“Oysa biz ne mutluyduk. Hiç küçük hesaplarımız, kibirlerimiz,
yalanlarımız yoktu. Keşke hep oralarda yasayabilseydik.” Fethiye Temiz
Sevgili Fethiye ablacığımın kalbimdeki yeri çok özeldir. Bunun nice nedeni var. Babam
Prof. D. Faik Yaltırık’a saygı duyan ve “Faik abi” diyen Prof. Dr. Gökhan Eliçin ile
hayatımıza girdi Fethiye Fatoş abla. Gökhan amcanın birbirinden kıymetli üç eşi oldu,
üçü de annemle babamı sevdi saydı, onlar da ve ben de tabii sevdim saydım.
Ben Sandoz’da çalışırken Fethiye abla Ciba’da idi. Sonra Koç Holding’e geçti. Değerli
Sevgi Gönül’ün tek asistanı oldu. Doğan Gönül ile de ahenk içinde çalıştı.
Yıllar sonra, Sandoz Ciba ile dünyada birleşirken bize (O zamanlar Poffetler emekli
olmuş, CEO Erman Atasoy (babamın liseden okuldaşı) ile birlikte çalışıyordum ve eşi
Jutta Hanım bana destek oluyordu. Küçük çocukla bir iş kadını, anne olmanın ne
demek olduğunu yaşayarak biliyordu.) Swiss Frank bazında tazminat ödeyecekler ve
bir yıllık ücretimizi vereceklerdi, başka haklarımızın yanında. Ben de bu nadir bulunan
hakkı kullanmak istiyordum, aklı selimim ve mantığım ile. Her ne kadar Erman-Jutta
Atasoy arzu etmese de gelişimimi önlemek de istemiyorlardı. O süreçte sevgili Fethiye
ablacığım beni aradı. “Sevgi Gönül’ün ablası Semahat (Arsel) Hanım’a 12 yıldır asistan
aradıklarını” bildirdi. Koç Holding İK müdiresi ile görüştük. Semahat – Dr. Nüsret Arsel,
Drs. Güzin – Edgar Poffet’in dostuydu. Semahat Hanım, Güzin Hanım’a sorduğunda
Güzin Hanım benim için “tam güven” referansı verdiğinde Sandoz’dan, Erman Bey’in
de onayı ile (bu bağlamda hakkı ödenmez) Koç Holding’e bir günde geçtim. Geçiş
tatilim 29 Ekim günü oldu. Semahat Hanım’ın ifadesi ile “geceli gündüzü ahenk ile
çalıştık” çeyrek asır. Bu süreçte Fethiye abla, Amerika’da yaşamaya başladı ve halen
orada yaşıyor ama benim her daim kalbimde yaşamaya devam edecek.
Bu hafta iki bilgisayarımı da güncelledik uzmanlarla. Dosyalarımı tararken Fethiye
ablacığımın çok güzel bir paylaşımını tekrar okudum. Türkçe karakterlere çevirdim.
Anısı gerçekten her açıdan örnek alınacak bir yazı. İnsanlık, sevgi, saygı “humanities”
içeriyor. Daha önce mail ile paylaşmıştım. İzniyle. Şimdi de ders niteliğindeki anısını
paylaşmak istedim, geçmişte tam izin verdiği lüksümü kullanarak.
GERÇEKLERDEN MASALLARA – Fethiye Temiz
Hani geçen gün “Aynur teyzemi özledim” diye bir yazı gelmişti, o zaman yazacaktım
ama olmadı iste kısmet şimdiye imiş.
Anneannemin küçücük evinden belki 500 metre ilerde (bilenler bilir) Kavak’ın meşhur
“Kayadere Mahallesi” vardır. Tabi bu ismi sadece orada yaşayan çingeneler söyler,
ama herkes oraya çingene mahallesi derdi. Tahmin edebileceğiniz gibi, ben de her
fırsatta oraya kaçar, Teferus’un kızı, Şeker’in torunu gibi arkadaşlarımla aksama kadar,
dereden akan o zamanlar hala pırıl pırıl olan suyun içinden, kırılmış porselen tabak
parçaları toplar, kimin bulduğunda daha güzel bir renk ve çiçek var diye nispetler
yapardık birbirimize.
Onların evlerinin dışındaki tenekeler hep ilgimi çeker, neden anneannem de böyle
tenekeler çakmıyor diye kıskanırdım. Öğlen saatleri biraz geçti mi, anneanneciğim
gene yeldirmesini sırtına atmış, “kör olmayasıca, gene bitleneceksin buralarda” diye
beni aramaya gelirdi. Kaç kere, odanın ortasına konmuş leğende, kafam cayır cayır
sürülen gazdan yanarken, anneannemin koca kovada ılıştırdığı su ile, nasıl da ortalığa
sıçratmadan beni yıkadığını hatırlıyorum.
Aradan yıllar geçti, kızım Ufuk ile bir gün hamama gittik. Kızımı yıkarken karşımda
yıkanan bir kadın sürekli bana bakıyor, sanki bir şey söyleyecek de söyleyemiyor gibi…
“Bir şey mi var?” dedim.
“Senin adın Fethiye mi?” dedi.
“Evet” dedim.
“Beni hatırladın mı?” dedi çekinerek.
“Çıkaramadım” dedim.
“Ben Beratiye” dedi.
“Aaa! Teferus’un kızı Beratiye”.
Ay! Ben Havva ana kılığıyla kadının üstüne bir atlamıştım sarılmak için. Çok şaşırdı.
“Yahu neden söylemiyorsun bir saattir bakıyorsun yüzüme?” dedim.
“Eee biz çingeneyiz ya, sonradan bizi tanımaz insanlar, çocukken başka” dedi.
Yüreğim öyle acıdı ki!
“Yahu ne alakası var sen benim çocukluk arkadaşımsın.” dedim.
Evlenmiş, iki çocuğu olmuş ama artık Kayadere’de oturmuyormuş, bunu da biraz
gururlanarak söylemişti. Oysa biz ne mutluyduk Kayadere’de. Hiç küçük hesaplarımız,
kibirlerimiz, yalanlarımız yoktu. Keşke hep oralarda yasayabilseydik.
Kavak’taki eski ahşap evlerin bazılarında, tahta merdivenlerden çıkıldığında (evin
dışında) bir veranda diyebileceğimiz yer vardı. Buraya köprü denirdi.
Yaz geceleri, yemeğimizi yedikten sonra, anneannem yeldirmesini giyer, el lambasını
cebine koyar, beni de elimden tutup Firdevs teyzelerin köprüsüne oturmaya giderdik.
Yolda önümden zıplayan kurbağaları bin bir yalvarmayla anneannemden aldığım cep
feneriyle kovalamaya çalışırdım. Köprüde çaylar demlenir, Durnev teyze, Münevver
teyze, onların çocukları, kızlar, damatlar, Mashar kaptan da gelirdi. Hikâyeler anlatılır,
sonra mutlaka sıra “bilinmeyen”lere gelirdi. Yani cin peri hikâyeleri. Ben giderek
paranoyaklaşır, ayaklarımı altıma çeker ama bir tek sözcüğü bile kaçırmadan “bak
keçinin kiti kiti dişlerineeeee” hikayelerini biraz korku, biraz merak ile adeta içerdim.
Sonra eve geldiğimizde sedirin en ortasına oturur, her an bir taraftan bir şey
çıkacakmış gibi korkuyla etrafıma bakar dururdum.
Dışardaki çamaşır ipinde sürekli hiç bıkmadan, usanmadan, gidip gelen ve mutlaka
sanki bir iki saniye birbirlerine bir şeyler söylüyormuş gibi duraklayan karıncaları
saatlerce seyrederdim. İki kiloluk Vita yağ tenekesine üşüşen karıncaları, yağdan
vazgeçemediği için, ocakta ısıtıp, tülbentten süzüp tekrar donduran anneannemin,
günlerce Allah’a günahından ötürü affetmesi için ağlayarak yalvardığını dün gibi
hatırlarım. Pencerenin dışına bıraktığı ekmek kırıntıları ile karıncaları tekrar geri
çağırmasını, evin bereketinin ancak o şekilde korunacağını düşünmesini nasıl
unutabilirim?
Bir gün sandığı açtığında hem kızgınlıkla hem üzüntüyle ve biraz da tiksintiyle
“musibetler!” diye bağırdığında, deli gibi içeri koşmuştum. 7-8 tane fare yavrusu vardı.
Sandığın içinde yavrulayıvermiş fare. Ve ben hayatıma ilk ve son kez tüyü çıkmamış,
pembe pembe fare yavruları görmüştüm. Tabi ki onları öldürmedi, kürekle hepsini
alıp, sokağa götürmüştü. Ve günlerce o sandıkta ne var ne yok şartlamıştı.
O yaşlarda en büyük rüyam, bir gün çok para kazanıp anneanneme gidip çeşmeden su
taşımayacağı, daha düzgün bir sobası olan, kolay temizleyebileceği, daha doğrusu
daha rahat yaşayabileceği, divanları olan bir ev sağlamaktı. Ben lisedeydim, sabah
namazından hemen sonra, şimdi kalabalık değildir diye çeşmeye gidip doldurduğu
kovalarını getirirken, evin önünde benim o çok sevdiğim, üstünde çamurdan köfteler
yaptığım kayaya düşüp başını çarpıp da beyin kanamasından öldüğünde. Hep dua
ederdi, “üç gün yatak, dördüncü gün toprak” diye. Üç gün yattı, dördüncü gün
toprağa verdik.
Bizim çocukluğumuzdaki masallar bile saf bir sevgi içerirdi. Kazık kadar kız olmuştum,
belki bininci kez dinlediğim masalları, ısrarlarıma dayanamayarak, bir kez daha
anlatmaya başlayan anneannemin, beni dizlerine oturtup, sırtından sardığı yorganla
beni soğuktan korumaya çalışırken, masalın bir yarısında uykuya dalması, benim
sürekli “haydiiii, uyuyorsun, anlaaat” diye çırpınışlarımdan “ben yaşlandım çocuğum,
halim yok” yakarmalarına hiç prim vermeden, tekrar tekrar dinleyip, zihnime
nakşettiğim masallar.
İşte o masallardan biri de bu “ayı idi, uyu idi” masalıydı. O masalda kızın ağabeyi, kızı
ve yarısı insan, yarısı ayı çocukları bulur ve öldürür, kızı köye geri getirir. Ağıt yakarmış.
Taştan evim yıkıldı,
Tarhana çorbam döküldü,
Ayı idi, uyu idi kocam idi ya!
Çalı idi, çırpı idi yuvam idi ya!
Boruları nar gibi olmuş, çingenelerin, eşek yükü olarak getirdikleri “kütük”leri
tıktığımız, her sene mutlaka altı delinen çingene sobamızın ısıttığı küçücük evde, bana
dünyanın en güzel şeyini “sevmeyi” öğreten anneannemi hâlâ nasıl özlüyorum
bilemezsiniz. Okuması yazması yoktu ama tanıdığım en bilge kişi idi, hiç kimse için tek
bir kötü söz söylediğini duymadım. Hiç beddua ettiğini duymadım. Çok sinirlendiğinde
“Allah mustehakini versin” derdi, ya da daha da sinirlenirse “mundar” derdi, nur içinde
yatsın.
Kapının önünde evcilik oynarken, evden kilim isterdim. O şartlı şürtlü küçücük evinde,
suyu çeşmeden taşıyıp yıkadığı çamaşırlarının mis gibi kokuları hâlâ burnumdadır.
“sokağa serilmez evdeki kilim” dediğinde, ağlarsam vereceğini bilir, sahtekârlık
yapardım. Oturur ağlardım. Beş dakika sonra da “ağlama, gözyaşların ateş olup,
kalbime düşüyor, al da git, al da git musibet” derdi ve ben istediğime kavuşmuş olarak,
zıplayarak kilimi alır iki dakika da sokakta alırdım soluğu.
Çok mutsuz bir dönemimde, işten çıkıp, Kavak’a giderdim. 31 Bayırı derler, Rumeli
Kavak’ına inen o son bayıra, tam bayırın bittiği yerde balıkçıların motorlarının çekildiği
bir liman vardır. Yokuşun başındaki bir kayanın üstüne oturur, limana giren motorları
seyrederdim. O sesler bana huzur verirdi, havanın karardığını bile fark etmezdim.
Nedeeeeeen sonra yerimden kalkıp, dolmuşa biner geri dönerdim evime. Bir gün bir
psikologla konuşurken, bunu anlatmıştım. “yapma” dedi bana. Neden? Mutlu
oluyorum öyle yapınca demiştim. “Yapma, çünkü sen aslında problemlerden kaçıp
çocukluğundaki mutluluğuna sığınıyorsun” demişti. O günden beri kaçmamayı
öğrendim sanırım.
***
“Keçi Kız ve Koç Nuri – Düşünebiliyor musunuz? Pijamalarla Herkes Sinemada!”
Fethiye Fatoş Temiz
Kavak’ta anneannemin neredeyse yanındaki devasa konağın yanında küçücük,
minnacık kalan evi benim en mutlu çocukluk anılarımın geçtiği yerdir. Yandaki konak
ise çiçekçi Mehmet Efendilerin, kim bilir kaç kuşaktır gelen bir ev. Bana çok muhteşem
görünürdü. Mehmet Efendi’nin iki kızı vardı, iki de oğlu ama ben büyük oğlunu hiç
görmezdim. Büyük kızı Gönül abla süslü, püslü hiç Kavaklı değilmiş de sanki başka bir
yerlerden büyük bir şehirden gelmiş gibi eğreti dururdu, zaten bizimle de hiç
ilgilenmezdi. Benim favorim ortanca kız Cemile ablaydı. Babası Mehmet amca da
aynen Ayşecik’in “Keçi Kız” filmindeki Koç Nuri (Hulusi Kentmen).
Ben o zamanlar 6 yaşlarındaydım sanırım. Kavak’ın içlerine doğru gidince Kayadere
(Çingene) Mahallesi’ni geçtikten sonra bağlar başlar, işte orada Mehmet amcaların
bağı vardı, kenarından da dere geçer. O dere büyüyerek Kavak’ın içinden, iskelenin
yanından denize dökülürdü, geçtiği yol boyunca da tahtadan köprülerle yol evlere
bağlanırdı. En çok şaşırdığım da akşam olduğunda o malum can sesleriyle ineklerin
sürü halinde dağdan gelip, sırayla (nasıl biliyorlarsa) evlerine tek tek girdiğiydi. Evlerini
nasıl tanırlardı, nasıl bilirlerdi hâlâ anlayamam. Evlerin arka tarafları bahçe zaten,
sanırım ahırları vardı orada, hepsini bilmiyorum ya da hatırlamıyorum.
O aralar Ayşecik (Zeynep Değirmencioğlu) çok meşhur. Ben ise Erkek Fatma
vaziyetlerdeyim. İşte çiçekçi Mehmet amca bana “Keçi Kız” derdi ben de filmdeki
Ayşecik’in dedesi olan Hulusi Kentmen’in adı olan “Koç Nuri” diye seslenirdim ona.
Tabi filmdeki iyi kalpli anne Muhterem Nur da “Nazlı”, Cemile abla oluyor burada.
Sabah kalkınca hemen küçük pencereye koşardım Nazlı hazır mı diye. Nazlı (Cemile
ablam) beni alırdı, birlikte bağa giderdik. 5 kiloluk bir zeytinyağı tenekesinin altına Koç
Nuri’m çiviyle delikler acardı, o benim sulama tenekem olurdu. Nazlı çiçekleri özenle
kesip sepetlere doldururken, ben de dereden doldurduğum teneke ile çilekleri
sulardım, offff öyle güzel ve lezzetli olurdu ki o çilekler. Tabi şimdilerde artık hiç
görmediğimiz o güzel kokulu çardak üzümlerini de unutmayın. İncirin envaı çeşidi ve
ille de Kavak inciri. Akşama kadar orada hiç sıkılmazdım.
Akşam olur gelirdik, yemekten sonra hemen Koç Nurilere koşardım gene, koskoca
konağın merdivenleri pek bir heybetli görünürdü gözüme, onlarla oturup çiçek
bağlardım. Özellikle mor menekşeyi sevmemin nedeni de sanırım o günler. Bir küçük
demet mor menekşe özenle tutulur, etrafına sert sarmaşık yaprakları konur ve sıkıca
sarılır, sonra Koç Nuri’m özenle yusyuvarlak keserdi o sarmaşıkları ve harika bir demek
olurdu. Kim bilir hangi delikanlılar, kimlere verirdi sonra o menekşe demetlerini.
Dedim ya hâlâ en sevdiğim çiçek “kır menekşeleri”dir.
Büyüdüğümde, anneanneme her gelişimde, kapıdan içeri girer, çantamı bıraktığım gibi
“Ben Nazlılara gidiyorum” derdim, anneanneciğim de bana “Sen bana gelmiyorsun ki
zaten Koç Nurilere geliyorsun.” derdi.
Her şey oyun gibiydi ama çok mutlu bir oyun.
En büyük eğlence de pijamalar üstümüzde, iskelenin yanında yazları açılan, yazlık
Yakub’un sinemasına gitmek idi. Düşünebiliyor musunuz? Pijamalarla herkes
sinemada, çit çit çekirdekler…
Sevgiler,
Fethiye
***
Sevgili Fethiye ablacığımın pek çok pencereden kıymetli anılarını RE Books Arts Anı
İnceleme Röportajlar bölümüne geleceğe aktarılmak üzere kayıt ettim. O güzel
günleri çocuklrımız da bilsinler düşüncesiyle.
Bugün yıldönümü olan kadına seçme ve seçilme hakkı veren Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün ruhu şad olsun. Hakkı ödenmez bir haktır.
İlk belediye meclisine seçilen kadınlardan biri Balatlı Çerkes Seher Hanım’dır.
Akçakoca. Babam Prof. Dr. Faik Yaltırık’ın babaannesi, Saffet Ural’ın annesidir. Eşinin
görevi gereği Akçakoca’da hizmet vermiş, erkeklerle yan yana. Eşi Bitinyalı süvari
orman mühendis muavinidir. Devlet kendisine bir doru at ve atını besleyecek ot
vermiş. Fakültede yemin etmiş. “Genç ağaç kestirmeyeceğim.” “Orman Yemini” var.
Mührü kutsal emanet. Mühür vurmadan ağaç kesilemez. Ruhları şad olsun.