“Zaman denizlerine kanar yaralar ve zaman yürek yaralarıyla kanlı bir deniz…” diyorum bir şiirimde. Bu kanlı deniz, bağrında birçok niteliği barındıran meşhum bir paradoks; insan zihninin uydurduğu, insanın hayat yolunda savrulmamak, boşluklarda kaybolmamak için tutunduğu bir kavram; ilerledikçe duygusal acıların da geçtiğine inanılan bir izdüşüm.
Peki acı konusundaki durum gerçekten de böyle mi? Yani yüreğe oturmuş bir acı zamanla geçer mi? Öyle olsaydı, derin acıları her hatırladığımız da yüreklerimiz hep aynı şekilde sızlar mıydı? Ya da yaşamadığımız zamanların, hiç tanımadığımız insanlarının ölümlerine, acılarına karşı derin üzüntüler duyabilir miydik?
1914 kışında, Allahuekber Dağları’nda 1. Dünya Savaşı’ nın en büyük acılarından biri yaşandı.15-22 Aralık tarihinde, 60 bini donarak ölmek suretiyle hayatını kaybeden tam 78 bin askerimiz şehit oldu. Cephede yaşanılanlara dair kaleme alınan anılardan bazı cümleler şöyle:
“Allahuekber Dağları’nın yer yer 2-3 bin rakımlı geçitlerinde ısı sıfırın altında 30 dereceye kadar düşüyordu. Türk askerlerinin büyük bölümü ise çölden gelmişti ve üzerlerinde yazlık üniformalar vardı. Yiğitçe savaşıyor ama birçoğu ellerinde silahlarıyla donarak ölüyordu. Aralarında, soğuktan ve açlıktan çıldıranlar göze çarpıyordu…”
Onlar ordu için asker, vatan için şehit, aileleri için baba, oğul, eş, sevgili, ağabey, kardeşti. Ölümleri, binlerce çocuğu babasız, yaşlı ana babaların çoğunu kimsesiz, eşleri biçare bıraktı. 78 bin kişinin her birinin ardından nice aile dramları yaşandı. Bu dramların hemen hiçbirini bilmiyoruz ama yaşanmış olabilecekleri tahmin etmek hiç de zor değil. Bunları düşününce bir çoğumuzun yüreğinde hala derin bir sızı oluşmuyor mu?..
Kars’ı, Ruslardan geri almak üzere başlatılan Sarıkamış Harekâtı, komutanı Enver Paşa’nın başarısızlığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, Rusya İmparatorluğu’nun ise zaferi olarak görüldü. Anlaşılan o ki, strateji hataları nedeniyle, binlerce askerimiz zafer kazanamayacakları belli olan bir cepheye ölüme gönderildi. Onlar, olumsuz koşullar nedeniyle bir zafer elde edemediler ama yine de, yaşamadığımız zamanların bu hiç tanımadığımız askerlerinin acısını, hüznünü ve cesaretini yıllar sonra bile yüreklerimizde hissedebildik. Bu askerler sevgiyle ve onurla yadedilerek yaşayan kahramanlar olmayı başardı.
Ölümsüzlüğün sırrı belki de bu. Yaşayanların gönüllerinde yer bulabilmek ve aktarılan bir gönül bağıyla nesiller boyu sevgiyle anılabilmek.
Savaşlar, zaferler, yenilgiler, acı, kıyım, hırs ve intikam…
İşte tüm bunların sonucunda, dünya tarihi boyunca binlerce kez ülke sınırları değişti; sayısız insan katledildi; nice savaş dehası komutanlar cephelerde hırslarına tutsak öldü; büyük imparatorluklar hezimete uğradıkları savaşların sonunda çöküp tarih sahnesinden çekildi; insanlık ise, bilinen yazılı tarihe göre yılmadan savaşmaya hep devam etti. Zira tüm medeni görüntümüzün altında, hala vahşi doğamızı koruyoruz. Zamanı geldiğinde de bunu ustaca ortaya koyuyoruz.
Oysaki günümüz çağdaş dünyasında savaş ancak, insanlığın acılarını dindirmek; gelişimin sağlamak; küresel köleliğe başkaldırmak için yapılıyor ise mübah sayılmalıdır. Maddi çıkarlar uğruna, ülkeleri işgal eden, halkları katleden tüm savaşlar, insanlığın kendi elleriyle yazdığı en çirkin oyundur. Bu tür savaşlar, ne uğruna görünürse görünsün karanlık enerjinin ürünüdür.
Bu oyunu, insanlığın bildiğimiz her döneminde karanlık enerjinin nefesi kan kokan “gizli” lordlarının kurguladığı bir gösteride izleriz. Oyun hep aynı sonla biter; karanlığın lordları ellerini ovuşturup para ve safahat içinde yüzerken, ışık yüzlü çocuklar cennet vaatleriyle umutlarını yanlarına alarak yok olup gider.
“Türk Kurtuluş Savaşı” ise bu konuda istisnai bir durumu ortaya koyar. Zira bu sefer, karanlık lordlar, yüce bir komutan Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun, inancın ışığıyla aydınlanmış askerlerinin karşında ciddi bir hezimete uğramak suretiyle, bir zafere boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
Türk Ulusunun mücadeleci ruhunu en iyi anlatan savaşlardan biri ise, Çanakkale Savaşıdır. Bu savaşın 18 Mart 1915’de elde edilen zaferi de ikoniktir. Türk milleti için Çanakkale Zaferi ile oluşan ruh, yorgun halka umut ışığı olmuş; milli mücadelenin fitilini ateşlemiş ve Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru yürünen yolu aydınlatmıştır.
Bu savaşta, 215 kiloluk mermileri taşıdığı anlatılan Mehmetoğlu Seyit, tümü şehit olan 57. Alay askerleri ise tıpkı Sarıkamış şehitleri gibi özel olarak anılmaya devam etmekteler. Onlar da tıpkı Sarıkamış şehitleri gibi yaşayanların yüreklerinde ölümsüzlüğe ulaşmış olanlar.
Tarih boyunca görünen o ki, bu toprakların insanları zamanı geldiğinde karanlığın lordlarını ve onların işbirlikçilerini bağrından koparıp atıyor. Zira bu topraklar, yüzlerce medeniyetin ve Altın Çağ’ın doğduğu, yüksek enerjili topraklar. İnsanları tevekküllü ama yeri geldiğinde de tokatları çok ağır.
Günümüzde, bu ülke insanlarının büyük çoğunluğunun ortak düşüncesi ise; vatan topraklarının bütünlüğünün korunması gerektiği ve Atatürk’ten yadigar bir utkuyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağı yönünde ilerliyor.
İnandığım şudur ki; şu an üzerinde yaşadığımız toprakların, gerçek sahipleri bizler değiliz. Bu topraklar, uğruna can vermiş olanlara ait. Onların korunan mirası. Vatan topraklarını hiç kimsenin, hala “değişmemiş olan düşmanlara” her ne pahasına olursa olsun satmaya ve hibe etmeye hakkı yok.
Şehitlerimizin emanetine layık olabilmemiz ve onların can hakkını hiçe saymamamız umuduyla her daim, vatanın bütünlüğünü, demokrasiyi, huzuru ve özgürlüğü korumak; halkın sağlığına destek sağlamak; insanlığı yüksek eğitim ve bilgi düzeyine ulaştırmak adına can veren tüm askeri ve mesleki şehitlerimizi saygıyla ve sevgiyle anıyorum. Onlar, zamana yenik düşmeyen kahramanlar.