Babamın öğrencilerinden Prof. Dr. Sezgin Özden Bey’in sosyal medyadaki yazılı anılarında gitar çaldığını ve Quercus Rock Grubu kurduğunu, amblemini kendisinin çizdiğini öğrendiğimde, konu bana ilginç geldi. Neden ilginç geldiğini röportajımızın sonunda aktarayım. Şimdi Sezgin Bey’i tanıyalım.
Müziğe olan ilginiz ve yeteneğinizi nasıl ve ne zaman keşfettiniz?
Ailenizde bu yetenek var mıydı? Sizi destekledi mi?
Eğitim hayatınızdan bahseder misiniz? Hangi okullarda okudunuz?
Müzik eğitimi aldınız mı?
Küçük bir çocukken mahallenin genç kızları beni aralarına alır şarkı söyletirlerdi. Sesimi güzel bulurlardı. Aslında hiçbir müzik eğitimim yoktu. Kulağım ne duyuyorsa onu söylüyordum. Hiç görmedim ama duyduğuma göre Necatibey Eğitim Enstitüsü mezunu olan öğretmen amcam okulda keman çalmasını öğrenmiş. Ama hiçbir zaman keman çaldığını görmedim. Müziğe yeteneğim olduğunu ortaokula başladığımda fark etmiştim. Müzik dersi için blok flüt aldırmıştı öğretmenimiz. İlk defa bir enstrümandan ses çıkarıyordum. Okula başlamadan bazı şarkıları çalmaya başlamıştım bile.
O yıllar 80 öncesi yıllardı ve ortalık çok karışıktı. Babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz Gaziantep’te bir mahalle lisesi olan Karşıyaka Lisesi’nde ortaokula başlamıştım. Dersler sık sık boykot ve eylemler nedeniyle yapılmazdı. Bir müzik enstrümanı ile ilk kez bu okulda tanışmıştım. Lise 1’den ikiye geçtiğim 1980 yazında babamın tayini Antalya’ya çıktı ve ben iki yıl Antalya’nın Akseki ilçesinde son iki sınıfı okudum.
Lisedeyken bir gün bando takımı seçmelerinin yapıldığını duydum ve koşa koşa gittim. Beden eğitimi öğretmeni birçok kişiyi denemiş ve beğenmemiş olacak ki; elime bir trampet verip birkaç ritmi çalmamı söyledi. Söylediklerinin hepsini çalınca en zor olanını gösterdi. Onu da ilk defada hatasız çalınca “işte istediğim bu” diyerek sevinmiş beni de mutlu etmişti.
Güçlü bir kulağım vardı ama eğitmek için hiçbir olanak yoktu.
Lise de bu şekilde bittikten sonra; önce İzmir’de üniversiteye başlayıp sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi Orman Fakültesi Orman Mühendisliği bölümüne kayıt yaptırdım. Babam da emekli olmuş ve memleketimiz olan Trabzon’a yerleşmişti. Bu yüzden Trabzon’da okumayı seçtim doğal olarak. Trabzon’un Maçka ilçesinin bir orman köyü olan Yeşilyurt (eski ismi Hacevera) bizim köyümüzdü. Mübadeleden önce Rumlarla birlikte yaşarmış atalarımız. Büyükanne ve babalarımız kendi aralarında Rumca konuşurlardı. Annem babam da anlar ama konuşamazlardı. O kültür de yok oldu o kuşakla birlikte. Babam asker olduğu için biz bazı yazları köyde geçirirdik. O zamanlar ulaşım imkânları çok sınırlı olduğu için Maçka’ya beş kilometrelik yolu çoğunlukla yürürdük. Zaman zaman ormancıların arabalarına rastlar ve beni de almalarını beklerdim ama hiçbir zaman da almadılar. Belki o zamanlarda içimde kalan bir ukdeydi ormancı olup yolda olanları arabaya almak. Belki de bu bilinçaltı beni ormancı olmaya itti.
Babanız da çok anlatmıştır. Ormancılık 80’lere kadar çok sükseli bir meslekti. Başarılı öğrenciler tıp, hukuk yerine ormancılığı tercih ederlerdi. Bunun nedeni Orman Genel Müdürlüğünün verdiği yüklüce burstu. Bizim zamanımızda burs kaldırılmış ama henüz ormancılık mesleği çok da itibar kaybetmemişti.
Hangi hocalarınızdan etkilendiniz?
Mezun olduğunuz üniversite anılarınızdan neler aktarmak istersiniz?
Fakültede beni etkileyen hocalarım elbette oldu. Ama genel olarak 80 sonrası bir üniversite eğitimi aldığımız için YÖK’le başlayan sistem birçok sorun içeriyordu. Bu sorunları hiç unutmadım ve hoca olduğumda da kendi derslerimde yaşadığım bu deneyimleri hep kullandım. İlk dersimde öğrencilerime dersin kurallarını şöyle anlattım yıllarca. Bu dersler ormancılığın sosyal ve ekonomik yönlerinin dersleri olduğu için ile her zaman tartışmaya açıktır. Dersimde hocanın söylediği her zaman doğrudur diye bakmayınız, sizin de bir görüşünüz, fikriniz varsa bunu ifade etmekten çekinmeyiniz. Çünkü üniversite doğruya ulaşmak için fikirlerin karşılaştığı özgür bir ortam olmalıdır. Bilim ancak böyle yapılır ve böyle ileri gider. Bu yüzden derslerime sadece derse ilgi gösterenler gelsin. Ben derse girmeden de geçerim diyenler varsa derse gelmek zorunda da değilsiniz.
Derse geç kalırsanız kapıyı çalmadan sessizce girip yerinize oturun, derse ilginiz kaybolur ise izin istemeden yine sessizce dersten çıkabilirsiniz. Burada genel kural kimseyi rahatsız etmemektir. Derslerimde yine kimseyi rahatsız etmeden yemek içmek de serbesttir. Özellikle sabah derslerinde kahvaltıyı ancak kantinden aldığı bir çay simitle yapan öğrenciler bu uygulamamdan çok hoşnuttu. Onların özgür hissetmelerini ve özgür bir kişilik oluşturmalarını istiyordum. Üniversiteye gelmiş ve birey olmaya, aynı zamanda da toplumun bir parçası olmaya çalışan gençleri çeşitli yollarla baskı altına almanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bizim zamanımızda da bazı hocalar egolarını zaman zaman hissettirirlerdi, üniversite hocalığı biraz usta çırak ilişkisi şeklinde öğrenildiği için. Sınavlarımda her türlü kaynak kullanmak serbestti. Kitap, not, internet aklınıza ne gelirse. Sadece başkasının kâğıdına bakmak yasaktı. Elbette sorularım da direkt olarak bu kaynaklarda cevaplarını bulabilecekleri sorular değildi. Matematik temelli derslerimde problem sorar kaynakları kullanarak çözmelerini isterdim. Politika gibi derslerde de ya araştırma verirdim ya da sınavda soruları sorar yarın şu saatte cevapları getirin derdim. Sınıf mevcudu az olduğu için kim kimden yardım almış görülebileceği için herkes elinden geldiğince kendisi yapmaya çalışırdı. Tüm bunların nedeni üniversiteye kadar ezberci bir sistemden gelmiş olan öğrencileri bu alışkanlıktan uzaklaştırmak, düşünmelerini ve üretmelerini sağlamaktı. Bunda başarılı da oldum. Şöyle ki İşletme Ekonomisi dersi matematik de içeren bir dersti. Her biri neredeyse yarım sayfa olan beş problem sorar bu problemleri çözmelerini isterdim. Çünkü mühendis elindeki bilgi ve verileri kullanarak sorunlara çözüm getiren kişidir. Formülleri ezberleyerek çözülen soru öğrenciyi mühendis yapmaz ancak tekniker olurlar. Nasılsa her şey serbest diyerek çalışmadan gelen öğrenciler ilk sınavda yaptıkları hatayı anlayınca bu sisteme nasıl uyum sağlayacaklarını araştırmaya başlıyorlardı. İlk sınavda en yüksek not bile genellikle 50’nin altında olur sınıfın yarısından fazlası sıfır alırdı. Çünkü problemin tek bir sonucu var onu bulmaları gerekiyor. Bunu yapabilmek için de okuduklarını anlamaları gerekiyordu. Daha sonra doktora öğrencim olacak olan dönem birincisi bir kız öğrencim de İşletme Ekonomisi ilk sınavında sıfır almıştı. Fakat final sınavına kadar bu sisteme uyum sağlayabildikleri için sınıfın %85-90’ı dersi başarıyla geçerdi. Politika veya Hukuk gibi derslerde de onlara soruları verir -ki bu sorular genellikle güncel ormancılık sorunları olurdu- bu sorulara özgün cevaplar yazmalarını kâğıdını teslim etmeye geldiğinde de yazdıklarını savunmalarını beklerdim.
Hayatıma yön veren kentlerden ilki, taşradan üniversite okumaya gelip farklı bir dünya gördüğüm İzmir ise ikincisi de master ve doktora eğitimimi yaptığım İstanbul’dur. İstanbul’da rahmetli Prof. Dr. Turhan İstanbullu ile başladığım master eğitimi sürecimi rahmetli Prof. Dr. Uçkun Geray hocamla doktora yaparak tamamladım. Master aşamasında Politika kürsüsünde olduğum için komşu kürsümüz olan Botanik kürsüsünün hocalarını diğer hocalara göre daha iyi tanırım. Özellikle Faik Yaltırık, Burhan Aytuğ ve İsmet Şanlı. Kız arkadaşım benim gibi Politika kürsüsünde master eğitimine başlamış ancak Botaniği daha çok istediğini fark edince bu kürsünün sınavına girmeye karar vermişti. O zaman Faik hocaya giderek durumu anlattık ve bize çalışmak için kaynaklar vermişti. Faik ve Burhan hocalarla Uçkun hocamı Müzik Kulübünün tüm etkinliklerinde en ön sırada görürdük. Çünkü onlar üniversitenin sadece meslek öğrenilen bir yer olmadığını biliyor ve öğrencilerin tüm etkinliklerini destekliyorlardı.
Neden rock? Rock size neyi, kimleri ifade ediyor?
Quercus Müzik Grubu nasıl doğdu? Nasıl yol aldı?
Akademik hayatımda gördüğüm ve üzerine düşündüğüm bir konu da müzik, matematik ve bilim arasındaki ilişki ve bağlantıdır. Müziğin bir matematiği vardır, klasik müzikte armonik yapısından dolay bir lineer fonksiyon şeklinde göreceğimiz müzik örüntüsü jazz’da belki parabolik bazen kaos şeklinde karşımıza çıkabiliyor.
Armonik müzik yarattığımız müzik kültüründen dolayı daha çok takipçi çeker. Daha az kurallı daha çok yaratıma dayanan bazen emprovize üretilen jazz müzik algımızın beklediği armoniyi vermediğinden izleyen ve sevenleri daha sınırlıdır. Akademik hayatta bir enstrüman çalan veya bir şekilde müzikle ilgili akademisyenlerin belki daha başarılı demeyeceğim ama daha toplumsal işler yaptığını gördüm. Bu tür akademisyenler daha yaratıcı olurlar. Bilimsel üretimin de temelinde aslında yaratım gücü yatar. Bu nedenle üniversitede öğretim üyesi olacak kişilerin en az bir sanat dalında vasatın üstünde yeteneğinin olması farklı bir üniversite yaratmak için bir başlangıç noktası olabilir.
Üniversitenin ilk yılında 80 darbesi sonrasının baskı ortamında bırakınız sosyal veya sanatsal bir etkinlik yapmayı insanların bir arada bulunması bile dikkat çekiyordu. İlk sınıf bu şekilde geçtikten sonra yaz tatilinde İstanbul’da okuyan ağabeyim ve kuzenim de Trabzon’a geldiler. Şaşırarak gördüm ki ikisi de İstanbul’da bağlama çalmayı öğrenmişlerdi. Onlara çok özendim. Yaz tatilinde bir çay bahçesinde garsonluk yapıyordum ve biriktirdiğim parayla ilk sazımı aldım.
Sazı aldığım kişiye bana birkaç şey göstermesini istedim ve kendi kendime çalışmaya başladım. Bir ay geçmeden duyduğum her şeyi çalmaya başlamıştım. Fakülte son sınıfa kadar böyle devam etti. Son sınıfta kız arkadaşımın doğum günü için bir arkadaşın evinde toplanmıştık. Tanımadığım birisi elinde ilk defa canlı olarak gördüğüm gitarla geldi ve tellere dokunmaya başladı. Ben kız arkadaşım dahil herkesle her şeyle ilgimi koparmış sihirli sesler çıkaran bu enstrümana bakıyordum. Bir şarkı arasında gitarı çalanın yanına gidip bana bir şeyler göstermesini rica ettim. Kuzenimin oğluna alınmış ama hiç kullanılmamış bir gitar olduğunu öğrendim ve onunla çalışmaya başladım. Yine bir ay sonra gitar çalıyordum.
Kim bilir belki çocukken yeteneğim keşfedilse iyi bir müzisyen olabilirmişim.
Babam bağlamadan gitara geçmemi hiç istemedi çünkü bağlama bizim kültürümüze ait bir enstrümandı. Ama sonra, gitar çalmak geleceğimi şekillendirmede bana çok yardımcı oldu. Fakültenin son senesinde Trabzon’da daha çok protest ya da özgün müzik olarak bilinen müzikler yapan Harrangül isimli bir grup kurduk. Ben bu grupta bağlama, gitar, flüt ve mızıka çalıyor şarkılara da vokal olarak eşlik ediyordum. Askere gidene kadar iki sene boyunca Karadeniz bölgesinde birçok il ve ilçede konserler verdik. Sonrasında gitar hayatımdan hiç çıkmadı diyebilirim. Askerlik sonrası master için İstanbul’a gelmiştim. Benim müzikle ilgili olduğumu öğrenen müzik kulübü öğrencileri kulübün başına geçmem için beni başkan seçtiler. Uzun çalışmalar sonrasında mezuniyet töreni için Fatih Ormanında bir müzik gösterisi düzenledik. Çok başarılı geçen konserde herkes eğlenmiş biz de yorulmuştuk. Oturup bir şeyler içerken birisi yanıma yaklaşarak kendisini tanıttı. Sarıyer’de bir barın sahibi olduğunu ve barında müzik yapmamı istedi, bir öğrenci için iyi de para teklif etmişti. Tek bir sorun vardı ve gitarım yoktu. Ertesi gün bar sahibi ile Tünel’e giderek 500 $ fiyatı olan Fender’ime kavuştum ve tüm yaz boyunca o barda müzik yaptım.
Bu iş öğrencilik koşullarıma çok uygundu. Sadece akşamları çalışıyor gündüzleri master derslerime girmemin önünde bir sorun kalmıyordu. İstanbul’da yaşadığım beş yıl içinde Sarıyer’deki bar dışında birçok yerde çaldım. En uzun soluklusu Ortaköy Çardak Bar oldu. Saat 21.00’den 22.00’ye kadar bir piyanist arkadaşla birlikte yemek müziği yapıyor bizden sonra gelen grup da eğlence müziği yapıyordu. Arayıp da bulamayacağım bir işti çünkü gecede neredeyse kiram kadar para kazanıyordum bir saatte. Beyoğlu, Nişantaşı, Kuruçeşme gibi birçok yerde kimi kısa süreli kimi uzun süreli müzik yaptım.
Artık 1995 yılında doktoraya başlamıştım ve kadro açılırsa Fakültede akademisyen olma hayalleri kuruyordum. O kadro bir türlü gelmedi. En sonunda o zaman Dekan olan Tahsin Akalp hocam Çankırı’ya fakülte açılacağını ve gitmek isteyip istemediğimi sordu. İstemeye istemeye kabul ettim çünkü 32 yaşındaydım ve henüz sürekli bir işim yoktu. Müziğe hiçbir zaman bir kariyer olarak bakmamıştım. Sadece yaşamımı devam ettirebilmek için yaptığım bir işti.
1997’nin ilk aylarında Çankırı’da göreve başladım. O zamanlar bizim fakülte Ankara Üniversitesine bağlıydı. Öğrenciler de yeni gelmiş tıpkı benim gibi sudan çıkmış balık gibiydiler.
Çankırı neredeyse hiçbir sosyal etkinliğin olmadığı, sinema, tiyatro gibi etkinliklerin pek görülmediği öğrencilerin ders dışında zaman geçirecekleri imkânların çok kısıtlı olduğu bir orta Anadolu kentiydi. İlk maaşımla aldığım bilgisayarı haftanın bir günü fakülteye götürüyor ve vizyondaki filmlerin CD’sinden öğrencilerime film izletiyordum. İkinci sene öğrenciler arasında birkaç kişinin müzikle ilgilendiğini duydum. Hepsini toplayarak neler yapabileceğimizi konuştuk. Çok iyi elektro gitar ve piyano çalan çocuğun yanında davul çalan bir öğrenci daha vardı. Ayrıca bağlama çalan bir öğrenciye “Sen artık bağlama değil bas gitar çalacaksın” diyerek biraz çalıştırdım. Sazdan gelme klavyeye alışık elleri bas gitarı çabuk kavradı. Artık temel enstrümanları olan küçük bir rock topluluğunu olmuştuk. Daha sonra katılanlarla daha da renkli ve güzel bir topluluk haline geldik.
İsmi de hazırdı; Anadolu’nun kadim ağaç türü Quercus yani meşe…
Çankırı’da birçok konser verdik. Daimi dinleyicilerimiz arasında il valisi ve eşi de vardı. Çevre iller ve davet eden bazı üniversitelerde de zaman zaman konserler verdik altı sene boyunca. Mezun olan öğrenciler yerine başka öğrenciler bularak 8-9 yıl giderek azalan bir tempoda da olsa çalışmalarımızı sürdürdük. 2007’de Çankırı’ya üniversite kurulup Ankara Üniversitesine ayrıldığımız zaman Çankırı’daki iki doçentten birisi bendim. Bu nedenle beni idari bir göreve atadılar. Uzun yıllar Sağlık Yüksek Okulu ve Fen Bilimleri Enstitüsü müdürlüğü yaptım. Benim idari bir göreve atanmam nedeniyle grupla ilgilenecek zaman bulamayınca grup dağıldı. Birkaç sene önce bu kez akademisyenlerden oluşan bir ekip toplayarak grubu canlandırmaya çalıştım ama mümkün olmadı maalesef. Quercus Çankırı’nın üniversite tarihine damga vurmuş ve bir ilki başarmış olmanın iç huzuruyla artık sadece anılarda yaşıyor.
Grup rock müzik enstrümanları ile daha çok Anadolu Rock tarzı şarkılar çalıp söylüyordu. Birkaç tane de yabancı şakı vardı repertuarımızda. Rock müzik genç insanlar için içindekileri dışa vurabilecekleri bir müzik türüdür. Müziğin sertliği sözlerin mesajları özellikle kişilik geliştirme ve arayış içerisinde olan üniversite öğrencilerini kendine çeker.
Bazı müzikler vardır ki sabun köpüğü gibidirler bazıları da nesiller boyunca miras gibi gelecek kuşaklara aktarılırlar. Örneğin benim için Pink Floyd’un gitaristlerinden David Gilmour’un “Comfortably Numb” ve Quenn’in Bohemian Rhapsody’si böyledir. Diğer taraftan Schubert’in Serenade adlı eseri “eser” tanımına tam yakışır bir müzik yaratımıdır. Neo-klasik sanatçılardan Shostakovich’in Waltz No:2’si ve günümüzün hem sinema aktörü hem de bestecisi Anthony Hopkins’in “Waltz Goes on” isimli eserleri vals müziğin şaheserleridir kanımca.
Fender size neyi ifade ediyor? Neden Fender?
Müzik aletlerinin yapıldığı ağaçlar ilginizi çekti mi? Bir enstrümanı elinize aldığınızda parmaklarınızı gezindirdiğinizde gözleriniz parlayarak ağacını, orijinalliğini bilerek ifade eder misiniz?
İlk profesyonel gitarım elektro akustik bir Fender’di. Bu gitar müzisyenlerin çok tercih ettiği bir gitardır. Aslında çok daha iyi gitarlar da vardır müzik pazarında. Fender’in diğerlerinden farkı ulaşılabilir olmasıdır. Fender Amerika’da başladığı seri üretim ile üretim maliyetlerini düşürmeyi başarmış ve rakiplerinin kalitesinden de çok uzaklaşmayarak büyük bir müzisyen kesiminden talep görmekte. Onu bu kadar ünlü yapan diğer konu da efsane rockçu Jimi Hendrix tarafından da kullanılmış olmasıydı.
Enstrümanlarda genellikle geniş yapraklı ağaçlar kullanılır. Bunun nedeni yapısındaki boşluğun dolayısıyla ses yayma özelliğinin daha güçlü olmasıdır. Örneğin en iyi bağlamalar ülkemizde dut ağacının odunundan yapılanlardır. Gitarların sapında gül ağacı kullanılır çünkü sapın kolay kolay eğilmesi istenmez. Bu odun da nispeten sert özelliği ile bu ihtiyacı iyi karşılar. Aslında birçok kişi iki enstrümanı peş peşe dinlediklerinde ağacın ve işçiliğin kalitesini hissedebilir. Günümüzde virtüöz birçok keman sanatçısı Stradivarius keman kullanır. Fiyatları da herkesin ulaşabileceği fiyatlar değildir.
Gençliğinizde bir “rock star” olma hayaliniz hiç oldu mu? Sil baştan hayatı yaşasanız orman mühendisliği mi yoksa müzik mi?
Halen evinizde, arkadaş çevrenizde gitar çalıp şarkılar söylüyor musunuz?
Gençliğimde veya şu anda bir rock yıldızı olma hayalim pek olmadı. Bu da sanırım müzikle amatör düzeydeki ilişkim nedeniyledir. Dost arkadaş toplantılarında dinleyen ve katılan olursa saatler boyunca çalıp söyleyebilirim. Yaklaşık 10 yıl önce Ankara’da evimizin olduğu sitede yaklaşık olarak akran sayılabileceğimiz birisi ODTÜ profesörü diğeri emekli bir asker ve ben olmak üzere üç gitarist her Cuma akşamı bir araya gelip müzik yapmaya başladık. Emekli olup Almanya’ya yerleştiğim 2022 yılına kadar bu ritüeli devam ettirdik. Çok keyif aldığımız şeyler yaptık. Zaman zaman da isteyen komşularla sosyal tesisimizde yemekli müzikli toplantılar da yaptık bu grupla. Benim ülkeden ayrılmamla o grup da dağıldı. Grubumuzun müstesna üyesi ODTÜ İnşaat Profesörü Erşan Göksu hocayı da geçen sene ani bir kalp krizinden kaybettik maalesef.
Quercus Müzik Grubu tescil edilse idi, tüm orman fakültelerinden yetenekli ve bu konuya ilgili orman mühendislerinin katılımı ile Orman Mühendisleri Quercus Müzik Festivali uluslararası bir boyuta gelseydi güzel olmaz mıydı?
Quercus Müzik Grubu isminin tescil edilmesi müthiş bir fikir. Bu fikrin mutlaka hayata geçirilmesi gerekir.
Quercus sizin için ne ifade ediyor?
Meşeyi Anadolu’nun her yerinde görebilirsiniz. Trakya’da heybeti ağaç iken Toroslarda çalıya dönüşür. Doğu Anadolu’dan Karadeniz’e ve hatta İç Anadolu’da bile meşeyi görebilirsiniz. Bir uygarlıklar beşiği olan Anadolu’nun insanlık tarihi boyunca çok tahrip edilmesine rağmen eski görkemi kalmasa da yine de Anadolu deyince akla ilk olarak meşe gelir.
“Quercus Rock Grubu” Neden İlginç Geldi?
Orman Botaniği ve Müzik Kulağı
Babam ile başlayayım.
“Türkiye Meşeleri Teşhis Kılavuzu” kitabının önsözünden: “Akademik kariyere ilk adım attığım yılın sonbaharında, bundan yirmi altı yıl önce 1958 yılında, Orman Fakültesi Botanik Kürsüsü Herbaryumu’nda teşhis yapılamamış, Meşe örneklerinden yüzlercesini, kürsü başkanımızın isteği üzerine, Ankara’ya trenle giderek Fen Fakültesi, Botanik Enstitüsü direktörü merhum Prof. Dr. Hikmet Birand’a ulaştırdığımı ve kendisinin de götürdüğüm örnekleri enstitüdeki örneklerle birlikte İsrail’e, Yakın Doğu Asya’nın Meşeleri üzerinde o yıllarda söz sahibi olan Prof. Dr. M. Zohary’e teşhis ettirmek üzere gönderdiğini, acı bir anı olarak anımsarım. Kuşkusuz aradan geçen çeyrek yüzyıl esnasında, ülkemizin tüm kurumlarında olduğu gibi Ormancılık Örgütü ile Orman Fakültemizin bilim dallarında da küçümsenmeyecek gelişmeler kaydedilmiştir. Bu gelişmeler çerçevesinde Orman Botaniği alanında yararlı çalışmalar yapılmış ve bu arada orman ağaçlarımızın tanınması ve ülkemiz ormanlarındaki yayılışları konusunda bize önemli katkılar ve kolaylıklar sağlayan bir “Herbaryum” kurulmuştur (ISTO). Yıllar sonra, Edinburgh Üniversitesi, Kraliyet Botanik Bahçesi Herbaryumu’nda hazırlanan 10 ciltlik Türkiye Florası (Flora of Turkey and the East Aegean Islands) için Türkiye Meşeleri’nin revizyonunu yapmak şerefi bu kitabın yazarına nasip olmuştur.” Prof. Dr. Faik Yaltırık, İstanbul, Bahçeköy, Nisan 1984
Çocukluğumdan itibaren ağaçlar, botanik bahçeleri, orman botaniği, botanik hayatımda idi. “Botanik” sözcüğüne o kadar uzaktı ki toplum, Türkiye’deki ilkokul arkadaşlarım babamın mesleğini sorduktan sonra “Botanik nedir?” diye sorarlardı. Lâtince ve İngilizce ağaç ve bitki adlarına, görsellerine, sanata yansıyan objelerine, Dryad öykülerine de aşinaydım. Çok da hoşuma gidiyordu. Çizimlerim, şiirlerim vardı. Meşe ve gitar çizimlerim de. “Meşe ve Defne ile Koleksiyonerlik” başlıklı yazımı da yayınlamıştım.
Babamın ve eşimin dedesi Tayyip Ural, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk döneminde atlı orman mühendis muavini olarak ülke topraklarında görev yapmış ve ailemize ormanı, ağacı sevdirmişti.
Eşim Ersin Ural’ın müzik kulağı kuvvetliydi. Duyduğu bir melodiyi gitar ve piyanoya aktarabiliyordu. Kısa bir süre gitar dersi almış, bir gitarı vardı. Henüz nişanlıyken kasetler dolduruyordu benim için. Çok etkileniyordum. Ben de kendisine şiirler yazıyordum. Babam bana ilkokul son sınıftayken çok özel bir keman yaptırmıştı. Sicil ve garanti belgesi arşivimde. Ancak ne yazık ki böyle bir yeteneğim yoktu. Oğlumuz doğduğundan itibaren eşim, kendisini müzik konusunda yönlendirdi. Yeteneği de vardı. İş ve aile çevremizde, camialarımızda bilinçli yönlendiricileri hocalar, imkânlar ile profesyonel anlamda bilgi sahibi oldu, ufkunu geliştirdi. Müzik eğitimi ve ilgisiyle yurtiçi ve yurtdışındaki yaşamlarında dedesinin ağaç öğretileri ile gitarların ağaçlarının önemine değinmişti her defasında. Gitarlarının ağaçlarını bilir, önemser. “El yapımı bir gitar var! Kıymetli ağaç, maun ve akçaağaç. Klavyesi de gül ağacı. Güzel mi?”, “Kesilmesine çok az izin verilen Kuzey Amerika Akçaağacı’ndan. Ağacın yaş halkaları gözüküyor, sâdece vernikli. Manyetiği de…” diyerek, gitar tutkusu içinde bilinçli ve bilgili doğaya, ağaca atıfta bulunmasına hep mutlu olmuşumdur.
Gelelim gitarist ile ilgili düşüncelerime: Gitarist, sağ ve sol el parmaklarını aynı anda ve farklı biçimde kullanabiliyor. Sol elin parmakları gitarın tellerine vururken sağ eli gitar sapını tutuyor, notaları buluyor. Şarkı sözlerini ezbere okuyor, sesini inişlere, çıkışlara göre inceltip, kalınlaştırıyor. Arada ıslık da çalabiliyor ve gitarın gövdesinde sol eli ile tempo tutarken ayağıyla tempoya eşlik ediyor. Böylesi yeteneklere saygı duyuyorum. Sahnede gencecik keman çalan bir hanımı hayranlıkla seyrettiğim, anında çeviri yapabilecek “linguistic” beceriye sahip insanları dinlemekten haz aldığım gibi.
Şimdi yine babamla devam edelim Orman Haftası’nda. Yazmış olduğu “Türkiye Meşeleri Teşhis Kılavuzu”nda şöyle diyor:
“Kuzey ülkelerinde “Meşe”, güney ülkelerinde “Defne” ile eşanlamlıdır: Zafer, şöhret ve ikbâl sembolüdür.
Uzun ömürlü ve görkemli varlıkları ve sağlamlıkları ile insanların eski çağlardan beri hayranlığını üzerine toplamış; kuvvet ve kudretin sembolü olarak, resim ve motifleri ile birçok kraliyet armalarından, kâğıt ve madeni paraların üzerinde, hatta çeşitli ziynet eşyalarında yer almıştır.
“Meşe” kelimesinin etimolojisi üzerinde incelemelerde bulunan İnal (1955), meşe kelimesinin Farsçadaki “bişe” kelimesinden türemiş olabileceğini ifade etmektedir. Çünkü, Farsçada bişe, meşelik orman ve sazlık anlamına gelmektedir. Meşeye, meyvesine verilen pelit adından dolayı sade “pelit” veya “pelit ağacı” da denir. Hatay, Antep, Maraş yörelerinde bu kelime “palıt” veya “palut” şekline dönmüştür. Aslında meşenin öz Türkçe karşılığı “Kabaağaç”tır, ancak bugün hiç kullanılmamaktadır.
Meşe (Quercus L.) Cinsi: Çoğunlukla ağaç veya boylu çalı halinde, kışın yapraklarını döken ya da herdem yeşil, bir cinsli bir evcikli, anemogam odunsu bitkilerdir. Tomurcukları, beş sıra üzerinde çok sayıda pullarla örtülmüştür. Sürgünler terminal tomurcukludurlar.
Halen 200’den fazla türü, çok sayıda alttür, varyete ve doğal hibridleriyle Kuzey Yarımküresinin ılıman bölgelerinde çok geniş ormanlar kurmuş olan meşe cinslerinin bazı taksonları tropiklerde, yüksek dağlık bölgelere sığınmıştır. Meşeler, odunlarının anatomik yapıları, meyvelerinin olgunlaşma süresi, yaprak ve kabuk özelliklerine göre başlıca: Akmeşeler, Kırmızı Meşeler, Herdem Yeşil Meşeler olmak üzere üç gruba ayrılır.
Meşeler kıymetli yapacak ve yakacak odun veren ağaçlardır. Kıymetli odunları dışında iyi bir hayvan yemi olan meyve ve yaprakları; tanence zengin kabuk ve meyve kadehleri, patolojik bir oluşum olan meşe mazıları; bazı Akdeniz ülkelerinden yetişen mantar meşesinin gövdelerinden soyularak elde edilen mantarlı kabuk, değerli yan ürünler arasında ilk akla gelendir.
“Flora of Turkey an the East Aegean Islands” adlı yapıtın 7. Cildi için, Edinburgh Kraliyet Botanik Bahçesi Herbaryum direktörü İ.C. Hedge ile müştereken yapmış olduğumuz Türkiye Meşelerinin revizyonu çalışmalarında tür sayısı 35’ten 18’e inmiştir. Bu isim kalabalıklığından kurtuluş, bir diğer değişle sadeleşme, gerek orman işletmeciliği ile ağaçlandırmacılara, gerekse bitki sosyolojisi ve bitki coğrafyası ile uğraşanlara büyük kolaylık sağlayacaktır.
Çok önemli bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Kitabın sonunda yer alan “yayılış haritalarını” iyice inceleyerek bulunduğunuz bölgede hangi meşe türlerinin doğal olarak yetiştiğini önceden saptamanızda büyük yarar vardır. Örneğin Doğu Anadolu’da görev yapıyorsanız, Q. frainetto, Q. vulcanica, Q. pontica, Q. pubescens, Q. ilex, Q. aucheri, Q. virgilliana… gibi meşe türlerinin bulunduğunuz yerde yetişmediğini gereceksiniz ve bu meşeleri boşuna aramayacaksınız.”
Orman Haftası’nda bu güzel topraklarımızı, ülkemizi bizlere armağan eden, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere vatan bütünlüğü için şehitlerimizin ruhunu şad ediyorum. Hakları ödenmez bir haktır. Bu bağlamda; Nâzım Hikmet, Akşehir üstünden Afyon’a giden kağnıların tekerleklerini ne güzel de betimlemiş! Demek ki Kuvâ-yi Millîye’de atalarımızın ruhunu şad ederken meşeleri de yâd edeceğiz.
“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpâre meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.“, Kuvâ-yi Millîye Destanı / Yedinci Bap / Kadınlarımız
Ormanlarımızın, ağacın, doğanın kıymetini bizlere öğreten değerli büyüklerimize, hocalarımıza ve o yolda ilerleyen öğrencilerine saygılarımla.