çözüm getirmek mümkün değildir.”,
“Kişinin ölümünden sonra sosyal medya hesaplarının yani dijital malvarlığının akıbeti hususunda çok yeni bir sorun olması sebebiyle yasal bir düzenleme mevcut değildir. Yine bu hususta ülkemizde henüz yargı kararları da bulunmamaktadır. Ancak örneğin elektronik posta hesabının mirasa konu olup olamayacağı hususu ilk olarak ABD’de yargı önünde gündeme gelmiştir. Almanya’da ise kişinin ölümünden sonra “Facebook” hesap şifresinin ölenin ailesine verilip verilemeyeceği hususu dava konusu edilmiştir. Bu dava üzerine Alman Federal Mahkemesi’nin verdiği karar ise emsal teşkil edecek niteliktedir. Almanya’da bahse konu Facebook hesabının mirasçılara geçip geçmeyeceği tartışmasından sonra geçen süre içerisinde Facebook ve diğer bazı sosyal medya platformları içeriklerinde bir düzenlemeye giderek, kişilere ayarlar menüsünden ölümleri halinde hesap şifrelerinin paylaşılıp paylaşılamayacağını, paylaşılacaksa kimlerle paylaşılacağını tercih etme imkânı getirmiştir. Fakat böyle bir seçim hukuken karşılığı olmayan bir işlemdir. Ölenin sosyal medya hesaplarının mirasçılara intikal edip etmeyeceği konusu üçlü bir ayrım yaparak incelenebilir. Zira kullanım amacına göre sosyal medya hesaplarını; maddi bir içeriğe sahip olmayan, salt kişiler arasında iletişim amacıyla kullanılan hesaplar ile maddi bir getirisi olan veya ticari amaçlarla kullanılan hesaplar oluşturmakta ve bunların yanında karma nitelikte, yani her iki amacın da tek bir hesapla karşılandığı hesaplar da bulunmaktadır. Bu nedenle sadece “dijital malvarlıkları da mirasa konu olmalıdır” veya “olmamalıdır” şeklindeki bir genelleme tereddütlere yol açabilecektir.”,
“Günümüzde hemen her yaşta kesimin yakınlarıyla, arkadaşlarıyla haberleşmek, mesajlaşmak yahut birbirleriyle fotoğraflarını paylaşmak amacıyla kullandığı en az bir hesap bulunmaktadır. Mektupla veya telefonla haberleşmenin yerini artık yaygın bir şekilde sosyal medya almıştır. Bu kadar yaygın kullanılan sosyal medyanın ölümden sonra sorun yaratması ise kuvvetle muhtemeldir. Örneğin hem fotoğraf paylaşmaya hem de mesajlaşmaya olanak veren Instagram hesabı kullanıcısının ölümü halinde hesabının açık bir şekilde kalması yakınları açısından acı verici olabilir. Böyle bir durumda ölenin hesap şifresi mirasçılarına verilecek midir?
Bir başka sorun da şifrenin verileceği kabul edilse dahi, bu sadece mirasçılarına mı yoksa duygusal yakınlık içinde olduğu bir kişiye, örneğin sevgilisine de verilebilecek midir? Verilecekse bu sonuç, miras hukukunun dışında hangi hukuki zemine oturtulabilecektir? Tüm bu sorulara daha rahat cevap verebilmek için Anayasa’nın birtakım ilkelerine değinmek gerekmektedir. Bunlardan ilki Anayasa’nın 20. maddesiyle koruma altına alınmış olan özel hayatın gizliliği ilkesidir.
Bu ilke gereğince kişilerin özel hayatının gizliliği esastır ve bu gizliliğe dokunulamaz. MK m. 28/1 gereğince ölenin kişiliği son bulacağından dolayı her ne kadar ölen açısından bu ilke savunulamasa da ölenin söz konusu sosyal medya hesabı üzerinden iletişim kurduğu kişiler açısından bu ilkenin geçerliliği kabul edilebilir. Bir diğer ihlal ise haberleşmenin gizliliği ilkesi açısından olacaktır. Anayasa’nın 22. maddesi uyarınca haberleşmenin gizliliği esastır. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu hesaplar üzerinden mesajla haberleşilmesi artık çok yaygın bir durumdur. Kişiler çoğunlukla bu mesajları kimsenin görmeyeceği düşüncesi ve güveniyle rahat bir şekilde yazmaktadır. Fakat taraflardan birinin ölümü sonrasında, şifresinin mirasçılara intikali halinde silinmemiş olan karşılıklı konuşmaların taraflar dışındaki kişiler tarafından görülmesi, okunması gündeme gelecektir ki böyle bir durumda da haberleşmenin gizliliğini ihlal sorunu ortaya çıkabilir. Cezai açıdan bakıldığında ise TCK m. 132 haberleşmenin gizliliğinin ihlalini, TCK m. 134 ise özel hayatın gizliliğinin ihlalini suç saymıştır. Dolayısıyla hukuki bir zemine oturtulmaksızın ölenin sosyal medya hesaplarının şifresinin mirasçılara geçeceğinin kabulü hem anayasal ilkeleri ihlal etmekte hem de TCK gereğince suç teşkil etmektedir. Tüm bunların karşısında da miras bırakanın malvarlığı hakkının bir uzantısı olarak miras hakkı yer almaktadır. Bu hak da tıpkı özel hayatın gizliliği ve haberleşmenin gizliliğinde olduğu gibi anayasal bir haktır. (Ay. m. 35/1’e göre; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.”)
Kişinin vasiyetname düzenleyerek sosyal medya hesaplarına ait şifre ya da şifrelerinin, mirasçılarına yahut herhangi bir başka kişiye verilmesini istemesi halinde kanımca bu isteğe uyulmalıdır. Ancak burada önemli olan yapılan vasiyetnamenin gerçek bir vasiyetnamede olması gereken zorunlu unsurları taşıyor olmasıdır. Yoksa bir kişinin örneğin sadece “ben öldükten sonra elektronik postamı A’nın kullanabilmesi için şifremi yazmış olduğum bu kapalı zarfı A’ya bırakıyorum” demesiyle geçerli bir vasiyetnamenin varlığı kabul edilemez. Yine daha önce de bahsettiğimiz gibi örneğin; bir kişi, Facebook hesabına ilişkin şifresinin herhangi bir arkadaşına verilmesi yönündeki iradesini ayarlar menüsünden yaptığı seçimle ortaya koymuş olabilir. Böyle bir durumda da hukuken geçerli bir ölüme bağlı tasarruf söz konusu olamayacağından bu istek yerine getirilmemelidir. Bu gibi hallerde, yani hukuken geçerli bir ölüme bağlı tasarruf olmamasına rağmen ölen kişinin son arzularına uyularak hesap şifresinin ölenin belirlediği kişilerle paylaşılması durumunda, yukarıda bahsettiğimiz anayasal ilkeler açıkça ihlal edilmiş olacaktır. Öte yandan ölen kişi sağlığında hiçbir irade beyanında bulunmamış, hukuken geçerli bir ölüme bağlı tasarrufla hesap şifrelerini geride kalan bir yakınına bırakmamışsa dahi kanaatimizce bu hesaplar özel anı niteliği taşıyan bir eşya olarak kabul edilmeli, kanuni mirasçılara intikal etmelidir. Berlin’de yargıya taşınan Facebook’a ilişkin olayda, temyiz üzerine Alman Federal Yüksek Mahkemesi’nce verilen karar da bu görüşümüzü destekler niteliktedir. Kararda dijital materyallerin de mektup ve günlük gibi değerlendirilerek mirasçılara intikal etmesi gerektiği ifade edilerek Berlin Eyalet Yüksek Mahkemesi’nin kararı bozulmuştur. Türk miras hukukunda da özel anı değeri olan eşyaların mirasçılara intikalinin mümkün olduğu göz önüne alındığında, Alman Federal Mahkemesi kararının ülkemiz açısından da oldukça isabetli olduğu görülmektedir. Karar yalnızca Facebook açısından değil, benzer nitelik taşıyan diğer tüm sosyal medya hesapları için de emsal teşkil edecek niteliktedir.”,
“Miras hukukumuzda kişiler ölüme bağlı tasarruflarda bulunarak, ölümlerinden sonra gerçekleşmesini istedikleri son arzularıyla ilgili iradelerini ortaya koymaktadır. Türk Medeni Kanunu bunun için şekil açısından bazı sınırlamalar getirmiştir. Dijital malvarlığı değerlerini de bu sınırlamalar çerçevesinde ele alarak bunların ölüme bağlı tasarruflara konu olup olamayacağını kısaca incelemekte fayda görüyoruz. Öncelikle TMK ölüme bağlı tasarrufların başlıca iki şekilde yapılacağını öngörmüştür (TMK m. 531 vd., m. 545 vd.): Vasiyetname ve miras sözleşmesi.
Vasiyetname de sadece resmi şekilde, el yazılı ya da sözlü yapılabilir. Kanun’da öngörülen zorunlu unsurları yerine getirmeksizin yapılan bir işlem ise, her ne adla yapılırsa yapılsın vasiyetname niteliği taşımayacaktır. Bu tür istekler geride kalanlara yalnızca manevi bir yükümlülük yüklemektedir. Şekil şartının dışında bir diğer önemli unsur da ehliyettir. TMK m. 502’ye göre; “Vasiyet yapabilmek için ayırt etme gücüne sahip ve on beş yaşını doldurmuş olmak gerekir.” Kanaatimizce; yukarıda Berlin Eyalet Mahkemesi’nin verdiği karar sonrasında bazı platformların geliştirdiği hesap şifrelerinin paylaşılıp paylaşılamayacağına ilişkin seçim hakkı, hukuki niteliği itibariyle vasiyetnameden oldukça uzaktır. Zira el yazılı, resmi ya da sözlü vasiyetname türlerinden hiçbirinin özelliklerini taşımamaktadır. Bunun yanında internet kullanımında çocuk kullanıcının oldukça yaygın olduğu bugünlerde 15 yaş şartının da karşılanmayabileceği pek açıktır. Bu nedenle hesap sahibinin sağlığında böyle bir seçim yaparak şifresinin verileceği kişiyi belirlemesi vasiyetname niteliği taşımayacaktır. Böyle bir seçime uyarak hesap şifresinin, örneğin ölenin arkadaşına verilmesi ise özel hayatın ve haberleşmenin gizliliğini ihlal edecektir. Diğer bir ölüme bağlı tasarruf türü olan miras sözleşmesinde de vasiyetname için anlattığımız durumlar aynen geçerlidir. Önemli olan miras sözleşmesi için kanunen aranan zorunlu şartların yerine getirilip getirilmediği, hukuken geçerli bir miras sözleşmesinin var olup olmadığıdır. Yani hukuken geçerli bir miras sözleşmesinin varlığı halinde bu sözleşme gereğince miras bırakanın dijital malvarlığı değerleri, sözleşmenin karşı tarafına ya da sözleşmede belirtilen kişiye geçmelidir. Ancak miras sözleşmesi geçersizse, dijital malvarlığı değerleri ölenin kanuni mirasçılarına intikal etmelidir”,
“Sonuç: Bu çalışma modern dünyadaki gelişmelerin ortaya çıkardığı ve henüz tam olarak hukuk sistemi içinde yer alamayan ‘sosyal medya hukuku’ndan kaynaklanan problemlerden biri olan dijital malvarlığı ve bunun bir uzantısı olarak dijital miras sorunlarını inceleme çabasının bir ürünüdür. Bu inceleme sonucunda elde ettiğimiz sonuçlar ise gerekçeleriyle beraber özetle aşağıdaki gibidir. İlk olarak dijital malvarlığı ve dijital miras kavramları henüz hukuk dilimizde yer edinmiş kavramlar değildir. Ülkemiz öğretisinde de yeni yeni kullanılmaya başlayan bu kavramlar ve ortaya çıkardıkları hukuki sorunlar ise henüz uygulamaya taşınmamıştır. Hukuk sistemimizde yerleşmiş olan tek bir malvarlığı kavramı ve algısı vardır ki o da genellikle “kişilerin maddi menfaatlerini koruyan haklar” anlamında kullanılmaktadır. Fakat gelişen teknoloji ile birlikte hukuk dilimizde yavaş yavaş dijital malvarlığı kavramının yer almaya başladığı görülmektedir. Her ülkenin hukuk sistemi de genellikle toplumun değişen ihtiyaçlarına göre değişmekte ve şekillenmekte olduğundan, daha önceden var olmayan bir sorunu öngörüp buna göre kural konulması mümkün değildir. Dijital miras sorunu da bunun bir örneğidir. Kanuni bir düzenleme getirilene yahut yargı kararlarıyla bir istikrar sağlanana kadar ancak yorum yoluyla bir çözüm üretilebilmektedir. Bizim de çalışmamızda yaptığımız yorum yoluyla bu soruna bir çözüm getirme çabasıdır. Kanaatimizce maddi kazanç elde etmeye yönelik açılan ve kullanılan hesapların mirasçılara intikal edeceği şüphesizdir. Zira günümüzde bu tür hesaplardan mirasçıların maddi gelir elde etme imkânları hala bulunmaktadır. Miras bırakanın yaptığı bu işi devam ettirmek istemeyen mirasçıların bu hesapları satma yoluna giderek maddi kazanç elde etmeleri de mümkündür. Bu nedenle bu tür dijital malvarlığı değerlerinin külli haleflere intikalinin gerektiği kanısındayız.
Öte yandan salt kişisel amaçla kullanılan sosyal medya hesaplarının da mektup ve günlük gibi özel anı niteliği taşıyan bir eşya olarak değerlendirilmesi gerekmekte ve bu tür hesaplar da kanuni mirasçılara intikal etmelidir. Çalışmamızda sözünü ettiğimiz Alman Federal Mahkemesi’nce verilen karar da bu yöndedir. Karma niteliğe sahip olan; yani hem kişisel amaçlı hem de maddi gelir elde etmeye yönelik kullanılan sosyal medya hesapları ise evleviyetle mirasçılara geçmelidir.
Çünkü bu tür hesaplarda hem özel anı niteliği taşıyan eşya olma hem de maddi gelir sağlama özelliği bir arada bulunmaktadır. Ölüme bağlı tasarruflar yönünden de durum aynı olacaktır. Yani hukuken geçerli bir şekilde yapıldığı sürece, hem vasiyetname hem de miras sözleşmesiyle herhangi bir sosyal medya hesabı, geride kalan bir başka kişiye bırakılmışsa, bu tasarruf geçerli sayılacaktır. Sonuç itibariyle dijital malvarlığı değerleri, yani sosyal medya hesapları, her ne amaçla açılmış ya da kullanılmış olursa olsun mirasçılara veya ölen kişinin belirlediği herhangi birine devredilmelidir. Fakat ilerde yargıya da intikal edecek çok fazla hukuki sorun doğurması muhtemel olan bu konunun kişilerin hukuka olan güveninin de sağlanması amacıyla biran evvel hukuki bir zemine oturtulması, bu konuda gerekli olan kanuni düzenlemelerin yapılması kanaatindeyiz. Aksi takdirde hukuki belirsizlik ve yorum farklılıkların doğması kaçınılmazdır.”, TBB Dergisi 2019 (142), Yasemin Maraşlı Dinç, “Ölümden Sonra Sosyal Medya Hesaplarının Hukuki Akıbeti”
Anlaşılan yakın bir gelecekte hukuk fakültelerinde Dijital Miras Hukuku dersi okutulacak.
Kutlu kimdi, ilk ne zaman hayatımıza girmişti ve nasıl hep hayatımızın içinde olmuştu?
Prof. Dr. Turan ve Güler Tank. Prof. Dr. Hayri Bayraktaroğlu’nun eşi Fevziye teyze , Güler ve Prof. Dr. Faik Yaltırık’ın yer aldığı fotoğraf İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nin içinde terasta, kokteyl daveti.
Kutlu’yu ilk kez Levent’teki evimizde gördüğümü hatırlıyorum. Henüz 3-4 yaşlarındaydı yanılmıyorsam. Ve… Hep hayatımızın içinde oldu. Babamın fakülteden arkadaşı Prof. Dr. Turan Tank’ın oğlu idi. Turan amca tam bir İstanbul beyefendisiydi. Zarif, az ve öz konuşan. İnce yapılı. Çalışkan, saygılı bir akademisyendi. Eşi Güler teyze annemin adaşıydı. Aynı yaşlardaydılar. O yıllarda Bahriye anneannem de bizimle birlikte yaşıyordu. 1963 yılında Haydar (Sarıali) dedemi genç sayılabilecek bir yaşta, 63 yaşında kalp krizinden aniden kaybetmiştik. Annemin haberi duyduğundaki “Baba” diye haykırışını ve babaannemin berjer koltuğunda ellerini yüzüne kapaması hafızama kazınmıştı. Henüz 6 yaşında idim. Haydar dedem de babası gibi iş adamıydı, saygın, kültürlü, hali vakti yerinde bir mebus çocuğu idi. Afyon’daki İstanbul Gar Lokantası’nı da işletiyordu. Güler teyzenin de babası demiryolları yöneticilerindendi. Birlikte olduklarında sohbet döner dolaşır Afyon’a gelirdi.
Çok tatlı sohbetleri oldurdu. Demiryollarının tesislerinde kütüphane, tenis kortları gibi sosyalleşme olanaklarından da konu edilirdi. Zira, büyük eniştemiz de demiryolları mühendislerindendi. Hafta içi hanımlar, hafta sonları ailece buluşulur, ya bir yerlere gidilir, ya evlerde ziyaretler yapılırdı, tıpkı bayram gezmeleri gibi. Yani komşuculuğun etkin yaşandığı sakin, az nüfuslu İstanbul hayatıydı.
Şimdi kısaca önce Turan amcayı akademik olarak tanıyalım isterim.
“1933 yılında Silistre şehrinde doğan Prof. Dr. Turan Tank, 2000 yılında İ.Ü. Orman Fakültesi Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü Orman Ürünleri Kimyası ve Teknolojisi Anabilim Dalı Başkanlığından yaş sınırı nedeniyle emekliliğe ayrılmıştır. Akademik yaşamı boyunca olaylara daima hoşgörü ile yaklaşmış, engin bilgisi yanında alçak gönüllüğü ile iyi örnek olmuştur. Bu yazıda, 42 yıllık akademik yaşamı boyunca eğitim-öğretim yanında üstlendiği idari görevleri de başarı ile tamamlayan Prof. Dr. Turan Tank’ın biyografisi ve bilimsel çalışmaları tanıtılmıştır. 1933 yılında Romanya’nın Silistre şehrinde dünyaya gelen Prof. Dr. Turan Tank, İstanbul Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra 1952 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesinden 1956 yılı Haziran döneminde derece ile mezun olmuştur. Askerlik görevini tamamladıktan sonra 1958 yılında İ.Ü. Orman Fakültesi Orman Mahsûlleri Değerlendirme Kürsüsü’ne Asistan olarak atanmıştır. 1962 yılında aynı fakültede Orman Ürünleri Kimyası Kürsüsü’nün kurulması ile görevini burada sürdürmüştür. Prof. Dr. Savni Huş danışmanlığında başladığı Türkiye Göknar Türlerinin Kimyasal Bileşimi ve Selüloz Endüstrisinde Değerlendirme İmkanları başlıklı doktora tezini 1964 yılında tamamlayarak Ormancılılk İlimleri Doktoru unvanını almıştır.
1965 – 1967 yılları arasında 1.5 yıl CENTO bursu ile İngiltere’deki Londra Tropikal Ürüner Enstitüsü Selüloz ve Lif Teknolojisi Bölümünde, 1967-1968 tarihleri arasında bir yıl süre ile AID yardımı çerçevesinde ABD Madison Orman Ürünleri Laboratuarı’nda Odun Kimyası ve Bazı Kimyasal Selüloz Ürünleri konularında araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. Türkiye Kayın ve Gürgen Türlerinin Nötral Sülfıt Yarı Kimyasal (NSSC) Metodu ile Değerlendirilme İmkanları konulu tezini savunarak 1970 yılında Doçent unvanını almıştır. 1976-1977 yılları arasında bir yıl süre ile Almanya’da Göttingen Üniversitesi Orman Fakültesi’nde araştırma ve incelemelerde bulunmuştur. Selüloz Üretimi Bakımından Doğu Çınarı Odununun Bazı Özellikleri Üzerine Araştırmalar adlı profesörlük takdim tezi ile 1980 yılında Profesör unvanını kazanmıştır. Fakültemizde Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü’nün kurulması aşamasında yoğun çabalar harcamıştır. 1983 yılından yaş sınırı nedeniyle emekliliğe ayrıldığı 01.07.2000 tarihine kadar Orman Ürünleri Kimyası ve Teknolojisi Anabilim Dalı Başkanlığını sürdürmüştür. Çevresine ve olaylara karşı her zaman iyimser ve hoşgörülü yaklaşmış, özellikle araştırmalardan çıkan sonuçların pratiğe aktarılmasında önemli başarılar sağlamıştır. Bilimsel çalışmalardaki titizliği ve engin bilgisi yanında alçak gönüllülüğü ile her zaman bizlere iyi örnek olmuştur. Prof. Dr. Turan Tank’ın Anabilim Dalı Başkanlığı dışındaki idari görevlerine gelince; 1983 – 1986 yılları arasında Tübitak – Orütar Ünitesinin başkanlığını, 1988 – 1994 yılları arasında Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü başkanlığını, 1985 – 1988 döneminde İ.Ü. Orman Fakültesi Dekan yardımcılığı görevini üstlenmiştir. Ayrıca değişik dönemlerde 4 kez Fakülte Yönetim Kurulu üyeliği ve 1 kez de Fakülte Kurulu üyeliğine seçilmiştir. Prof. Dr. Turan Tank akademik yaşamı boyunca çok sayıda bilimsel araştırma ve çalışmayı yönlendirmiş 4 adet doktora, 3 adet master tezini yönetmiştir. Orman Mühendisleri Odası üyesidir. 1969 – 1973 arasında TAPPI ( Technical Association of Pulp and Paper Industry ) üyeliğini sürdürmüştür. 01.07.2000 tarihinde emekliliğe ayrılan Prof. Dr. Turan Tank evli ve iki erkek çocuk babasıdır.”, Prof. Dr. Turan Tank’ın Özgeçmişi ve Bilimsel Yayınları Doç. Dr. Bahattin Gürboy, Y. Doç. Dr. Öznur Özden, İ.Ü. Orman Fakültesi Dergisi 50. Yıl, 2000
“Fakülte Öğretim Üyeleri Futbol Takımı” fotoğrafı, Prof. Dr. Necmettin Çepel amcanın babama imzalı nice kitaplarından biri olan kendi hayat hikâyesinin anlatıldığı kitaptan. Oturanlar; Prof. Dr. Turan Tank, Prof. Dr. Alptekin Günel ve babam Prof. Dr. Faik Yaltırık. Ayakta duranlar Turan amcanın arkasında Prof. Dr. Nihat Balcı, Prof. Dr. İlhan Gülen, Prof. Dr. Yılmaz Bozkurt, Prof. Dr. Necmettin Çepel.
Babam koyu bir Beşiktaşlıydı. Acaba Fakülte Öğretim Üyeleri Futbol Takımı’nın diğer üyeleri hangi takımı tutuyorlardı? Hiçbir fikrim yok. Kutlu ile de konu olmamış, yoksa hafızamda olurdu.
“Milli Sol Açık. Kendisi pek solcu olmasa da zâten, o zaman ne sağcılık vardı, ne solculuk vardı; sâdece Faik’in eli ve ayağı solcuydu; hem Beşiktaş’ta oturur, hem koyu Beşiktaşlıdır; sol açık Şükrü’den sonra Faik gelirdi. O yıllarda, Alman ormancı gençlik organizasyonunun daveti üzerine fakültemizin de bilgisi dahilinde, bir Almanya gezisine katılmıştık. Temaslarımız arasında futbol karşılaşması da vardı; sol açık olarak takımda yerini alarak millî olmuştu; yıl 1950 olabilir.”, “Kasnak Meşesi ve Türkiye Florası Sempozyumu”, 21-23 Eylül 1998. Prof. Dr. Nihat Uluocak
Turan amcayı 2022 yılında kaybettik.
Kutlu bize fakültedeki töreni, Medicadent’e gittiğimizde videodan izletti. Çok duygulu konuşmalar yapılmış. Bahçeköy mezarlığına defnedilmiş. Asude bir yer olduğunu, Bahçeköy’deki dostların gönülden yardım ettiğini söylemişti. Huzur içinde ebedi bir yolculuk olduğundan memnundu.
Burhan (Aytuğ) amca ile Claude teyze de o mezarlıkta yatıyorlar. Sevgili Claude teyzenin tercihi bu yönde olmuş. Fakültedeki törenler gerçekten çok duygu yüklü olur.
Güler teyzeyi de 2023 yılında kaybettik. Şimdi, Güler teyzeyi tanıyalım arşivimden.
Güler teyze, okuldaşı arkadaşı Jale Yılmabaşar dostumuz gibi, Tatbiki Güzel Sanatlar’dan mezundu, grafikerdi ve fakültede “Kürsü Desinatörü” olarak çalışırdı. Kürsü başkanı Prof. Dr. Besalet Pamay’dı.
Babamın fakültedeki arkadaşlarından Prof. Dr. Suat Ürgenç’in eşi Şermin teyze, Prof. Dr. Refik Baş’ın eşi Muteber teyze, Prof. Dr. Doğan Kantarcı’nın eşi de fakültede çalışırlardı. Eşleri kendi mesleklerinde (profesör, öğretmen, eczacı, avukat gibi) çalışan ya da ev hanımlığını tercih etmiş babamın arkadaşlarının aileleri ile büyük bir sülale gibi yaşamak, görüşmek, irtibatta olmak güzeldi. Güler ve Faik Yaltırık, 21 Aralık 1955’te evlendiklerinden itibaren yurt dışı ve yurt içi seyahat ve davetlere, bilimsel toplantılara katıldılar, ben de bu güzel insanları tanımak, yurt dışında okumak gibi şanslardan nasibimi aldım. Babamın meslektaşlarının eşleri de annemin arkadaşı, dostu, sırdaşı oldu. Kimi ile daha yakın, kimi ile camia toplantılarında hoşça vakitler geçirdiler. Ailece görüşüldüğü gibi hanım hanıma toplantıları da olurdu. Annemin çeşitli hanım arkadaş grupları vardı. Bir tanesi de Güler teyzenin dahil olduğu gruptu. Bu grup orman fakültesi hocalarının eşlerinden oluşuyordu; Güler Tank (Prof. Dr. Turan Tank), Aysel Özdönmez (Prof. Dr. Metin Özdönmez), Feyziye Bayraktaroğlu (Prof. Dr. Hayri Bayraktaroğlu), kız kardeşleri Remziye Odabaş, Sabriye Bayraktaroğlu, Hümeyra Miraboğlu (Prof. Dr. Muharrem Miraboğlu), Behice Gülçür (Prof. Dr. Faik Gülçür), Meliha Kalıpsız (Prof. Dr. Abdülkadir Kalıpsız), Şermin Ürgenç (Prof. Dr. Suat Ürgenç). 45 sene önce kurulan bu grup, uzun yıllar evlerde toplanırdı. Her hanım özenle sofralar kurardı. Birbirlerinden yemek, kek tarifleri alırlardı. Yaşları ilerledikçe Akmerkez’de toplanmaya başladılar. Bazen sinemaya, bazen Balta Limanı Profesörler Evi’ne, Boğaziçi Üniversitesi’nde, bazen bir lokalde buluşuyorlardı.
Güler teyze bazı sergilere eserleri ile katılır, annem gibi arkadaşlarını davet ederdi. Birbirlerine giderken eli boş gitmezler, bir hatıra hediye götürürlerdi. Annemle babamın olduğu fotoğrafta, duvardaki ebru tablo Güler Tank imzalı. Halen Levent’teki salonda ve bizlere yadigar. Bazen bir eşarp boyardı, hediye ederdi.
Orman Fakültesinin kuruluşu 1857. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu ne zaman kurulmuştu?
“1 Kasım 1955’de Bakanlar Kurulu kararıyla Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu adı altında kuruldu. 1956 yılında, eğitim programını geliştirmek ve görev alacak öğretim elemanlarını belirlemek üzere Prof. Dr. Adolf Schneck danışman olarak görevlendirildi. 1957 yılında eğitime başlayan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda Dekoratif Resim, Grafik Sanatlar, Seramik, Tekstil Sanatları, Mobilya ve İçmimarlık bölümleri olmak üzere beş bölüm bulunuyordu.
1962 yılında eğitim programında yenilemeler yapılarak dört yıllık lisans eğitimine geçti. Bauhaus ekolü ile kurulan kurumun hedefi, çağın gereksinim duyduğu yaratıcı, araştırmacı, yenilikçi ve uygulamacı bireyler yetiştirmekti. Bu hedefle, eğitim programları sürekli yenilendi.
Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu, 20 Temmuz 1982 tarihinde yüksek öğretim yasası kapsamında, Marmara Üniversitesi bünyesine katıldı. Fakülte, 1986 yılında Beşiktaş’tan Acıbadem kampüsüne taşındı.
Bugün MÜGSF bünyesi kapsamında Resim, Grafik, Seramik-Cam, Tekstil, İçmimarlık, Endüstri Ürünleri Tasarımı, Heykel, Geleneksel Türk El Sanatları, Film Tasarımı, Fotoğraf, Temel Sanat Eğitimi ve Müzik, olmak üzere on iki bölüm bulunmaktadır. Fakülte, lisans eğitiminin yanı sıra, 1992 yılında kurulan Güzel Sanatlar Enstitüsü bünyesinde Yüksek Lisans ve Sanatta Yeterlik eğitimini de sürdürmektedir.” https://gsf.marmara.edu.tr/fakulte/tarihce
Babamın kitaplarının birinde Güler Tank’ın, diğerinde Güler Yaltırık’ın çizimleri yer alıyor.
Kızılağaç yapraklı Huş’un dişi çiçek kurulu ile yaprakları. Çizen: G. Tank. Dendroloji Ders Kitabı II Angiospermae (Kapalı Tohumlular) Bölüm I (I. Amentifere – II. Floriferae: Apetalae), Prof. Dr. Faik Yaltırık, İstanbul 1988
Güler teyzenin nice çizimi olduğunu biliyorum. Kutlu ile de konuşmuştuk bu konuları. Orman Fakültesi’nin ana kapısının girişindeki eseri Güler teyze tasarlamış ve uzun yıllar durmuş, sonra kaldırılmış. Orman Mühendisi Erhan Kılıç Bey’in paylaşımını Kutlu face’te de paylaşmıştı.
“Belgrad Orman Vejetasyonunun Floristik Analizi ve Ana Meşcere Tiplerinin Kompozisyonu Üzerinde Araştırmalar” Dr. Faik Yaltırık, İstanbul, 1966, doktora tez kitabının Önsöz’ünde anneme “tashih ve daktilo işlerinde emeği geçen eşim G. Yaltırık’a” ifadesiyle teşekkür etmiş babam.
Çocuktum, hatırlıyorum, evdeki o çalışmaları ve o daktilo da arşivimde. Babamın babası ile dedesinin daktiloları da arşivimde. Zordu daktilo ile tez yazmak. Yazılacak kâğıt, altına yerleştirilen kapkara ve parmaklara bulaşan karbon kâğıt, altında kopya uçuk yeşil, mavi, sarı pelur kâğıt. Daktilonun sesi tak tuk, cırıt cırıt diye kulaklarımızda. Yanlış bir tuşa bastın mı yandın! Geri dön! Üstüne x işareti koy. Ya da yuvarlak sert bir silgi ile sil. Gerçekten de zordu. Sonra yarı otomatik hafızalı yazı makinaları çıktı. Sonra kocaman IBM’ler ve şimdiki teknolojiye varıldı. Annemi ve babamı aydınger kâğıtlarına çizim yaparken seyretmeyi severdim. O zaman herkesin fotoğraf makinesi de yoktu ve botanik, arkeoloji gibi bilim dallarında, mimarlık ve mühendislik gibi çizim çok önemliydi. Bence çizim hep var olmalı, el yazısı gibi.
Babamın ortaokulda resim hocası da ne şans ki Zühtü Müridoğlu imiş. “Kuvvetli hocalardan yetiştik” dediğini yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum. “Annem çizim yapardı” anılarımın kitaba geçmiş haliyle belgelenmesi de ayrı bir mutluluk tabii. Annemi sevgiyle anıyorum. Yapabildiği her şeyi gayet güzel ve sessiz sedasız yapardı.
Sorbus torminalis – Kuş üvezi. Çizen : G. Yaltırık. Dendroloji Ders Kitabı Gymnospermae – Angiospermae (Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü Öğrencileri İçin) Prof. Dr. Faik Yaltırık, Prof. Dr. Asuman Efe, İstanbul 2000
Annem Güler Yaltırık’ın çizimi, babamın, sevgili asistanı Asuman (Efe) Hanım ile birlikte yazdıkları “Dendroloji Ders Kitabı Gymnospermae – Angiospermae (Orman Endüstri Mühendisliği Bölümü Öğrencileri İçin)” kitabının içinde. Bu kitabın içinde eşim Ersin Ural’ın çektiği fotoğraflar da yer alıyor, başka kitaplarda olduğu gibi. Babamın çektiği pek çok fotoğraf da pek çok kitabında yer alıyor.
Kutlu’yu 2024 Aralık ayının son günlerinde kaybettik.
Böyle ani, beklenmeyen ve erken diyebileceğimiz yakınlarımızın, arkadaş ve dostlarımızın ebediyete intikalleri sarsıcı oluyor tabii. Bunu Haydar dedem, Bahriye anneannemde yaşamıştık. Sonrasında sınıf arkadaşlarımda… Babamın öğrencilerinde… Genç meslektaşları Prof. Dr. Volkan Şölen, Prof. Dr. Asuman Efe’de… Mustafa (V. Koç) Bey’de yaşamıştım.
Ama ateş düştüğü yeri yakar. Tabii en başta sevgili aile fertleri, yakın çalışma ve okul arkadaşları, dostlarını. Şimdi kısaca Kutlu’yu akademik olarak tanıyalım.
Dr. Mehmet Kutlu Tank, Endodonti Uzmanı
“1988 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinden mezun olan Dr. Tank 1995 yılında Doktora araştırma projesini Hanau/Almanya Patoloji enstitüsünde gerçekleştirmiştir. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, Endodonti Bölümünde Dr. Med. Dent unvanını almıştır. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde çalışmış, 2001-2006 yılları arasında Almanya NRW Wuppertal şehrinde ‘‘Dr. Med. Dent.(TR) M.K.Tank’’ Kliniğinde serbest diş hekimliği yapmıştır.
2004-2006 yılları arasında IMECE GmbH, Düsseldorf Bölüm yöneticiliğinin yanında bağımsız faaliyetlerde bulunmuş ve Proje geliştirme ve yatırım danışmanlığı (Sağlık projeleri), iş planları üretilmesi ile uğraşmıştır. 2005-2006 yılları arasında IVORYDENT GmbH&CO.KG Kurucu ortaklığı, diş protez ithalat ve ihracatı, üretimiyle ilgili proje gelişiminden sorumlu ortaklık yapmıştır.
2007-2008 yılında My Dental Clinic, Klinik yöneticisi, kurucu ve konsept danışmanlığı yapmıştır. 2008-2017 yılları arasında Başkent Üniversitesi İstanbul Eğitim, Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniğinde Endodontist olarak görev almıştır. Çeşitli diş hekimliği kitap ve dergilerinde tercümanlık faaliyetleri yürütmüştür. Çeşitli endodontik ekipman kullanımıyla ilgili kurs ve seminer düzenlemeleri ile ilgilenmiştir. 2016-2017 yıllarında TİM network Sağlık proje danışmanlığı yapmıştır. Bamako/Mali TAZ Consulting kurucu ortağıdır. Halen Medicadent Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniği’nde Endodonti Uzmanı olarak görev almaktadır. Kanal tedavisi uygulamalarında SWEEPS ve PIPS sistemlerini eğitmen seviyesinde uygulamaktadır. Dr. Mehmet Kutlu tank Optimum Dent Academy eğitmenidir.” Medicadent sayfasından
İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Tarihçe
“Ülkemizde 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da biri Kadırga’da Menemenli Mustafa Paşa Konağı’ndaki Sivil Tıp Mektebi (Mektebi Tıbbiyei Mülkiye) diğeri de Haydarpaşa’da bulunan Askeri Tıp Mektebi (Mektebi Şahane veya Mektebi Fünunu Tıbbiyei Şahane) olmak üzere iki tıp okulu bulunmaktaydı. Sivil Tıp Mektebi, idari açıdan Maarif Nezareti’ne, bilimsel açıdan ise Askeri tıp Mektebi’ne bağlıydı.
1.Meşrutiyetin ilanı ile birlikte (23 Temmuz 1908) Askeri Tıp Mektebi’nde başlatılan reform çalışmalarının başarılı olamayacağı anlaşılınca, Sivil Tıp Mektebi, 14 Kasım 1908’de Askeri Tıp Mektebi’nden ayrılarak, Maarif Nezareti’ne bağlanmış ve Cemil Paşa da bu mektebe atanmıştır. Sivil Tıp Mektebi’nin 18 Kasım 1908’deki Muallimler Meclisi Toplantısında mektebin adının “Tıp Fakültesi” olması kararlaştırılmış ve başkanlığına da oy birliği ile Cemil Paşa seçilmiştir. Bu toplantıda öğrenime 21 Kasım 1908’de başlanmasına karar verilmiş, ancak bu tarihte öğrenime başlamak mümkün olmamıştır.
Tıp Fakültesi’nin kuruluşunun hemen ardından, 22 Kasım 1908’de yapılan Üçüncü Muallimler Meclisi Toplantısında, Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin isteği üzerine Eczacı ve Dişçi Mekteplerinin bütçeleri ayrı düzenlenerek Emrullah Efendi’ye gönderilmiştir. Tıp Fakültesinin Kadırga’daki ahşap binasında hizmet vermesi düşünülen yeni okulun adı “Darülfünunu Osmani Tıp Fakültesi Eczacı ve Dişçi ve Kabile ve Hastabakıcı Mektepleri” olarak belirlenmiştir.
İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin temeli olan bu okul, Cemil Paşa (Topuzlu) ve Emrullah Efendi’nin çabaları ile kurulmuştur. Okulun kuruluşundan ardından fiili eğitim ve öğretime ancak 28 Ekim 1909’da başlanabilmiştir. Dişçi Mektebi, 43 kişilik ilk mezunlarını 30 Kasım 1911’de vermiştir.
1933 Üniversite Reformu’na kadar Tıp Fakültesine bağlı olarak birleşik bir idare altında yönetilen, “Eczacı ve Dişçi Okulları” 1 Ağustos 1933’de İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıyla birlikte birbirinden ayrılarak, Dişçi Okulu “İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diş Hekimliği Yüksek Okulu” adını almıştır ve eğitim süresi 4 yıl olarak belirlenmiştir.
11 Temmuz 1964’de Diş Hekimliği Yüksek Okulu, Tıp Fakültesinden ayrılmış ve bugünkü hali olan “İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi”ne dönüştürülmüştür ve eğitim süresi de 5 yıla çıkarılmıştır. Fakültemiz, Çapa’da hizmet verdiği binasına 1970 yılında taşınmış ve 2019 yılının sonuna kadar bu binada devam etmiştir. 2020 yılının başında hizmet binası Vezneciler’e taşınmıştır.” https://istanbuldistanitim.istanbul.edu.tr/work/tarihcemiz
Kutlu ve Değerleri
Kutlu güzel, uyumlu giyinen kişileri küçüklüğünden beri beğenirdi. Bir gün babamı gördüğünde “Faik amcayı kahverengi İngiliz paltosu, İskoç kasketi ve kaşkolü, eldiveni ile gördüğümde, işte özlenen bir beyefendi dedim” diye bahsetmişti. Ersin’i de yıllar içerisinde İngiliz, İskoç, Amerikan, İtalyan bir kıyafetle gördüğünde bunu ifade eder ve hemen markasını söylerdi. Tıpkı bir fotoğrafımızdaki MC marka arabaya atıfta bulunduğu gibi. Annem de kıyafette uyuma çok dikkat ederdi. Hem enstitü, hem babasının ilk sinema işletmecisi olmasından hem de İskoç, İngiliz kültürü etkisinden ve babaannemin bir modaevi sahibi olmasından. Sonra Turan amcanın özenli giyiminden, fularlarından bahsederdik.
Denise the Manace’den…
“Kutlu çocukluğundan itibaren nasıl birisiydi?” sorusunu, tanımayan birisine ne şekilde tarif edebilirim diye düşündüğümde; Denise the Manace gibiydi derim. Severek izlediğimiz, okuduğumuz Denise the Manace gibi tatlı, afacan, neşeli, güler yüzlü, çok zeki, hafızası çok güçlü ve yetenekli bir çocuktu. Almanca ve İngilizceye vakıftı. Siyasete, tarihe ilgisi vardı. Vatan ve orman sevgisi yüce idi. Gözü pekti. Hayatı boyunca da öyle yaşadı. Hayatı dolu dolu yaşadı. Yaş aldıkça, olgunlaştıkça, görünüşüyle de bilgi derinliğiyle de Victor Hugo, Namık Kemal, Can Yücel gibi ozan, bilge oldu. İfade ettiğimizde hoşuna gidiyordu. Biz henüz sözlüydük Ersin ile, sanırım 1981 yılı idi. Yazın Büyükada Orman Kampı’nda Turan amcalarla aynı devreye denk geldik. Bir gün bir telaş! Güler teyze heyecan içinde “Kutlu yok” diyor. Kutlu, Sedef Adası’na kadar yüzmüş, yorulmuş, yolda bir at ölüsüne rastlamış, Sedef’te dinlemiş, kampa geç döndü. Dönüşünü sevinçle kutlamıştık, ama anne ve babasının başta olmak üzere “yüreğimiz ağzımıza” gelmişti. Yıllar içinde zaman zaman bu duyguyu yaşattı Kutlu. Ersin ile ilk kez Büyükada’da, Kutlu 16 yaşındayken tanıştı. Ada günlerinde güzel bir gençlik grubu oluşmuştu. Kimi gitar çalıyor, kimi gençlik heyecanlarını anlatıyordu.
Ada’da sık sık grup halinde yürüyüşler yapıyorduk. O günden itibaren Ersin ile el ele tutuşmamıza ve uzun yıllar içindeki önce saygı, sonra sevgi, anlayış ve ahengimize özendiğini “Ortaokuldan itibaren benim de el ele dolaştığım bir sevgilim olsun isterdim” diyerek dile getiriyordu. Saygı her ilişkide çok önemli ve ilk sırada. Sahip olmak değil, sahip çıkmak da hayat boyu her ilişkide çok önemli. Eğitim, iş, özel hayat, meslek, aile ve camia ilişkilerinde. Ersin ile Kutlu birbirlerini sevip, saydılar, ben ablası, Ersin abisi oldu. İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni kazandı, başarıyla bitirdi, doktorasını yaptı. O sırada Şişli’de bir muayenehanede de pratik yapmaya başladı. Oğlumuz Utku, 3-4 yaşlarında idi. Utku da sarışın bir çocuk olduğundan kendi çocukluğu ile özdeştiriyor, kucağına alıp seviyordu.
“Kucağına almak”tan bir hatıram canlandı. 1973-1974 yılları. Kutlu’nun kardeşi Bülent dünyaya yeni gelmiş. Birkaç aylık. Pek tatlı bir bebekti. Sarışın, mavi gözlüdür abisi gibi. Babalarının genlerinden. Zaten Bülent, fizik olarak da huy olarak da daha çok Turan amcaya benzer. Sakindir, işine odaklanır. Az ve öz konuşur. Bizim okulda (Boğaziçi) başarılı bir jeofizik profesörü oldu. Kutlu birkaç yıl önce Bülent’in bir videosunu gururla paylaşmıştı. İzlerken “Turan amcanın gençliği” demiştim. Levent’teki evimizin salonunda bir fotoğrafımız varmış, Bülent benim kucağımda. Kutlu Mecidiyeköy’deki muayenehanede göstermişti. Çok hoşuma gitmişti. Umarım bir gün o fotoğraf arşivimde yer alır.
Aç Kapa Artema
Biz 1974 yılında Londra’ya gittik. Orada eğitimime devam ettim. Sonra Ankara yıllarım başladı. Dil Tarih ve Hacettepe. Boğaziçi Üniversitesi için İstanbul’a döndüğümde Turan amcalar da Etiler’deki evlerine taşınmışlardı. Güler teyze babama Hüsrev Gerede’deki evi satıp, Etiler’de kendi oturdukları apartmanda bir daireyi benim için almasını söylemişti. Ailece iyi anlaşıyorduk. Saygı ve sevgi içerisindeydik. Kısmet değilmiş.
“Merhaba Kutlu Bey,
Dayanıklılık testinde 1.500.000 aç-kapaya dayanabilecek “heykelidikilecekinsan”ı ararken bir sürprizle karşılaştık. O sürpriz, armatürlerimizin dayanıklılığını uzun yıllar önce yayınladığımız TV reklamında aç-kapa yaparak test eden kişi, yani sizdiniz. Biz de değerli emeklerinizin ve yıllar sonra yeniden karşılaşmamızın bir hatırası olarak size ufak bir hediye hazırladık. Kendisi küçük ama anlamı çok büyük olan bu hediyeyi kabul etmeniz dileğiyle. Artema Ailesi”
1990’lı yılların başlarıydı, Eczacıbaşı Artema reklamlarına çıkmaya başlamıştı. “Aç kapa Artema”nın gülen yüzü olmuştu. Esprili, doğal halini izleyenler beğenmişlerdi. Eczacıbaşı’ndan teşekkür plaketi geldiğinde pek memnun olmuş, sevinçle bize göstermişti. Heykele ve yazısına ne kadar sevindiğini anlatmıştı, 2014 yılında Başkent Hastanesi’nde. Böyle pek çok plaket aldığını biliyorum. Bizim için manevi değerler çok daha önemli idi maddi değerlerin yanında. Bu güzel kod genlerimize işlemişti.
Bir çocuk yarışma programı da yaptı. Utku’yu da o programa konuk etmişti. Drama yeteneği yüksekti Kutlu’nun. Film sektörüne girseydi çok da başarılı olurdu. Doktor Cüneyt Arkın gibi.
O yıllarda Kutlu, Almanya’ya gitti. Biz o süreçte Korukent’teki evimize geçmiştik. Prof. Dr. Abdülkadir (Kalıpsız) amcanın kızı sevgili Olcay (Kalıpsız) diş hekimi olarak üniversitede çalışıyordu ve Akatlar Zeytinoğlu Caddesi’nde bir muayenehane açmıştı. Abdülkadir amca da çok zarif, yerinde ve öz konuşan, saygın bir bilim adamı idi. Eşi Meliha teyze hem çok zarif, hem çok güzel bir hanımefendi idi. Oya da çok zarifti Olcay gibi. Anlayışlı, kibar, saygılı. Evleri de muayenehanenin karşısındaki kaldırımda idi. Çok güzel, akılcı bir çalışma şekli diye konuşmuştuk Ersin ile. Uzun yıllar ailemizin diş doktoru oldu Olcay. Oya da başarılı bir profesör oldu.
Utku Bilkent’te okurken, biz Dragos ve Suadiye’deki evlerimizi aldık. 2010-2011 yılları arasında Kutlu Almanya’dan döndü. Bir süre sonra Başkent Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Ersin’in diş tedavisi başlamıştı. Almanya’ya gitmeden önceki yapmış olduğu dolgunun durduğunu görünce çok sevinmişti. Kim bilir kaç bin kişinin diş ağrısını, iltihabını, çürüyen dişini tedavi etmiş, kim bilir kaç kişinin güldüğünde güzel dişlerle görünmesini sağlamıştı.
Bizim eve yakın Bağdat Caddesi üzerinde bir muayenehanede de iş çıkışı çalışıyordu. Biz de yürüyerek gidip geliyorduk. O muayenehanenin olduğu apartmanın dışı da içi de çok güzeldi. Cıvıl cıvıl bir yerdi. Hastaları da kültürlü, hali vakti yerinde kimselerdi. Başkent Hastanesi’ndeki arkadaşları, ekipleri de bizimle ahbap olmuşlardı. Koç Holding’de olduğum zaman hemen gidip geliveriyordum. Ersin’in stüdyosu da yakındı.
Kutlu da Ersin’e gidip geliyor, fotoğraflar, fotoğrafçılığın geçirdiği süreçler üzerine sohbet ediyorlardı. Honda bir jipi vardı. Bir akşam stüdyoda buluştuğumuzda birlikte muayenehaneye gitmiştik. “Meydan Larousse Ansiklopedisi’ne Rengigülizasyon terimi de konmalı” diye ifade etmişti, gülmüştük. “Diş-düş doktorumuz” diyorduk kendisine, gülüyordu. En hüzünlendiğinde bile öyle anlatmaya dalardı ki heyecanla, üçümüz de gülmeye başlardık. Dünyayı yaşanabilir hale getirmek için çok hayalleri vardı. Sevecen bir insandı. Çocukları, doğayı, babasının mesleğini, baba dostlarını sever ve sayardı. Orman fakültesi hocalarının eş ve çocuklarının çoğunu tanıdım, kimini daha yakından tanıdım. Çocukların hemen hepsi çok başarılı meslek sahibi oldular. Kimi babaları gibi profesör oldu.
Nişantaşı, Mecidiyeköy, Feneryolu, Bağdat Caddesi, Moda, Ataşehir gibi semtlerdeki muayenehane ve kliniklerde emek verdi. Covid-19 sürecinde iki kez bana özel izin yazısı yazdı, sokağa çıktık. İş bitirici bir insandı. Telefonda uzun uzun konuşur, mesajlaşırdık. Buluştuğumuzda o kadar sohbetlere dalardı ki vaktin nasıl geçtiğini bilemezdik. Diş hekimliğinin gelişim sürecinden bahsederdik. 19 yaşımdayken, 4 tane 20 yaş dişimin çekilmesine üzülürdü. Benim babam gibi öğürme refleksim olduğunu bildiği için ben gelmeden önce, aklından plan yaptığını söylerdi. İltifatlı konuşurdu. Diş hekimliği konusunda eli çok hafifti. Klinikte İngilizce ve Almanca konuşmalarına şahit olduğumda kendisi ile gurur duyduğumu, takdir ettiğimi söylediğimde, mutlu olurdu.
Birbirimize saygı ve sevecenlikle baktığımız için yüreklerimizi bilirdik. Kardeşimizin mutluluğuna sevinir, hüzünleriyle hüzünlenirdik. İçtenlikle sırlarını, hayallerini, sıkıntılarını, gönül kırıklıklarını, projelerini anlatırdı. Afrika’dan, Almanya’daki sanatçının talebine… Kitaplığıma hediye ettiği ağabeyim dediği dostu Dr. Mustafa Engin Çoruh’un kitabından… Bazı genetik özelliklerini aldığı Kafkasya’daki büyük dedesinin ormanlardaki at üstündeki cesaretine… Bin bir çeşit konu. Çocukluğunda yavrukurt ve sonrasında voleybolu iyi oynadığı için iyi bir oyun kurucu idi. Hitabeti kuvvetliydi. Kamufle etmeye çalıştığı hassas ve kırılgan bir kalbi vardı. Nazikti. Bir gün ağzından argo ya da bir küfür, beddua duymadım. Aklımıza da gelmezdi. Ailelerimizin kültürü böyle idi çünkü.
“İlk Kadın Orman Yüksek Mühendisi, İlk Kadın Öğretim Üyesi Prof. Dr. Volkan Şölen“ yazımı 8 Mart 2024 tarihinde paylaştıktan sonra Kutlu Tank kardeşimiz, öyle içten bir yorum yapmıştı ki Kutlu’ya Volkan teyzeyi biraz daha anlatmasını rica ettim.
“Elinde ve evinde büyüdük. Beşiktaş’ta ahşap bir köşkte yaşardı. Ne kadar şanslıyım ki üniversite sınavına girdiğim salonun sorumlusuydu. Benim heyecan katsayım bir anda sıfırlandı. Nur içinde yatsın. O da genç yaşta kaybettiklerimizin kervanındadır. Volkan abla bol, dökümlü ve uzun da giyinirdi, etek bluz da giyerdi. T shirt pek yoktu. Ahşap bir merdivenle çıkılır bir üst kat hatırlıyorum. Kristal çay bardakları ve Alman fincanlar vardı. Rosenthal olabilir. Hasanpaşa fırınının galetaları, (anasonlu olan) çaya batırılarak yenirdi. Bir de langue de chat’ler vardı, ben reçelinden pek hoşlanmazdım. Su böreği demirbaştı, peynirlerini ayıklardım. Çok fazla ev hanımlığı yoktu. Üzgündü, babasının evliliği ve mal paylaşımından ötürü gergindi. Yazları hep fakültedeydim. Serviste yanına oturturdu, bir dönem Şişli servisine bindi. Biri MAN, öbürü Magirus marka servisler vardı. Efsane şoförlerimiz vardı. Annem, Fatma abla, Prof. Dr. Pamay, Prof. Dr. Bozkurt ve Prof. Dr. Çepel peyzaj mimarlığının olduğu binada sık gördüklerimdi. Tabii Prof. Dr. Göker ve Dr. Kurtoğlu. Bahçe, ağaçlar, sera, ağaçların altındaki tanıtıcı tabelalar önemli detaylardır. Anlatacak çok şey var. Koca hayat geçti.”
Ve… Ne kadar ilginç ki Kutlu, vefatından üç hafta kadar önce Volkan teyzenin fakültenin ana kapısı önündeki fotoğrafı göndermişti.
Hafızamdaki ve Anılarımdaki Levent’teki Yaşamımıza Kısa Bir Kesit
Yaşadığımız ortamı solumak için kısaca değinmek istedim.
Hafızamdaki, anılarımdaki Levent… Büyükdere Caddesi üzerindeki Levent, bugünkü Levent değildi. Nispetiye mahallesindeki evimize 1968 yılında Hüsrev Gerede Caddesi’ndeki evimizden taşındığımızda babaannem: “1950’lerin başında Levent’ten bir ev almıştım. Müşterilerim “Nevzat Hanım, Levent’e kurtlar iniyor, biz oraya gelemeyiz” dediklerinde satın aldığım bahçeli müstakil evi geri verdim ve bu apartmanı aldım. Siz de şimdi Levent’e gidiyorsunuz, her zaman vesait olmaz, pişman olmayın” demişti. 1940’ların başlarından itibaren terzihane sahibi, yanında 8 genç terzi çalıştıran bir vergi mükellefiydi. Ihlamur Dere Caddesi üzerinde 4 katlı, cumbalı bir apartmanı vardı. Sahibi olduğu moda evini belgeleriyle, fotoğraflarla kaleme aldım.
1968’de Levent’e taşındığımızda Nişantaşı’ndan son otobüs akşam 19.00’da idi. Bazı günler geç okul çıkışımda annem tedirgin olduğu için apartman görevlimizi durağa gönderirdi ya da babamla birlikte karşılardı. Müthiş kar olurdu kışın, Uludağ gibi ve Çamlıca’dan da Levent’ten de kar aynı zamanda kalkardı. 1. Levent çarşıda güzel bir yazlık sinema vardı. Bahriye anneannem bize Levent Namlı’dan İskender ısmarlar, sonra sinemaya götürürdü. Levent Namlı, şimdiki yerinde değildi, bir arkada postaneye çıkan merdivenler vardır, oradaki apartmanın altındaydı. Namlı’nın şimdiki yerinde manav vardı, karşısında da Kız Bakkal.
Anneannemin klasikleri vardı. Beyoğlu’nda su muhallebisi yedikten sonra tiyatro ya da sinemaya gidilirdi. Babam da bizi Abdullah Lokantası’na götürürdü zaman zaman. Osmanlı Bankası gibi bankalara da uğrardık ikimiz, dedemden kalma tahviller vardı. Bazıları arşivimde. Bir de tiyatro sonrasında Lale işkembecisine götürürdü. Zeki Alasya Metin Akpınar’ın Devekuşu Kabare tiyatrosundaki masalardan izlerdik temsilleri, içeceklerimizle. Çok şıktı izleyiciler. Tiyatrolar ve sinemalardaki fuayeler de çok şık olurdu. Parfüm kokardı. Annem şapkasız, minik dürbünsüz gitmezdi.
Annemle Beyoğlu’na çıktığımızda, babaannemden itibaren neredeyse dost oldukları kumaşçılar, iplikçiler, düğmeciler sohbetlerle, ikramlarla teker teker incelenirdi ve Rebul Eczanesi’ne mutlaka uğranırdı. Bir de İnci profiterol tabii, klasiklerdendi. Ne lezzet! Arkadaşlarımla bazen Bab Cafeteria’ya giderdik. Güzeldi. Nişantaşı’na çıkılır, Beşiktaş’a inilirdi. Köprü olmadığı için Beşiktaş’tan vapurla karşıya geçilirdi.
Levent Çarşı’da babamın fakülteden arkadaşı Prof. Dr. Tolgay Odabaşı amcanın eşi Bilge ablanın eczanesi vardı ve üst katında da otururlardı. O evde daha önce Aziz Nesin oturmuş. Arşivimde yazısı, görselleri var. İstanbul Üniversitesi’nin hocaları, özellikle de orman fakültesi hocaları Levent’te otururdu. Nedeni dış duraktan (şimdi metro durağı oldu) fakültenin servisi geçerdi. Prof. Dr. Nihat Balcı, Prof. Dr. Hayri Bayraktaroğlu, Prof. Dr. Muzaffer Selik, Prof. Dr. Besalet Pamay o zamanlar babam gibi doçent olan Prof. Dr. Turan Tank ile birlikte dönerlerdi, ayrılırken de yarı bellerine kadar eğilerek selam verirlerdi şapkalarını çıkartarak. Hocaların hocası Ord. Prof. Dr. Asaf Irmak, Prof. Dr. Savni Huş, Prof. Dr. Fikret Saatçioğlu da ailesi ile birlikte Levent’te otururlardı. Sanatçıların çoğunu da görürdük. Ara sıra çok kibar bir bey ağır ağır yürürken, evimizin camından babam “Orhan Arıburnu, çok kıymetli bir yönetmendir” derdi. Şişli’den dönerken Ali Sami Yen Stadı’nın önünden geçerken ne kadar güzeldi Likör Fabrikası’nın binası. Bizden önceki nesil bahçesinde çeşitli meyve ağaçlarının olduğunu, mis gibi koktuğunu söylerdi. Likör Fabrikası’ndan sonrası dutlukmuş, babamın anlattıklarından kayda geçirdiğim. Ne üst geçit vardı çocukluğumuz, gençliğimizde ne bu kadar kalabalık. Yazlıktan arkadaşlarımızın bazılarının müstakil evleri vardı Likör’ün arka tarafında, çok kibar ailelerdi. Likör Fabrikası’ndan muzlu likörü pek severdi Çarliston dansını en iyi icra edenlerden biri anneannem Bahriye Hanım. Onun Çarliston dansı ve heyecanı izlenebilsin isterdim. O yol üzerinde Baylan Fabrikası’ndan da çikolata kokuları gelirdi… Likör şişeleri de birer sanat eseriydi. Biraz daha Levent’e doğru Kapris pastanesi vardı… Bir de Levent Kırca’nın tiyatrosu vardı, Hodri Meydan Kültür Merkezi. Babam götürürdü. Pek güzel olurdu temsilleri. Gülriz Sururi’nin oynadığı “Kaldırım Serçesi” oyunu da muhteşem bir performanstı. Edith Piaf’ı izliyormuş gibiydik. Ve tabii Puro-Fay’ın küçücük binasının üstündeki sevimli işareti ile Etiler Nispetiye mahallesindeki Yankılı Sokak’a (Şimdi Fecri Ebcioğlu Sokak) varırdık. Fecri, camdan bakardı son zamanlarında…
Tiyatro ve sinema sanatçımız Nevzat Okçugil de bizim sokakta otururdu, yönetmen kardeşi Cevat amca gibi. Eşi Efro teyze İtalyan’dı. Okçugil kardeşlerin Türk sinemasına çok hizmetleri olmuştur. Bir o kadar da mütevazı idiler, yaşamları, kıyafetleri, konuşmaları. Çok kültürlüydüler. Ailece görüşürdük. Efro teyze ile İtalyanca mektuplar üzerinde çalışırdım. Önder Somer de ailesiyle birlikte hem kışlık hem de yazlık komşumuzdu. Çok beyefendi bir insandı. Levent’in çarşısından müstakil evlere doğru Köy Çocuklarını Yetiştirme Yurdu vardı. Annem de bir arkadaşı ile yardımda bulunurdu zaman zaman. Yurdun yatak, döşek vs. eksiği olurdu.
Büyükdere Caddesi 1. Levent’ten 4. Levent İETT Durağı’na kadar fabrikalar vardı. Müstakil evlerin olduğu bölgeye biz İç Levent derdik. Fabrikaların olduğu yere de Dış Levent, 4. Levent ve bir de Yeni Levent derdik. Hatırladığım fabrika binaları: Apa Ofset. Mimari yapısı hoşuma giderdi. Eczacıbaşı, Roche, Fako, Deva, Philips, Renault-Mais, Tekfen, Squibb. Sandoz yönetici araçları Renault’dan alınırdı. Birkaç yıl kullanıldıktan sonra çalışanlardan isteyen olursa çalışanlara öncelik verilerek satılırdı. Tekfen’den Feyyaz Berker, Nihat Gökyiğit, Necati Akçağlılar ile iletişim halinde idik. Nihat Bey amca babamın dostuydu. Hayrettin (Karaca) amcanın ve Nihat (Gökyiğit) amcanın ağaç ve doğa tutkuları ile TEMA kuruldu. Sonra Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nı kurdu ve Nihat Bey amca, babamın vefatından sonra da bir tören düzenledi.
Fako’nun içini hiç görmedim, ama her nedense Jale Yılmabaşar dostumuz çağrışım yaptı. Jale Hanım, kıymetli ve ülkemizi temsil etmiş bir sanatçımız. Hem güzel bir kadın hem de güler yüzlü, neşe ve enerji veren bir insan. Kadirşinas, zarif. Çok güzel anılarımız var. Arşivimdeki hediye ettiği armağan ve kitaplarını taradığımda, 2018 yılında imzaladığı kitabını sayfa sayfa tekrar inceledim. Divan Oteli’ndeki panosunun fotoğrafı Ersin’in arşivinde idi, kitapta yer alıyor. Divan Oteli yıkılıp yenilenirken Jale Hanım’ın Divan Pub’da duran panosu dikkatlice söküldü, saklandı ve yenilenen otelimizin duvarına monte edildi. Jale Hanım’ın çok güzel bir panosu da Vakko’nun Merter’deki fabrikasındaydı. Nakkaştepe’ye geçerken o panoyu itina ile taşımışlar. Jale Hanım’ın kitabında, 34. sayfada “Fako İlaç Fabrikası 1970” başlığı ile iç merdivenlerinin arkasındaki harika panosunun fotoğrafları var.
Bazı sabahlar 4. Levent’in çarşısından geçip beni bırakırdı fabrikaya Ersin, sonra Utku’yu yuvaya bırakırdı. 4. Levent’in çarşısının alt katları iş yerleri idi. Rebii Gordon ve Kemal Arû hocaların çağdaş mimarisi yansımış o döneme. Binaların bazılarındaki seramik panolar hoşumuza giderdi. Kıymetli sanatçılarımıza ait olduğunu öğrendim Erol Kuntsal Bey’in yazısından ve “İstanbul’un Açık Hava Müzesi Olarak Bilinen 4. Levent Mahallesi Mozaikleri – Korunması Gereken Eserler Oldular” başlıklı Oneido’nun haberinden. Arşivimde B+ Sayı: Sonbahar ‘15/25 dergisi ve nice Beşiktaş kitabı var. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Nurullah Berk, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Ercüment Kalmık. Sabri Berkel’in kitabını Semahat Hanım hediye etmişti RE Books Arts’ın sanatçılar bölümüne kayıtlı. Bu bölgede Neyir Triko da varmış, ama fabrikasını hatırlamıyorum. Nişantaşı’nın köşesinde idi mağazası ve annemle birlikte sıkça giderdik. Çok kaliteli triko yaparlardı. Karaca da öyle idi. Hayrettin amca anneme bir kart çıkartmıştı, Levent’te Pelit Pastanesi’nin olduğu yerde şık bir mağazası ve kibar, saygılı bir yöneticisi vardı, indirimli pek güzel kıyafetler alırdık. O zaman Akmerkez, Zorlu ve şimdiki Tower adı verilen binalar, alış veriş merkezleri yoktu. Maslak tarafına doğru Harp Akademileri ve subay lojmanları vardı. Bir arkadaşımız otururdu, yürüyerek giderdik. Levent’ten Etiler’e bazen bizim Boğaziçi Üniversitesi’nde de yürüyerek giderdik, ama daha çok arabayla.
Sandoz’da çalıştığım dönem gazeteci Ertuğrul Zorlutuna basın danışmanımızdı. Ertuğrul Bey vefat ettiğinde “Bir İstanbul Beyefendisi Ertuğrul Zorlutuna” başlığı ile nekroloji yazmıştım. Kutlu, akrabası olduğunu söylemiş ve annesine danışmıştı. Hikâyesini de anlatmıştı.
“Ablacığım, Sol en ön büyükbabam Sezai ve tam karşısı Sezai Bey’in babası Mehmet Edip Efendi. Onun yanındakiler Turan Bey’in Naci dayısı. Sol taraf en arkada annem Güler, ona sarılmış olan babaannem Huriye, hemen önlerinde Ertuğrul ağabeyin anne ve babası. 1968 yılı. Göçten sonra Sezai Bey, TCDD’de teknisyen olmuş. Çocuklarından biri Orman Fakültesi’ne girmiş; Turan. İkincisi Jeoloji Fakültesine girmiş Nihat, üçüncüsü Vefa Lisesi mezunu, Özer adlı üç evlat yetiştirmiş. Mehmet Edip Efendi’nin Sultani talebesiyken, veya Sultanililer ile birlikte, istibdat muhalifliğinden Viyana’ya kaçtığı ve devamında makine okuyup, Silistre’ye yerleştiğinden bahsedilirdi. Soyadı değişikliği muhtemelen uğradığı takibattan ve korkusundan.”
“Kutlu’cuğum,
Ben de aklımdan geçiriyordum. Anne ve babana anılarını anlattırır mısın, diye. Kalp kalbe karşıymış kardeşim. İyi ki Ertuğrul Bey’in aziz anısına yazı paylaşmışım. Çok değerli bir belge ve fotoğraf. Aktardıklarını daha detay ile bir makale yapalım ister misin? Ruhları şad olur. Ben yazdıkça anılarımı, tarihe iz düşürdünüz diye yüreklendirici yorumlar alıyorum. Çok mutlu oldum.
Sevgilerimle,” 18 Nisan 2020
O süreçte Prof. Dr. Ersin Özarslan Hoca, yazımı okuduktan sonra Ertuğrul Bey ile Halide Nusret Zorlutuna’nın akraba olup olmadığını sormuştu. Ben de “Babam Prof. Dr. Faik Yaltırık’ın fakülteden arkadaşı Prof. Dr. Turan Tank (Her ikisi de ebediyete intikal etti) Ertuğrul Zorlutuna’nın akrabası idi. Turan amcanın oğlu diş doktorumuz, arkadaşımız Kutlu Tank ile bu sabah yazıştım. Şayet Ertuğrul Zorlutuna’nın babasının kökleri ile ilgili bir bilgi verebilirse size ileteceğim. Turan amca da Rumelilidir. Turan amcanın ailesi de Köstence’den İstanbul Beşiktaş’a gelmişler ve Ertuğrul Zorlutuna’nın babasına ait Muradiye’deki dairesinde misafir edilmişler” diye yazmıştım.
Özarslan Hoca da şöyle bir detay vermişti: “Zorlutuna” soyadı, Halide Nusret Hanımla kocası Aziz Vecihi Bey’in köklerinin terkibidir. Halide Nusret Hanım Erzurumlu Zorluoğulları’nın kızıdır. Eşi Aziz Vecihi Bey ise Rumelilidir. Halide Nusret Hanım soyunun adından Zorlu ile Rumelinin Tuna’sı birleştirilmiştir.”
Turan amcanın doğduğu Silistre
“Akıyor sakin sakin görkemli Tuna nehri
Yalıya bağdaş kurmuş şirin Silistre şehri.” Ali Bayramov,
“Silistre, Kuzey Bulgaristan’da, Tuna nehri sahillerinde kurulmuş, tarih boyunca çeşitli kavimlere ev sahipliği yapmış ve önemini her devirde korumuş eski bir şehirdir. Dobruca bölgesinin tarihi şehri Silistre’nin kapıları Osmanlılara ilk kez 14. yüzyılda açılmıştır. Türkler bu şirin Rumeli şehrini inşa ettikleri sivil ve askeri yapılarla tezyin etmişler ve buraya Osmanlı şehir kimliği kazandırmışlardır. Özellikle 16 ve 17. Yüzyıllarda kozmopolit kültürel yapısıyla dikkat çeken Silistre, cami ve mescitleri, hanları, hamamları, kervansarayları, çeşmeleri, medreseleri ile her devirde seyyahların ilgisini çekmiştir. Onun topraklarının bereketi yetiştirdiği edebi şahsiyetlerden anlaşılmaktadır. Ne var ki tarihte her güzel şehrin kaderinde savaşlar vardır ve Silistre’nin kaderini de şüphesiz en çok Kırım Harbi ile “93 Harbi” olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı belirlemiştir.
1877-1878 Savaşı sonrasında Osmanlılar Silistre şehrini kaybetmiş olsalar da bu şanlı vatan parçası, Türklerin hatıralarında daima yaşayacaktır. Silistre.. Şu meşhur Vatan Yahut Silistre adlı eserinden dolayı olmalı ki; “Nâmık Kemâl’in şehri” diye bildim hep Silistre’yi. O benim için aynı zamanda Tuna’nın sönmeyen kandillerinden biri olmuştur hep. Günümüzde Bulgaristan-Romanya sınırında Tuna’nın yavaş yavaş Bulgaristan’ı terk etmeye başladığı yerde ve adı geçen nehrin sağ kıyısında yer alan şehir, günümüzde Silistra (Силистра) olarak anılmaktadır. Şehrin Türkçedeki ismi olan Silistre, eski Bulgarca Drıstır, Rumence Durostor toponiminden türemiş olmalıdır. Bu kelime de esasen Latince Durostorum sözcüğünün değişmiş halidir. Durostorum, muhtemelen eski Dak-Trak dilinde “muhkem yer”, “kale” anlamına gelen bir isme dayanır. (Kiel, 2009, s.202) Tarih boyunca kuzeyden gelen kavimlerin akınlarına karşı önemli bir koruma hattı oluşturan ve pek çok defa işgal edilerek yıkıma uğrayan Silistre, Bizans-Bulgar Ortaçağı’nda Bulgarların yerleşik olduğu en büyük ve en önemli şehirlerden biriydi. Ve hemen hemen bütün Osmanlı asırları boyunca da Türk-İslam unsurlarının ağır bastığı bir şehir olmuştur Silistre.
Milâttan sonra II. yüzyıldan itibaren Romalıları, V. ve VI. yüzyıllarda Hunları ve Bizanslıları misafir etmiş Silistre. Avarlar ve Slavlar gelmişler ardından. Tarihler su gibi akıp gitmiş. Giden yakıp yıkmış, gelenler yeniden inşa etmiş. Tarih bundan ibaret değil mi zaten? IX. yüzyıl başlarında Bulgarlar çıkmış tarih sahnesine ve artık biz de buradayız demişler. Ve Krum Han (803-814) idaresindeki ilk Bulgarlar zamanında Drastar’ın, yani Silistre’nin surları bir kez daha onarılmış. XI. asır Peçeneklerin, Uzların ve nihayet Bizans’ın bölgede hâkimiyet kurduğu, hüküm sürdüğü devirdir. Yolu XII. asırda Silistre’ye düşen İslâm coğrafyacısı ve botanik âlimi Şerîf el-İdrîsî şehri kalabalık pazarları, çok güzel binaları ve evleri bulunan bir yer olarak tasvir eder. II. Bulgar Devleti’nin hükümran olduğu 1189-1393 yıllarında Drıstır’da nelerin yaşandığına dair ne yazık ki elimizde çok fazla bir bilgi yok. Sonrası ise artık Osmanlı asırlarıdır. Tarihlerin ve tarihçilerin bize söylediğine göre ilk defa hicri 790/m.1388 yılı kışında Çandarlı Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu Silistre’yi ele geçirir. Esasen Kuman asıllı olan ve I. Murad’ın vasalı durumunda bulunan Çar İvan Şişman’ın I. Murad’a diğer bütün şehir ve kalelerin içinde güzel binaları, zenginliği ve sağlam surlarıyla Silistre’nin başta yer aldığını söylediği rivayet edilir. Mihaloğlu Fîruz Bey, ilk Osmanlı sancak beyi olarak Silistre’ye yerleşir. Ancak kısa bir süre sonra 1390’da Eflâk Voyvodası Mirça buraya hâkim olsa da ardından Karinâbâd’a yaptığı saldırı, Yıldırım Bayezid’i Bulgaristan’ın bütün kuzey topraklarını fethetmek üzere harekete geçirir. 1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid’in Timur’a yenilmesinden bulduğu cesaretle Mirčea, Silistre’yi tekrar alır ve 1418’deki ölümüne kadar elinde tutar. Nihayet, Mirčea’nın ölümünden sonra Eflak’ta ortaya çıkan karışıklıklar ve özellikle Şeyh Bedreddin ayaklanmasının bastırılması amacıyla başlatılan sefer, 1419 ilkbaharında Çelebi Sultan Mehmed’in Silistre’yi ve bütün Dobruca’yı tekrar fethiyle son bulur.
Esasen Türkler, Balkan topraklarına ayak basar basmaz, öncelikle Rumeli şehirlerinin silüetlerini değiştirecek sivil ve askeri yapıların inşasına ağırlık vermişlerdir. Silistre ve çevresinde de durum farklı olmayacaktır. Nitekim bu coğrafyada yapılan cami, mescit, medrese, mektep, tekke, zaviye, türbe, imaret, hamam, konak, çeşme, bedesten, han, kervansaray, köprü gibi eserlerle devlet, Rumeli topraklarının görünümünü, Anadolu şehirlerinden farksız duruma getirmiştir. Osmanlı Devleti kuruluş döneminde olduğu gibi diğer dönemlerde de vakıflar aracılığıyla hizmete aldığı yapıları, şehirlerin gelişiminde fırsata çevirmiştir. Nitekim Bulgaristan’da Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, I. Mahmud, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Abdülmecid ve diğer padişahların eserlerinin olması; esasen onların siyasi güçlerinin bu topraklara yerleştirildiğinin canlı şahitleridir. Aynı şekilde hanedan mensubu hanım sultanlardan Hafsa Sultan’ın, Hürrem Sultan’ın ve İsmihan Sultan’ın Silistre Sancağı’ndaki mülkleri, devlet düzeninin devamı için bölgeye yapılmış önemli hizmetlerdir. Yine ümerâ sınıfından Mehmed Paşa, İvaz Paşa, Hasan Paşa, Sinan Paşa, Mustafa Paşa ve İskender Paşa’nın vakıfları başta olmak üzere, diğer ümera mensupları da yaptırdıkları eserlerle yöre halkını sahiplendiklerini göstermişlerdir. (Koç: 2015, s.64-65) Tabii sonuçta bütün bu inşa faaliyetleri, Silistre şehrine kısa süre içerisinde tam bir Osmanlı şehir görüntüsü ve kimliği kazandırmıştır.”,
“Osmanlının Silistre kuşatmasında ortaya koyduğu direnişle kazandığı bu zafer, hiç kuşkusuz dünya kamuoyunda büyük ses getirir. Elbette Türk aydınları, şair ve yazarları da bu “destan” karşısında sessiz kalmazlar. Silistre konulu marşlar, destanlar, piyesler yazılır. Örneğin büyük vatan şairi Namık Kemal meşhur oyunu “Vatan Yahut Silistre”yi bu hadiseden sonda kaleme alacaktır. Sultan Abdülmecid dönemindeki bu olağanüstü şehir savunmasının başarıyla sonuçlanması üzerine ayrıca altın ve gümüş olmak üzere iki çeşit madalya bastırılır. Yüksek rütbeli komutan ve subaylara verilen altın madalyaların ön yüzünde Abdülmecit’in defne ve meşe dalları arasında tuğrası, arka yüzünde ise Tuna kıyılarının ve Silistre kentinin bir tasviri yer alır. Gümüş madalyaların ön yüzünde ise yine çifte defne dalları arasında Abdülmecit’in tuğrası ile arka yüzünde gönderine Osmanlı Bayrağı çekilmiş küçük bir tabya tasviri vardır.”, “Tuna’nın Sönmeyen Kandilleri – V: Silistre”, Rıdvan Canım, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2021, 399-427
Kutlu’nun aile ve kendi anılarını kaleme almasını birçok defa söyledim, ama kısmet değilmiş.
Geriye dönüp baktığımda keşke her beraber olduğumuzda sesini kayda alsaydım, anılarını anlatırken diye düşünüyorum. Zira bazı insan yazıda, bazı insan hitabette kuvvetli. Sohbeti tatlıydı Bal Mahmut gibi. Sevgili kardeşimiz Dr. Kutlu Tank’ı, severek birkaç kez okuduğu ve teşekkür ettiği “Pilli Bebek ve Çaylı Kek” yazımla sevgi ve saygıyla yad ediyoruz Ersin ile birlikte.
Pilli Bebek ve Çaylı Kek
Hüsrev Gerede’den, 1. Levent’te taşındık. Kasım 1969. O yıllardaki yeni trend idi. Balat, Afyon, Balkanlar, Kafkasya’da atalarımızın yaşanmışlıklarına izdüşüm, babamın fakülteden arkadaşı Dr. Turan ve Güler Tank, 1. Levent Yankılı (Fecri Ebcioğlu) Sokak’ta, Boğaziçi Üniversitesi’nden psikoloji hocam Pınar Sayıt’ın da bir süre oturduğu apartmanda otururlardı.
Rahmetli Fecri Ebcioğlu, hemen hemen her gün gördüğümüz, mahallenin çocuklarıyla ara sıra topa vuran, güleç yüzü ile hâfızamdadır. Siyah-beyaz televizyon dünyamızı renklendiren sevecen, kültürlü bir kimlikti. Yıllar sonra sohbetlerimizin birinde Sezen Cumhur Önal dostumuzun, Fecri Ebcioğlu için “Rakibi handân eden bir insandı” sözleri hoşuma gitmiş, anneannemi anmıştım. Anneannem Zeki Müren’den pek dinlerdi; “Cânâ Rakibi Handân Edersin”. Zeki Müren sahne aldığında, en ön sıradan Sinema Tarihçisi dayımız Erman Şener’in annesi Nadi Kaymak teyze ile seyretmeye de bayılırdı.
Sezen Cumhur Bey’in, Fransızcadan Türkçeye çevirdiği sözlerle büyürken (Ailemizdeki adı “Çikolata renkli şarkıcı” idi) bana göre ilginç olan; o zamanın sahne ilahlarından Johnny Hallyday’e (Jean-Philippe Smet) “Yeşil Gözleri İçin”i okutmuştu. Nedense yabancıların Türkçe şarkı söylemesi hoşuma giderdi. Gel zaman git zaman, o 45’lik, kayıt yapılırken akla dahi gelmeyen bir fiyata “koleksiyon” olarak satıldı.
İşte, o siyah-beyaz televizyonların haftada belirli günler, belirli saatlerde yayın yaptığı dönemde Kutlu, henüz dört yaşında idi ve akşamları karanlıkta, tıpış tıpış, bize gelir “Pilli Bebek” seyrederdi. Bir yandan da bizi izler, babamı can kulağı ile dinler, annemin o meşhur “Çaylı kek”ini maviş gözleri parlayarak yer, sonra evine dönerdi. Çok geç olduğunda biz bırakırdık. Bazı geceler yatıya kalsa daha memnun olurdu herhalde.
Levent’e en son otobüs, Nişantaşı Kız Lisesi’nin önündeki duraktan akşam yedide idi. Gürültüsüz, patırtısız, otopark sorunsuz, güven dolu mahallemiz. Oturduğumuz salondan bir damlacık boğaz görünürdü.
Bazen, ben Turan amcadan fizik dersimde anlamadığım noktaları öğrenmeye giderdim. Güler teyze de çizimlerini gösterir, Almanya anılarını anlatır ya Turan amcanın kimya bilgisiyle yaptığı cevizli, üzümlü ekmeğini ya da kendisinin Tatbikî Güzel Sanatlar usûlü elmalı kekini ikrâm ederdi. Bazen de hep beraber Beyoğlu’na giderdik. Muhallebi yemeğe, daha doğrusu Kutlu’ya, oradaki Japon mağazasının vitrininde duran treni seyrettirmeye. Bir elini tutardım, yol boyunca. “Alın.” diye tutturmazdı, bilirdi alınamayacağını, seyretmek mutlu ederdi. Evindeki, elindeki oyuncakların, boya kalemlerinin, kâğıtların değerini bilirdi. Benim de içimde böyle bir duygu yoktu.
“Sahip olamadığın için mutsuzluk, sahip olanı kıskanma. Ve dahası…“ ayıptı, makbul değildi. Sahip olmak değil, sahip çıkmak önemli bence. Sahip olduğunun kıymetini bilmek. Kendi dünyanda mutlu olup, mutluluk yansıtmak. Mutluluk insanın içinde, gönlünde. Kendisiyle barışık olan, mutlu ve sağlıklı yaşıyor.
Annen ve baban ile birlikte, çocukluğunun geçtiği İ.Ü. Orman Fakültesi’ne çok yakın, ormanın içinde, sevdiğin mitolojik meşe öykülerine izdüşüm, ağaç perileri Dryadlar ile huzur içinde dinlen Kutlu’cuğum.