Ufacık tefecik içi sanat dolu dev kadın, sen nasıl anlatılırsın ki; seni tanıdığımda 14 yaşındaydım, bir Meral Niron, efsanesi anlatılırdı bana hep. Maksim Gorki’ inin Ana oyununda Ana’yı oynamış, tiyatro tarihine geçmiş bir kadın..
Ankara Sanat Tiyatrosu denince ilk Meral Niron akla gelirdi, Rutkay Aziz bile ondan sonra gelmişti o tiyatroya ,tiyatronun başına geçip beraber uzun bir yol almışlardı, bir sürü oyunlarda, yaratımlarda.. Meral Niron, bence Ankara Sanat Tiyatrosu’nun mihenk taşıydı. Bu anlatılan efsane kadını ilk Rumelihisarı’nda Jozef Shayna etkinliğinde tanıdım. Beklan Algan, Oben Güney gibi değerli sanat insanlarıyla üç günümü birlikte geçirdim, bana anlatılan o efsane kadın karşımdaydı, kıvırcık kızıl saçları bir genç kız edasıyla yukardan toplanmış, mini minnacık, sesi kalın, dev kadınla tanışmıştım ve onun genç arkadaşı, dostu, ailemin de bireyi haline geldiği, bütünleştiğim, sonradan oğlumun da arkadaşı olan, bu güzel insan, manevi ablam, annem diyemem çünkü o yaşlanmayı hiç sevmezdi, hep içinde küçük bir genç kız saklıydı, o yüzden de gençlerin çok iyi arkadaşıydı, benim de gerçek ablamdı, ama Meral’di, abla bile dedirtmezdi kimseye.
O zamanlar 14 yaşındayken, ölümüne kadarki zamanda olan yolculuğumuzda, anı sandığında anılarımızın saklandığı, oğlumun bile arkadaşı olacağı kişi haline geleceğini hiç tahmin bile edemezdim.
Çok zarif aynı zamanda utangaç, ama hayata karşı hep gerçekçi, yüreği dağlar kadar büyük insan artık dostumdu benim. Lisedeydim, Ankara Aydınlık Evler’deki evine ziyarete ilk gittiğimde çok şaşırmıştım, bu dev kadın böyle bir evde mi oturuyordu? Bodrum katında küçücük bir dairede, zor şartlar altında. Bu evde oturup, tüm Türkiye’nin tanıdığı Meral Niron olmak, dışarı çıktığında çeşit çeşit şapkalarıyla diva edasında, sahnede dev kadın, ama mütevazi, bunu ancak o yapabilirdi.
Sonra sohbete başladık, bu evde ne anılar yaşanmıştı, ne çok evlatlarım dediği, kızlarım, oğullarım dediği kişileri burada okutmuştu.12 Eylül öncesi karışık günlerde tüm öğrencileri sahiplenmiş, onların anası olup okutup meslek sahibi olmalarını sağlamıştı, bir tanesi ile tanışmıştım, çocuk kitapları yazan kızını, canla başla ve heyecanla, ilk basılan çocuk kitabını yaptıklarını anlatıyordu., Adı Ayşe soyadı lazım değil, tanışmış olduğum için, seneler sonra kendisini Nişantaşı’ndaki evime “Meral bende ,lütfen geçmiş günlerin anısına ben sizi evimde misafir etmek istiyorum ,gelir misiniz ? Artık daha yaş almış halde, okuttuğu kızlarının aramamasına kırgın” ,dediğimde yarım ağızla konuşmasını asla unutamam. İçimde bir ukdedir bu soğuk konuşma, oysa ahde vefayı unutmamalı yaratım içinde olan, doğruyu güzeli yazmaya çalışan insanlar.
Müşfik Kenter hocamın dediği gibi insan olmaları gerekiyor, sanatın hangi dalı olursa olsun yazarı, çizeri, ressamı, oyuncusu, müzisyeni önce insan olmak önemli bu hayatta ve ahde vefayı bilmek önemli..
Oynadığım “Fatima’nın Erkekleri “oyunundaki şu laf çok hoşuma gider:“İnsan hyatı sıralı yaşıyor ama anlatması dağınık”.
Biraz sıçradım, aklıma parça parça anılar geliyor. Sırası dağınık, ama elimden geldiğince toparlayıp hepsini yazacağım.
Ben kaç kere gittim o eve, ne güzel sofralarımız, sohbetlerimiz oldu o evde. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümünü kazandığımda birinci sınıfta sevgili hocam Zeliha Berksoy, Genco Erkal’la “Asiye Nasıl Kurtulur” oyununu çalışıyorlardı, apar topar beni de dahil ettiler oyuna, Zeliha Hocam Ali Sürmeli’ye “Özlem’i de çabuk buraya getir” demiş, bir anda kendimi Dostlar Tiyatrosu’nda bulmuştum.
Burası ne güzel ikinci okuldu benim için, bütün güzel sanat insanlarının bir arada olduğu ve tabii ki büyük bir tesadüf benim için, Asiye Nasıl Kurtulur’un anası, Meral Niron’du
ve ben bu güzel kadınla, oradaki güzel sanatçı insanlarla sahnede beraber oynama gururunu yaşadım.
Ben aşağıda Zeliha Hocamla birlikte sahnenin yanındaki kulisteydim. Yukarki kuliste Meral Niron, Emel Çevrim, Nuran Oktar, yığınla sanatçı vardı. Erkekler kulisinde Mehmet Akan, Zihni Küçümen, Avni Yalçın, Macit Koper. Aşağıda işimi bitirince Meral’in yanına çıkardım, onun aynanın karşısında kaşlarını boyayıp zerafet içinde ve büyük bir ciddiyetle makyajını yapmasını seyrederdim, “Yavru Kuş” derdi bana.
Güler yüzlüydü, kulis arkadaşlarıyla uyum içindeydi, büyük bir olgunlukla, mütevazilikle hazırlanırdi Asiye’nin annesinin haline. O minik kadın kostümünü, makyajını bitirdikten sonra sahneye çıktığında devleşirdi, kenardan izlerdim onu sahne arkasında. Başka biri olurdu orada.
İki sezonu beraber geçirdik, Sahne dışında birlikte olduğumuz zamanlarda, iyi günde kötü günde beraber olduk.
Sonra Meral, Bozkurt Kuruç’un özel isteğiyle 1987 de Devlet Tiyatrosu kadrosuna katıldı ve Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda oynamaya başladı. Genç meslektaşlarının hem ablası hem sırdaşı hem yol göstereni oldu. Sarıp sarmaladı onları orada. Ankara Devlet Tiyatrosu’na ataması yapıldı, sonra talihsiz bir hastalık atlattı. Ben üniversite son sınıfta iken maalesef Meral göğüs kanserine yakalandı, hastanede onu ziyarete giderdim, annemin yaptığı yemekleri götürürdüm, özel hasta yemekleri, genç doktorunu pek severdi. Umudunu, yüzünün gülümsemesini zor zamanlarda bile hiç bırakmazdı, Candan Günen’in evinde kalırdı, kemoterapi günlerinde mide bulantıları onu yıpratırdı. Yatağının içinde kıvrılır, iyice küçücük olurdu, hasta haliyle bile kimseye ağırlığı olmazdı. Bulantılar geçince hiç hasta değilmiş gibi o Meral Niron tavrıyla gelir otururdu güler yüzü ile karşımızda..
Bu zor günleri de atlattık gülerek, ağlayarak, bazen zorlanarak, ama geçti, ben Diyarbakır Devlet Tiyatrosu sanatçısı olmuştum. Profesyonel olarak artık meslektaştık. Staj dönemini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönmüştüm, hastalığının kontrolleri döneminde hep bizimle kalırdı, benim evimde, ailemin de parçası olmuştu, Ziya, Hakan, annemde Meral’in yeri ayrıydı.
Ankara’da o küçük evden taşınıp Batıkent’te ev almıştı. Yine bir talihsizlik, evin alt yapısında sorun çıkınca, apar topar evi satıp Küçük Esat’ta bahçeli, çok keyifli güneş içinde bir ev almıştı. Pembe rengi çok severdi Meral. Banyosunu tozpembe döşetmişti ve o banyoya aldığı özel büyük gümüş bir ayaklı aynası vardı özenle makyajını yaptığı. Ve bize ayırdığı özel odamız. İstanbul’da benim evim onun eviydi, Ankara’ya gittiğim zaman da onun evi benim evim, tabii ayrılmaz üçlü olarak Candan Günen Ankara’ya yerleştiği için, Ankara’da da birçok gün birlikte idiler, İstanbul’a geldiğinde de benimle.
Elinden geldiğince oyunlarımı izlemeye gelirdi, beni sahnede gördüğü zaman 14 yaşındaki o küçük kızın büyümüş hali onu duygulandırırdı, bana çok güzel öğütler, sanatçı nasihatleri verirdi. Ankara sanat Tiyatrosu günlerini anlatırdı, orada yaşanılanları, zorlukları, nasıl oyunları bu şartlarda çıkardıklarını, hepsi çok değerli, yol gösteren anılardı anlattıklarının. 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemdeki tiyatronun ve özel tiyatro yapmanın zorluklarını Meral’den dinlemek başka bir güzeldi. Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki oyunlarını izlemeye giderdim, onu sahnede izlerken heyecanlanırdım, o minik kadın yine devleşirdi, sahnede rolü ister büyük olsun, ister küçük olsun, birden dev bir kadın olur, bütün alkışı o alırdı. Ama utanarak mütevazi bir şekilde selamını verirdi hep.
Yığınla oyun, günlük diziler, filmler, sanatla yaratımla dolu bir hayat.
Bir keresinde birkaç bölümlük dizi çekmek için İstanbul’a gelmişti, bizde kalırdı. Oğlum Sarp , “Meral artık seni İstanbul’a taşıyalım, bak bize yakın evler buldum” diye Meral’e bir sürü ev gösterirdi. Eskiden İstanbul’a gelmek isteyen Meral artık İstanbul’u istemez olmuştu.
Beni hep şaşırtan ve sevindiren şeydir Meral ‘in ayni zamanda Candan’ın ve benim çocuklarımızın da arkadaşı olması .Cansu ve Sarp’ın da Meral’iydi o..“Hadi Meral’e gidelim, görelim, özledik” dediklerinde uçak biletlerimizi alıp Mordoğan’daki üç katlı yazlık evlerine gitmiştik, Almanya’daki kız kardeşi Günal da ordaydı. Yazlık baba evini katlara ayırtmıştı Meral bir mimara. Üç kardeş her biri birer katta oturuyordu, orta kat Meral’indi,
Meral’in gönlüne göre yaptırdığı yazlığı, deniz manzarasıyla teras büyüklüğünde balkonu, gelen arkadaşları rahat etsin diye.. Yüreğinin, gönlünün kapısı tüm dostlarına, sevenlerine, herkese açıktı. Cansu, Sarp ben tadı damağımızda bir hafta geçirmiştik, Meral’le özlemimizi giderdik, onu İstanbul’a getirmek için zorluyorduk ama kabul ettiremiyorduk bir türlü. Sarp “Kınalıada çok güzel, sana göre, gel Meral” deyip duruyordu. Günal ve Meral arkamızdan sular dökerek bizi uğurladılar.
13 Mart 2019’da abimin ölümünden sonra Ankara’ya gitmiştim ona kalmaya, bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Kendisi bir şekilde öğrenmişti, yine anılara daldık, dostluk dolu, paylaşım dolu iki gün geçirdik beraber. Ağladık güldük, yavru kuşuydum hala onun, ben bile yaşlandığım halde. Sonra bir kere daha gittim Ankara’ya Asuman Bora’yla beraber bir gece kaldık, bize hazırladığı masada oturduk, yemekler yedik. İnanılmaz taddaki tiyatro sohbetini dinledik yine. Devlet Tiyatrosu’ndan emekli olmuştu, buna rağmen oynadığı oyunlar vardı, iki sene oynadığı oyun bitince artık oyunlarda da oynamıyordu. Meral niye dediğimde “Yavru kuş, artık kendimi iyi hissetmiyorum, ben bir Meral Niron ’um, sahne üstünde unutmak, şaşırmak bana yakışmaz, güzel bir şekilde kenara çekilmeyi bilmek lazım. Seyircilerime ayıp olur unutan bir Meral’i görmeleri. Beni hep seyrettikleri oyunlarımla hatırlayacaklar’ demişti. O zaman Meral’in başka bir boyuta geçtiğini anlamıştım sanat yaşamında.
Son yıl gidemedim yanına, hem TRT’deki İncir Ağacı dizim, hem Fatima’nın Erkekleri oyunumun yoğunluğundan, sadece telefonla görüşüyorduk. “Seni aldırayım, kuzenim arabayla getirsin seni, ya da ben bir boşlukta geleyim seni alayım” diyordum, “Özlem tamam dur şimdi, doktorum var, kontrollerim var bunlar bitsin, tabii ki geleceğim deyip beni geçiştiriyordu. Bir ara kötüleşmişti üç ay önce, KOAH hastası olduğu için nefesi tıkanmış, çok korkmuştum. “Meral geleyim” dedim, oksijen tüpü bağlanıyordu çünkü “Doktorumun kontrolü altındayım, merak etme sen” dedi. Sonra yine konuştuk, pırıl pırıl o kalın Meral’e has gür sesiyle, ne kadar sevindim çok korkmuştum. “Meral çok iyi geliyor sesin dedim.” “İyiyim yavru kuşum, nefes alabiliyorum, daha düzeldim, evdeyim” dedi. Bir buçuk ay önceydi bu konuşma, sonra hastalanmış, hastaneye gidip gelmiş. Ben Bodrum’da iken Meral’in hastanede olduğunun haberini aldım Seval Gökçe’den, hemen Meral’i aradım ama maalesef kendisine ulaşmakta zorlandım. Ertesi gün ölüm haberini aldım, Bodrum’dan Ankara’ya kalkıp gidecektim telefon ettim, Oya morgdan Meral’i almış, Devlet Tiyatrosu’ndakiler yardım etmiş, hiçbir tören yapılmayacakmış pandemi dönemi dolayışıyla. İzmir’e getirildi, Mordoğan’daki mezarlığa defnedilmesi için. Kız kardeşi Günal Almanya’dan gelemedi, hiçbir törene izin verilmediği için maalesef bu canım insanın cenazesine bile katılamadım. Almanya’yı Günal’ı aradım o da hasta olduğu için Almanya’daki doktorlar Türkiye’ye gelmesine izin vermemişler, sürekli ağlıyordu, tansiyonu çıkmış, burnundan kan geliyor, birbirine bağlı iki kardeşin böyle acı ayrılması, hele de pandemi döneminde son yapılması gereken cenaze merasimlerinin bile yapılmaması, yanında olunamaması insanın içini acıtıyor. Koskoca Meral Niron, bu dönemin getirileriyle, sessiz sedasız Mordoğan’da gömüldü.
Candan’la bana düşen görev, Günal Almanya’dan geldikten sonra, onun bütün tiyatro arşivinin, resimlerinin, anılarının hepsini toparlayıp, kendi adının (Meral Niron olarak) verileceği kalıcı bir kütüphaneye bir törenle devretmek olacak.
Güle güle dev kadın, hep ışıkları yakardın, karanlığı sevmezdin. Nurlarda yat orada ,sevgiler..