Requiem, dinsel bir ağıt. Türkçede anlamı, “ölüm duası” ya da “ölüme ağıt”.
Şimdi, Mozart’ın Requiem’ini dinlerken 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına göz atıyorum. Tiraj-i komik.
Neyi kutluyoruz?
Yıl 2021…
Türkiye’de, kadına şiddeti engellemeye yönelik etkin kanunlar hala çıkarılamadı. Kadın cinayeti sayıları hızla yükseliyor. Ataerkil sistemden beslenen karanlık baronların toplum mühendisleri tarafından şiddeti ve kadın cinayetlerini sanal olarak körüklemek suretiyle sinsice yürütülen “kadın sindirme operasyonları” da tam gaz devam ediyor. Sistemli olarak belirli aralıklarla bir kadının ya da kız çocuğunun acı bir şekilde öldürülmesi medyada viral hale getiriliyor. Amaç, bilinçlere kod atmak; korku, endişe, üzüntü yaratmak. Bunu oldukça da ustaca yapıyor, konuyu her dem taze tutuyor hem de kanıksatmıyorlar. Kurban olan kadınların yiten hayatları üzerinden acımasız oyunlarına devam ediyorlar.
Cinayetleri arttırmak için TV programları da bilerek veya bilmeyerek destek veriyor. “Sözde eleştiren”, kayıp bulma, cinayet aydınlatma programlarının işledikleri konular ya da dizilerde şovenist adamların kadın dövme, kadının kafasına silah dayama görüntüleri bu amaca yani “kadın sindirme operasyonu” na sürekli kan taşıyor. Aynı zamanda, kadın düşmanı psikopatların kanını kaynatıyor; cinayet isteklerini körüklüyor; cinayet işleme tarzları hakkında fikirler veriyor.
Bu programlarda, yüksek izlenme oranlarına ulaşma amacı ve bu nedenle bol para getirisi sağlama” ve gizli toplum zararlısı olma konsepti doğrultusunda, her gün artan bir şiddetle kadın, çocuk katili major psikopatlar konuk edilip stüdyo koltuklarına sıralanarak diziliyor. Programlar, çocukların, gençlerin ve kadınların en fazla TV izledikleri saatlere yayıncı kuruluşlar tarafından itinayla yerleştiriliyor. Bizim halk da bunlara izlenme rekorları kırdırıyor.
Bu programlar nedeniyle, bozulan psikolojilerin; çocukların bilinçaltlarına yerleşen olumsuzlukların ve giderek kanıksanan şiddetin hesabını ise hiç kimse ya da hiçbir kuruluş sormuyor. Bu durum gayet normal karşılanıyor.
Geçmişin dünyasında eroin serbestti, nikotin nefes açar, cola mideye iyi gelir, siyanür cildi güzelleştirir, margarinler sağlıklı nesiller yetiştirirdi. Reklamlar böyle söylerdi. Şimdinin dünyasında da, her yerde şiddet görünür ya da algıya yönelik gizli mesajlarla aynı şekilde servis ediliyor. Bunun etkisi de tıpkı diğerleri gibi uzun vadede ölümcül. Uyuşmuş beyinler durumu anladığında, halimiz nice olur şu an için bilemiyoruz. Lakin bu etkileri gelecek yıllarda, özellikle Z kuşağı bireyler acı bir biçimde tadacak.
Şimdi ise, hiç kimse kusura bakmasın, düşündüğümü söylemek zorundayım: “Kadın cinayetleri” aslında topyekün bir toplum suçudur. Organize suçtur da diyebiliriz. Masum değiliz hiç birimiz.
Susan, engellemeyen, dünyanın kuralı bu diyen, kadını aşağı gören, şiddeti görmezden gelen, izleyip başına gelmediği için sevinen, başkalarının acılarından beslenen, destek veren ve zalimleri koruyan her kim varsa bu cinayetlerin ortak failidir.
Öte yandan daha da acı olan ailelerin tutumdur. Aslında kadın cinayetlerinin tek faili genellikle erkekler değildir. Daha derine inilip araştırıldığında kayınvalidelerin, görümcelerin ve dahi eski veya yeni kadın partnerlerin, metreslerin de işin içinde olabildiği sıklıkla gözlemlenir. Bu ülkede dedikodu kumkuması olan ve ara bozmak amacıyla büyücülerden çıkmayan tabana yayılmış geniş bir kadın kitlesi vardır. Gizli azmettiriciler de genellikle onlardır.
Peki ya öz anneler, babalar masum mudur? Kesinlikle HAYIR! İnsanlar hayata getirdikleri çocuklarından yaşları kaç olursa olsun ölene kadar sorumludur. Bir psikopatın elinde acı çeken çocuğunu kurtarma zahmetine katlanmayan her ebeveyn de bu cinayetlerde suç ortağıdır.
Sahi bu toplumda kız çocuklarının “anne şiddetinden” çektikleri neden hiç gündeme getirilmez? Özellikle 1963-1980 arası doğumlu X kuşağı kız çocuklarına büyük travmalar yaşatmış bir “anne konusu” vardır. Bu geçiş kuşağı kız çocuklarının çoğu ne yapacağını bilemez haldeki baskıcı anneleri tarafından hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğratılmışlardır. Bu dönemde eğitim düzeyi, gelenek ve göreneklere bakış açısı, teknoloji, sosyal ve siyasal dengeler büyük değişim yaşamış ve değişimler X kuşağı anne- kız ilişkilerinde düşünce, davranış, iletişim farklılıklarına ve güçlü çatışmalara neden olmuştur. Genel anlamda, X kuşağı kız çocukları tam bir travmatik “ebeveyn geçiş kuşağı” çocuklarıdır. Tabii anneliğin kutsandığı bu toplumda, bu durum çok olağan ve normal karşılanmıştır. Anne ya, kötülük düşünmez, temiz kalbinden, korumak için yapmıştır vb. Anne adı verilen bu insanlar gerçekten de çok mu temiz kalplilerdir? Gerçekten koşulsuz mu severler? Ya da daha acısı, kızlarını gerçekten sevmeyi başarabilirler mi? Tüm bu soruların yanıtları olumlu çıkarımlar olsaydı, çocuklarına bu kadar fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayabilirler miydi? O şirin(!) anne terliği fırlatma fenomenini; kızını dövmeyenin dizini dövdüğü ya da dayağın cennetten çıktığı, yaramaz çocuğun dayağı hakkettiği söylemlerini; itaatkar çocuk yetiştirebilmek için ceza sistemi oluşturmalarını ne ölçüde kabullenilebilir, doğal ya da kutsanmış bulabiliriz? Klinik psikologlar için bence bu “geçiş kuşağı ebeveyn travmaları” güzel bir araştırma konusu.
Genelleyecek olursak acı gerçek şudur ki; kadınların çoğunluğu kendilerinden üstün, genç ve güzel gördükleri kadınları onların “anneleri” bile olsalar pek de sevmez ve onaylamazlar. Kadınların çoğunluğu, acıyabildikleri kadınları severler. Şefkat ve iyileştirme ihtiyaçlarını, sevgiyle karıştırırlar. Kadın ve erkeğin ortak paydası ise her iki cinsiyetin çoğunluğunun da “güçlü kadın” ları sevmemesidir. Zira güçlü kadınlar çığır açıcılardır. Toplumun çoğunluğu ise mevcut sistemin değişmesinden, yenilikçi düşüncelerden korkar ve kendilerince bildikleri, güvenli bölgeden çıkmak istemezler. Bu anlamda güçlü kadınlar onlar için tehlike çanı işlevi görür. Böyle bir kadın gördüklerinde topyekün harekete geçer, imha planları üretirler. Dini de bu anlamda bir sığınak olarak görür, zulmlerini güya ilahi bir nedene bağlarlar. Bu konuda, vicdan rahatlatmak için suçu Yaratıcı’ya atmak kolaycı bir kaçış yoludur ve ulvi (!) bir davranış biçimi olarak taktir bonusu da kazandırır. Bu yolla da, bir taşla iki kuşu hedeflerler.
Ayrıca, cinsiyet farketmeksizin şiddetin ilk kucağı da aile ocağıdır. Daha sonraki dönemde hayatımızı etkileyecek fiziksel ve psikolojik travmaların merkezi de bu ortamdır. Psikopat da, narsist de, sadist de ya da sevgi dolu, şefkatli bir birey de aile ortamında şekillenir.
Özetle diyeceğim şudur ki; kadın cinayetlerini genellikle bir erkek işlemiş gibi görünür ama cinayetlerin ardına ışık tuttuğumuzda, kimi zaman orada karanlık fısıltılar eşliğinde, “kadının en yakınlarından oluşan” organize bir suç örgütünün olduğunu farkedebiliriz.
Güvendiklerimiz bazen katillerimizdir ve cinayet her zaman fiziksel değildir.
Fiziksel veya psikolojik şiddet yoluyla kadının ruhuna, bedenine, zihnine zarar vermek; özgürlüklerini kısıtlamak; varoluş amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmak; yüksek potansiyelini, fikirlerini, şahsiyetini, cinsiyetini küçümsemek; kadını cinsel obje, bebek üretim makinesi, ailenin saçı saçaklı süpürgesi, asla yorulmak nedir bilmeyen iki öküz gücünündeki (Anadolu kültüründe anneyi tanımlayan bir terim) aile içi kahramanı olarak görmek, tüm bunları yaparak, yaşarken öldürmek de kadın cinayetidir. Bu coğrafyada bu şekilde öldürülmüş çok fazla sayıda kadın yaşamaktadır.
Bu 3. Dünya Ülkesini, Gelişmiş Ülke düzeyine çıkarabilmek için, ülkenin kadınlarını zombileştirmemeniz önemle rica olunur.