Onu anlatmak istedim. Unutmamak için anlatmak. Zaten unutamayacağımı çok iyi biliyorum da… Benimki de laf işte.
O, çok güzeldi çünkü tüm mucizeler gibi özeldi çünkü…
Doğumu ile birlikte, ince bedeninde yaşayabilmesi doktorları bile şaşırtmıştı. Anacığı babacığı onu büyük bir özenle büyütmüştü.
İlk gördüğümde Sarımı, o ilk üç beş saniyede, ne kadar zarif, ne kadar kibar, dedim içimden. Çevremdeki herkes, son yıllardaki manken gibi görünme sevdasına kapılmışken, Sarım, biraz kilo almanın yollarını arıyordu. Değişikti. Her şeyiyle değişik.
Birlikte geçirdiğimiz altı yılda, bir kez olsun ne ben ona, ne o bana kalp kırıcı bir söz söylemedik. Yan yana durduk, birbirimizi eleştirdik. Bazı günler tatlı bir rekabet içine girdik. Her şeye güldük geçtik. Dertleştik, sevinicimizi, kederimizi konuştuk.
Sevgiden, hayattan, düş kırıklıklarımızdan, gittiğimiz ilginç yerlerden, denizden, ormandan, tatilden, modadan, tariflerden, hayvancıklardan, balkondaki çiçeklerden, doğum günü pastalarından, boyalardan, renklerden, kalemlerden, yılbaşı tebriklerinden, zamane gençliğinden, çocukluğumuzdan, mutluluklarımızdan, beklentilerimizden…
Pencerenin önünde gelmesini beklerdim kimi zaman, bazen de o beni beklerdi. Hikâyelerimizi paylaşırdık, acı tatlı geçmişliklerimizi. Bazen çektiği sıkıntıları anlatırken gözleri dolardı. Ağlamamak için kendini tutardı. Sonra koy verirdi gözyaşlarını, anlardık birbirimizi gerçekten anlardık. Sonra ağladığımıza gülerdik. Bilseydik bu kadar erken ayrılacağımızı, neler neler yapardık… Piknikler, geziler, deniz sefaları, Kaz Dağları yolları…
Gözümün önünde anılar, fotoğraf kareleri… Mutfakta birlikte kahve yaparken birbirimize takılmalar… Kahvenin yanında daima minik beyaz bir kutucukta ikramlık kuruyemişi… Rüzgârla birlikte hışırdayan, portakallı limon ağacının ferahlatan kokusunu içimize çeker; Kahve muhabbetine geçerdik. Kırmızı fincanı sarı yaldızlıydı. Sanırım en ince porselenden…
Kendisi de zaten porselen bir bebekti… Sessiz sakin kişiliğinin ardında, kıpkırmızılı, turunculu, sarılı güller vardı. Dedim ya çok özeldi çok güzeldi.
Benim evime gelmesine, hep birlikte bir kahvaltı sofrasında buluşmamıza çok sevinmiştim. O gün, ara ara çalan telefonundan aldığı haberler hiç hoş değildi anlaşılan.
Lokmalar boğazına dizilmişti. Sonra, çok sonra, neden üzüldüğünü anladım. Ancak artık çok geçti.
Kırmızı bir elbise giymeyi hayal etmişti onun için özel bir düğünde… Hatta elbiseyi satın almış gardırobuna asmıştı. Ne düğün oldu ne de o elbise giyildi. Belki de bir işaretti bu yaklaşan sıkıntılı günlere dair. Anlamamıştık… Başka bir zaman başka bir yerde giyilir diye konuşmuştuk. Ne o gün geldi ne de o yer. Yine kırmızı, yine bir veda… Kırmızı elbise dolapta, ancak dolaptaki giysilerden onun kokusu yavaş yavaş siliniyor. Kedi ara sıra dolabın üstünde, altında, orda burada dolaşıyor belli ki Sarım’ı arıyor o da. Hasretle miyavlıyor.
Sarım kedileri pek severdi. Sarı sarmanın marifetlerini çocuğundan söz eder gibi anlatırdı. Şımartmıştı yavrucağı. Arada onu bana şikâyet ederdi, sanki ben kedilerin huyunu suyunu anlarmışım gibi… Sarman artık yalnız kaldı. Sarıdan sonra, onun da dünyası bomboş kaldı. Artık eskisi gibi oynamak, koşuşturmak istemiyor. Gözü kapıda bekliyor.
O da artık anlamalı, vedalaşmalı. Oysa için için ağlıyor, sevgili arkadaşını özlüyor.
Tıpkı bizim gibi.
Sarımdan gülümseyerek anımsadığım, yeğenlerine karşı beslediği o kocaman sevgi… Onlardan bahsederken içi içine sığmaz, hep yeni planlar yapardı. Onlar için küçük sürprizler hazırlar. Yılbaşı, bayram, doğum günü, evlilik yıldönümü derken hiçbirini atlamazdı. Vericiydi, karşılığında hiçbir şey beklemeden mutluluk saçmaya çalışan tüm saf ve temiz kalpli insanlar kadar vericiydi.
Ve dilinden düşürmediği sevgili Eşi… Ondan söz ederken gözlerinin içi gülerdi, her sevilen insan gibi ışıldardı… Onunla çok mutluydu… Geç gelen bir mutluluktu ama yine de çok mutluydu…
Salıncağı bile vardı Sarımın. En sevdiği eşyalardan biriydi bu meşhur salıncak.
Eşi, onun için özel bir şekilde hazırlamıştı salıncağı… Yine rüzgâr, yine yaprak hışırtıları, yine gece, salıncak boş. Sallanacak Sarım yok. Salıncak rüzgârda sallanıyor. Kedi mahzun gözlerle salıncaktaki boş mindere bakıyor. Gökte ay, gökte bulut, gökte yıldızlar. Bir yalnız adam çayından son bir yudum alıp. Işıkları söndürüyor… Sarım oralarda bir yerde…
Yoksa bir düş müydü gördüğüm… Gözlerimi açınca karşıma mı çıkacak? Soğuk, üşüyorum diyecek, sobanın yanına oturalım, diyecek. Hayır, hayır o olamaz. Bu kadar erken ayrılamaz… İyi olunca dönücem, demişti. İyileşemedi. Bu sefer olmadı. Çok direndi, savaştı, mücadele etti. Ama ne yazık ki bitti. Bitti mi?
Hava sıcaktı ama bunaltan bir sıcak değil. Ara ara hafif bir esinti…
Kuş seslerine karışan içimizdeki vedanın sesi. Son bir hıçkırık.
Son bir kez hoşçakal.
Sarım. Nurhan’ım… Nur Hanım…