Hayalinde Tıp okumak varmış ama tiyatrocu olmuş. Hayatını tiyatroya adamış disiplinli, çalışkan usta bir tiyatrocu olan Yıldız Kenter’in öğrencisi olmuş. Avrupa’da ve ülkede birçok oyunlarda oynamış. Semah Tuğsel ile gerçekleştirdiğimiz röportajı beğenerek okuyacağınızı umuyoruz. İyi okumalar.
Sizi tanımayanlara özetle kendinizi nasıl anlatırsınız?
Bence bir insanın cevaplayabileceği en zor sorulardan biri bu, insanın kendini anlatması ama kendimi anlatmaktan önce bugüne kadarki yaşam serüvenimi özetleyebilirim.
İstanbul Emirgan doğumluyum. İlkokul, ortaokul, liseyi Güneş Kolejinde okudum. Sonra İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro bölümü. Konservatuar birinci sınıfta (hazırlıktan sonra) İBŞT de çalışamaya başladım. Seksen darbesiyle tiyatrodaki memuriyetime son verildi. Sonra on altı sene yut dışı.1996 da Ülkeye dönüş ve tekrar İBŞT’ye giriş. O günden beri de çalışmaktayım. Yurt dışında geçirdiğim senelerde de tiyatroyla uğraştım.
Tuncer Kurtiz ve Ayşe Emel Mestçinin kurduğu “Halk Oyuncularında” On sene, sonraki yıllarda İsveç’te kurulmuş Teather Cinobber le çalıştım. Bu arada güzel sanatlar akademisinde okudum. Son senelerde Şehir Tiyatrolarının yanı sıra Tatavla sahnede Özge Midilli’nin yazıp yönettiği “AN” (hareket tiyatrosu) da oynadım ve yine aynı tiyatroda Fatma Özcan’ın yazdığı “İki Kadın” oyununu yönettim.
Kısacası yaşımın yarısından çok fazlasını Tiyatroyla geçirdim. Son sekiz yıldır da eğitmenlik yapmaktayım. Ekim ayı başında, tiyatro ve eğitmenlikte biriktirdiklerimi bir kitapta topladım “Oyunculuk Öğretilmez”, Mitos Boyut yayım evinden meraklılarına ulaşacak. Üç seneden beri de Güncel Kadın yazarları arasındayım. Arada küçük detaylar eksik olsa da kabaca benin maceram bundan ibaret.
Tam saymadım ama bugüne kadar elliden fazla oyunda oynamışımdır. Ondan fazla yardımcı yönetmenlik, iki tane de oyun rejim var.
“Kendimi anlatmak” adına da söyleyebileceğim bir iki şey olabilir.
Şimdiye kadar inanmadığım savunamayacağım hiçbir işin içinde olamadım.2-benim dostluğumu, sevgimi kaybetmek için bana sadece bir yalan söylemeniz yeterli. 3- Adil bir insan olduğumu düşünüyorum. Karşı çıkmam için, illaki bana bir haksızlık yapılması gerekmez.4- Bazen son söylenecek lafı ilk önce söylerim, bu huyumu çok sevmem ama yararını gördüğüm de olmuştur. 5- Bildiğime inandığım konuları sonuna kadar savunurum, bilmediğim yerde susarım. 6- Dış görünüşüm soğuk ve ukala bir izlenim verse de yakından tanıdıkça öyle olmadığım söylenir.7- cesaretli olduğumu düşünüyorum.
Aklıma gelenler bunlar. Aksini düşünenler için cevap hakkı saklıdır.
Oyunculuğa nasıl ilgi duydunuz? Nasıl başladınız? Sınava girdiğinizde başaramam diye bir duyguya kapıldınız mı? Sınav heyecanı nasıldı?
Benim bu soruya genelde olduğu gibi, çocukluğumdan beri istediğin bir şeydi ya da tek idealimdi gibi bir cevabım yok.
Ortaokul ve lise döneminde benim kafamda tek bir meslek vardı o da Doktorluk. Ama nedense bir şiir okunacaksa o görev bana verilir ya da okul oyunlarında başroller. O seneler bale eğitimi de alıyordum. Ama bunların hiçbiri benim kafamda oyuncu olmak gibi bir hedefi beslemedi. İkinci meslek alternatifim İç Mimariydi. Lisede fen bölümünde oldukça başarılıydım, bir de tek çocuk olmanın verdiği öz güvenle Tıp Fakültesini kazanacağımdan tuhaf bir şekilde emindim. Ama olmadı ecza, kimya ve bilumum alt meslekleri kazandım ama Tıp olmadı.
O senelerde Florence Nighingale İstanbul Üniversitesine bağlı değildi ayrı sınavla alıyordu öğrencilerini. İki sene okuyup FKB’yi verip Tıp fakültesine geçebileceğimi düşündüm ve sınava girdim. Kazandım fakat okulun şartları bir lise gibiydi. En fazla üç ay dayanabildim. O yaz ilk defa yalnız bir akrabamın yanına yazlığa geldim ve orada Ankara Devlet Konservatuarından öğrenci bir grupla karşılaştım.
Konuştukları konular arkadaşlıkları o kadar hoşuma gitti ki İstanbul da böyle bir okul var mı diye sordum. Belediye Konservatuarı var dediler ve döner dönmez sınavlar için başvurdum. O zamanalar bu günkü gibi hazırlık kursları yoktu, yakından tanıdığım tek tiyatrocu Ertuğrul Bilda idi. Ondan yardım istedim. O da bana Nüshet Şenbay’ın fonetik diksiyon kitabını verdi. Buradan bir komedi bir dram tirat seç dedi. Dram olarak Antigone’nin Mezar tiradını beğendim. Ama komedi bulamadım. Sirano’nun burun tiradını hazırlamaya karar verdim. Ertuğrul Bilda bana çok önemli bir şeyi söylememişti. Bu tiratları oynayabilmem için oyunun tümünü okumam gerektiğini. Neyse şansım iyi gitti ki bu konuda bir soru gelmedi.
Ezberledim iki tiradı, bir de şiir ve sınava girdim. Nasıl oynadığımı ya da ne yaptığımı kesinlikle hatırlamıyorum çünkü kafamda bu konuyla ilgili en ufak bir bilgi yoktu.
Daha sonra Yıldız Hocanın (Kenter), özellikle belli nitelikleri olan (diksiyon problemi olmayan, sesi yeterli olan ve biraz da fizik özellikler) ve hiçbir bilgiyle kirlenmemiş ham malzemesi olanları seçtiğini anladım. Çünkü oyunculukta kötü yerleşmiş alışkanlıklardan kurtulmanın ne kadar zor olduğunun daha sonra farkına vardım. Sanıyorum o senelerde en fazla yüz -iki yüz kişi giriyordu sınava ve yine on kişi alıyordu okul, bu günkü gibi. Ve kazandım. O zamanlar;
Beş seneydi Konservatuar, bir sene hazırlık sınıfı vardı, oradan geçilebilirse birinci sınıfa devam hakkı doğuyordu.
O kadar bilmiyordum ki tiyatroyu, sınavda başarı ve başarısızlık diye bir şey düşünmedim sadece şansımı denedim.
Bu meslekte bilgi arttıkça heyecan da artar. O yüzden sınav anındaki heyecanımı hatırlamıyorum. 18 yaşındaydım.
Yıldız Kenter’in vefatının ardından “Yıldız Hoca” başlıklı bir makale yazmıştınız. Çok ilgi görmüştü. Yıldız Kenter’in hayatınızdaki yeri nedir?
Eğitime başlayan her çocuk ilkokul öğretmenini ya da ilk öğretmenini hiç unutmaz. Yıldız Hoca da benim bu meslekte ilk öğretmenimdi. Sahnede durmasını ondan öğrendim diyebilirim. Hayranlıkla karışık bir korkum vardı ilk zamanlar ve bu korku azalarak öğrencilik yıllarımın sonuna kadar devam etti.
Yıldız hoca; verdiği ödevleri göstermek için sahneye çıktığımızda hiçbir beğeni cümlesi kurmazdı, hep eleştirirdi. Sonra bunun bir yöntem olduğunun farkına vardım. Eleştirileriyle bizi adeta hırslandırır ve daha çok çalışmamızı sağlardı. Hocanın beğenisini kazanmak çok önemliydi bizim için. Bunun bir yöntem olduğunu fark ettiğimde biraz daha rahatladığımı hatırlıyorum.
Meslekte ilk öğretmenim olmasının yanı sıra, geçen yıllar içinde hele bugünü düşündüğümde o gün yaptıklarının ciddi bir özveri olduğunu düşünüyorum, mesleğe olan aşkını düşünüyorum. Bu yolda oyuncular yetiştirmekteki ideallerini düşünüyorum. Neticede Belediyeye bağlı bir okulda saatlerce ders vermenin bedelinin yok denilecek kadar az olduğu gerçeğini düşünüyorum.
Gündüz iki oyun oynayıp sabah dokuzda derse gelmesi ve hiç gelemediği bir günü bile hatırlamıyorum. Derslerin yanı sıra koca bir tiyatroyu idare etmek, projeler hazırlamak, yeni oyunlarının provaları, yani hocanın gününün, uyku haricinde tümü Tiyatroyla doluydu.
Onun için; Tiyatroya verilmiş bir ömür diyebilirim. Ve Yıldız Kenter’in öğrencisi olmaktan onur duyarım her zaman.
Size göre ülkede Tiyatro ustaları kimlerdir? Afife Jale, Muhsin Ertuğrul ve dönemin oyuncularını içinde bulundukları koşullar gereği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkemizde Batı anlamında Tiyatronun tarihi çok eski değil biliyorsunuz. Köy seyirlikler, Meddah geleneği, orta oyunu gelenekleri daha eskidir. Ama İtalyan sahne geleneği yüz yirmi yılı bulmamıştır. Bu sayı da dünyanın en kadim sanatlarından biri için oldukça kısa bir zamandır.
Bu yılların ilk yirmi senesinde de Müslüman kadın oyuncuların sahneye çıkma yasakları, kısa zamana kadar oyuncuların mahkeme şahitliklerinin bile kabul görmediği senelerde özellikle kadın oyuncuların bu mesleği yapmak için verdikleri mücadele erkeklerinkinden biraz daha fazlaymış takdir ederseniz.
Cumhuriyetin ilanından sonra Müslüman kadınların sahneye çıkma yasağı kaldırılmıştır. Yasakların kanunen kaldırılması toplumsal baskının sihirli bir değnekle ortadan kalkması demek değildir tabi ki.
Afife Jale; araştırdığım kadarıyla sahneye çıkmış ikinci Müslüman oyuncu. İlki Papaz köprülü Amelia takma adıyla sahneye çıkmış Kadriye hanımdır. İlk defa Nazilli de sahneye çıkmış 1889 da. Eğer
İsmini değiştirmeseymiş linç edilmesi kaçınılmazdı o yıllarda. Ama bizler Afife Jale’yi ilk biliriz.
Olsun ha ilk ha ikinci ne fark eder, âşık oldukları işi yapmak uğruna çektikleri acı aynı.
Muhsin Ertuğrul; Darülbedayinin (Güzellikler evi) nin kurucusu.
Cumhuriyetin aydın yüzü. Darülbedayiyi yalnızca bir tiyatro değil aynı zamanda bir okul gibi yöneten ilk Genel Sanat yönetmeni. Tiyatroyla uğraşan herkesin bu ustaların hayatlarını incelemelerini öneririm.
Ustalarımız çok fazla ve biz (Darülbedayi) Şehir Tiyatrolular olarak her sezon açılışında ustalarımızı bir bakır tepsi içinde yanarak, oyun sonunda birbirine karışan, bir olan mumlarla anarız.
Afife hanımlar, Kadriye hanımlar olmasaydı biz nasıl olurduk.
Oyunculukta her oyuncu her rolü oynayabilir mi, yoksa belli kriterler ve tercihler mi var? Kamu tiyatrolarında çalışan oyunculara “bu rolü oynayacaksın” baskısı oluyor mu?
Bir oyuncu sadece aynı karakter ve aynı rolleri oynar diye bir kural olmadığı gibi, bir oyuncu her rolü oynayabilir diye de bir kural yoktur.
Bence bir oyundaki rol dağılımının kendi içinde çeşitli dengeleri vardır. (Bu soruya “bence” demek zorundayım çünkü bu benim doğru bulduğum bir yöntem tüm yönetmenlerin görüşünü ve yönelimini kapsamaz)
Rol dağılımdaki dengeleri birincil olarak yönetmenin yorumu belirler. Örneğin; Hamlet karakteri hep yakışıklı uzun boylu olarak hayal edilmiştir ya da yaş ortalaması 20-25 aralığında. Bu böyle olabilir, o zaman tüm karakterlerin yaşlarını da bu belirler.
Bir yoruma göre Hamlet 40 yaşında ve şişman bir oyuncuyla tasarlanırsa o zaman Ofelya da bu gerçeklik içinde olmalıdır. Yani inandırıcı olmalıdır. Hamlet rolünü illaki 25 yaşında yakışıklı bir oyuncu oynamalı diye bir kural olamaz.
Ya da bir oyuncu Komedi oyunlarında çok başarılıdır, ona hep aynı roller verilir onun başka bir rolde de başarılı olabileceği düşünülmeyebilir ki ben bu örneğe çok şahit oldum. Bütün tarihi oyunlarda Rüstem Paşa oynamış bir oyuncu tanıyorum. Bu biraz yönetmenin hazıra konması gibi bir durum bence. Bugün dünya tiyatrosu bu ezberlenmiş estetik değerleri sorgulamaktadır. Thomas Ostermeier rejilerini ve özellikle Hamleti öneririm.
Kısacası rol dağıtımındaki denge ve seçim tamamen yönetmenin konseptine bağlı olmalıdır bence.
Oyuncu açısından; tabi ki her oyuncunun bir skalası vardır. Bu skalanın bilinçli bir farkındalıkla geliştirilmesi mümkündür. Örneğin eğer sesi şarkı söylemek için yetersizse çalışmakla halledilebilir bir sorundur bu. Ya da bedeni, geliştirilebilir enstrümanlarıdır.
Tabi kurum Tiyatrolarında repertuar sistemi olduğu için rol dağılımlarının yapılması oyunların kardeşliğine ve bir yığın teknik sorunlarla boğuşarak yapılmaktadır. Benim yukarıda sözünü ettiğim bence olması gereken ideal bir durumdur.
Kurum tiyatrolarında genellikle kastlar yani rol dağıtımları yapılırken oyunculara isteyip istemedikleri sorulmaz. Genellikle diyorum. Ama özel durumlar da olabilir. Örneğin kıdemli bir oyuncudur ona sorulabilir. Bu yönetmenin inisiyatifindedir. İsteksiz ve gönülsüz bir oyuncuyla çalışmanın ne kadar zor olduğunun farkında değilse sormaz.
Çünkü genel geçer kural, rol dağılımı imzalanıp asıldı mı kolayına geri dönüşü olmaz. Yaklaşık 14 sene önce bir çocuk oyunu sahneledim. Tüm düşündüğüm oyunculara sordum ki çoğu tiyatroya yeni girmişti.
Gönülle yapılan bir işte zorlama olmamalı.
Ayrıca İBŞT yönetmeliğinde bir oyuncunun rol reddetme hakkı da var yalnızca bir kere. Kariyerine uygun olmadığı gerekçesiyle.
Semah Tuğsel: Sahneden Seyirciye Dokunabilmenin Tek Yolu Sahiciliktir, İnandırıcılıktır
İnsanlar tercihlerini iyi yapmaya çalışır. Bazen de tercihler kendiliğinden gelip sizi bulur. Her oyuncuya kısmet olmayan Kırmızı Pazartesi, Kuş Operasyonu, Surname ve An gibi oyunlarda yer alarak kendisinin şanslı olduğunu söylüyor Semah Tuğsel. Röportajın son bölümünü beğeneceğinizi umuyoruz. İyi okumalar.
Oyun esnasında kendini nasıl hissediyorsun? Kontrollü mü yoksa o an oyunun duygularına kapılıyor musunuz? Oyundan kendi hayatınıza dönerken oyunun etkisinde kaldığınız oluyor mu?
Bu konu seyirciler tarafından pek bir merak konusudur. Sen de bir seyirci olarak sormuşsun.
Sizlerin sahnede seyrettiği oyun ortalama iki bazen üç bazen beş ayı bulan bir prova sürecinin bir sonucudur. Senin sorduğun sıkıntılar aslında prova dönemine ait sıkıntılardır. Bir de her oyuncunun kendine özgü çalışma yöntemi vardır, yani bu soru bana sorulduğu için cevap da bana özgüdür, genelleme yapamayız.
Tiyatronun en büyük özelliği canlı bir performans olmasıdır. Yaşadığımız şu sıkıntılı günlerde acaba cansız (On-line) nasıl olur derdine de düştük. Cansız olur ama onun adı Tiyatro olmaz başka bir şey olur.
Prova süreci benim için oyunda neyi nasıl yapacağımın kararını verdiğim bir süreçtir ve bu süreç sıkıntılı ve aynı zamanda da çok zevklidir. Bana prova mı oyun mu dersen ben prova derim. Üretim süreci.
Oyun sonuçtur, tabi ki oynarken de bir şeyler değişir ama ana eksen değişmez. Zaten kararlı ve kendinden emin değilsen zaten rol çıkmamıştır.
Canlı performansın zorluğu her gün kendini provalarda bulduğun oyun enerjisine getirmen ve kontrollü olarak aynı gibi gözükse de birebir aynı olmayan (ki bunu seyirci anlamaz yalnız sen ve partnerlerin anlar) yüzlerce versiyon yaratman seyirciyle birlikte.
Ben rolün etkisinde kalan bir oyuncu değilim. Kalınmasını da çokça onaylamıyorum. Ancak bende rolün yorgunluğu olabilir. Ama etkisi olmaz. Ama etkisinde kalan oyuncular da vardır belki.
Oyunun, rolün duygularını ben yaratıyorum. Niye etkisinde kalayım.
En çok severek oynadığın oyunlar?
Ben bu konuda kendimi çok şanslı görüyorum. Sevmeyerek oynadığım sadece bir oyun sayabilirim o da tekstin ve rolün kötü olduğundan değil yönetmenin kötü olduğundan. Onun haricinde her rolü severek oynadım. Ama bunların içinde; Metin Çekmez ’in tanımıyla “Bir oyuncunun hayatında ya bir kere ya da hiç denk gelmeyecek” kadar güzel bir oyunda görev aldım. Bu şanslar sadece rolün güzelliği değildi. Çünkü tek mutsuz olduğum oyunda, oyun da rolde çok güzeldi ama yönetmen zaafı işin kötü çıkmasıyla sonuçlandı. Oyunculuk serüvenimde dört oyun sayabilirim ki bir oyuncunun hayatına kolay denk düşemeyecek şans olarak.
Kuş operasyonu, Hristo Boytchev Macit Koper rejisi,
Kırmızı Pazartesi yine bir Macit Koper rejisi,
Surname Yiğit Sertdemir kaleminden ve rejisinden,
“An” dans tiyatrosu yazan yöneten Özge Midilli.
Şunu özellikle belirtmek isterim; son derece sağlam bir tiyatro metniyle çalışıyor olabilirsiniz. Mesele o metnin nasıl okunduğunda. Tiyatro kolektif yapılan bir sanat dalı. Kolektiflerden birisi eksikse olmuyor. Olamıyor.
Avrupa da oyunculuk yapmış biri olarak ülkedeki oyunculuklarla Avrupa’daki oyunculuklar arasında farklılık görüyor musunuz?
Aslında dünyanın her ülkesinde oyunculuk çeşitli farklılıklar gösterir. Örneğin Afrika da oyuncular tirat oynarken gözlerini kapatırlar. Ya da Japonların tiyatrosu çok başka disiplinler içerir. Hintlilerin oyunculukları tamamen kendilerine özgü toplumsal jest ve mimiklerden oluşur. Avrupa dediğimizde; bize hem yakın hem de uzak bir yapıdan söz edebilirim.
Onlarda olan ve bizde eksik olan tek şey disiplin. Ama onlarda olamayan bizde olan da duygu ve beden dili.
Yurt dışında Türkçe oynadığımızda şöyle diyorlardı “Ne dediğinizi anlamıyoruz ama ne demek istediğinizi anlıyoruz”.
Tiyatro sadece teknikle yapılabilen bir sanat dalı değil. Eğer sağlam bir duygu geçmiyorsa sahneden seyirciye, eksik kalıyor. Avrupa’nın önemli yönetmenleri bugün doğu ve Ortadoğu Uzak doğu ve Afrika ile besleniyor niye?
Kapitalizm ve sömürgeciliğin insanlarda yarattığı yabancılaşma, iletişim bozukluğu, duyguların kirlenmesi… Sahneden seyirciye dokunabilmenin tek yolu sahiciliktir, inandırıcılıktır.
Peter Brook sorunun farkındaydı. Arian Muniskin keza öyle. Bu önemli yönetmenler; Avrupa da Dünya çapında çok iyi işlere imza attılar.
Yapılan bir araştırmaya göre Shakespeare’in oyunlarını en iyi yorumlayanların Ruslar ve Türkler olduğu sonucu çıkmıştır.
Yani bu konu, sorulan sorudan çok daha derin.
Ülkemizde istisnalar hariç dizi ve filmlerde şiddet öne çıkıyor bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şiddet toplumun her kesininde var. Sadece Türkiye değil Orta Doğu şiddeti seviyor. Bunun toplumsal nedenleri tabi ki var ama bu yazının konusu değil.
Eğer bir toplumda demokrasi fikri oluşmamışsa, o ülkeyi demokrat insanlar yönetmiyorsa iktidarın var olması için kaosa ihtiyaç vardır, dolayısıyla kaosun sürekli beslenmesi olmazsa olmaz bir durumdur. Basın, sosyal medya, televizyonlar bu ortamın yaratılmasında simülatör görevi görürler.
Eğer ülkede bir çatışma varsa bu çatışmayı bitirmek değil, bu çatışmada bir tarafın ne kadar haklı olunduğu üstüne diziler yapılması ne yazık ki çok sık karşılaştığımız bir durum.
Bir kültür politikası bu. Aksine zaten izin verilmiyor.
Silah seviyoruz, kavga seviyoruz mafya ve yeraltı ilişkilerini seviyoruz.
Bunlar reytingi belirliyor. Üstte saydığım nedenlerin yanı sıra bu sonucun çok daha derin nedenleri olduğunu düşünüyorum.
Zaman zaman Güncel Kadın’a yazdığım yazılarda değinmeye çalışıyorum aklımın erdiği kadar.
Bahsedilen şiddet toplumun pek derdi değil, ama çocuk yetiştiren annelerin derdi olmalı diye düşünüyorum. Hayatımızın neredeyse tümünü kapsayan “beyaz cam” da her gördüğüne inanmayıp sorgulayabilen beyinlerin yetişmesine ihtiyaç var. Tek çözüm bu. İsveç’te örneğin bir polis, eğer çocuk varsa bir eve silahla girmez hem kendi saygınlığını korumak için hem de çocuğu korkutmamak için. Bizzat şahit oldum buna.
Haberlerde görüntülere dikkat edilir, erkek çocuklarının oyuncakları plastik tüfekler değildir.
Şiddet neticede öğrenilen bir şeydir. Unutmamak lazım.
İktidarların dizi, film, senarist, yapımcı ve oyuncuların üzerinde etkisi oluyor mu?
Bu sorunun cevabını kısmen yukarıda verdim. Evet, tabi ki oluyor. Yakın zamanda sadece diziyle yaşamını sağlayan bir meslektaşım hem de çok iyi bir oyuncu, bir röportajda “Hangi rolü oynamak istersiniz” sorusuna “Bir gerillanın annesini oynamak isterim” diye verdiği cevabın sonucunda senelerce işsiz kalmıştır. TRT de bazı oyuncuların kara listede olduğu bir gerçektir. Bazı meslektaşlarım açıkça politik görüşlerini söyledikleri için işlerinden olmuşlardır. İnsanın düşüncelerinin bir suç olmadığı ve bunu söylemesinin de en büyük insani hak olduğunu düşünüyorum.
Hem yaptığı işte hem yazdığı senaryoda hem de hayatta.
Bu şartlarda özgün bir sanat eserini üreten düşünceden nasıl söz edilebilir. Büyük çoğunluğun istemine bağlı üretilen her eser kalıcılık şansını yitirir. Olsa olsa günlük kazançlar sağlayabilir. O kadar.
Mevcut İktidar zaman zaman İstanbul Devlet Tiyatrosu ve benzer Kamuya ait kurumları kapatacaklarını açıklıyor. Size göre Devletler neden sanattan hoşlanmıyor.
Devlet sanattan hoşlanmıyor diye bir şey yok bence. Her İktidar kendi görüşlerini destekleyen sanattan hoşlanıyor diye bir durum var,
Yukarıda da bahsettiğim gibi Kurumsal tiyatroların keza özel tiyatroların ülkemizdeki geçmişi çok yeni, yani yüz, yüz yirmi sene çok kısa bir zaman.
Dolayışıyla ben bir politikacının hayatında ortalama bir oyuna bir konsere bir Bale ye ancak tesadüfen bir iki kere gittiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bir oyuncunun, bir balerinin ya da baletin bir operacının, müzisyenin ne büyük emeklerle yetiştiği, canlı bir performansın ne demek olduğu konusunda yeterli fikirleri olmadığını düşünüyorum. Ekonomi söz konusu olunca bizim yaptığımız işin iki ay prova ve günde iki, üç saatimizi aldığını varsayarak bunun devlet bütçesine bir yük olduğunu düşünüyor olabilirler. Sanatın ekmek su gibi bir gereksinim olduğu gerçeğinin gerçekten farkına varmamız için daha çok yolumuz olduğunu düşünüyorum.
Bence kim ne düşünürse düşünsün bildiğim tek gerçek sanatın ömrünün iktidarlardan daha uzun olduğu. Dünyada tarihinde binlerce örnekte de gördüğümüz gibi günümüze kadar gelmiş sanat yapılarının tek ortak özelliği özgün ve içinde bulundukları toplumun ilerisinde değerleri savunduklarındandır. Bu hiç de kolay olmamıştır.
Shakespeare in dediği gibi “Ne yaldızlı hükümdar anıtları ne mermer ömür süremez benim şiirim kadar. Seni pasaklı zaman pis bir mezara gömer. Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar”
Oyunculuğunuzun yanı sıra eğitmenlik de yapıyorsunuz? Sizin öğrenci olduğunuzdan bugüne eğitimde nasıl farklar görüyorsunuz?
Eğitmenlik en az oyunculuk kadar bana keyif veren bir iş. Çok seviyorum biriktirdiklerimi aktarmayı. Oyunculuk serüvenimde biriktirdiklerimi genç meslektaşlarımla paylaşmayı. Oyunculuk eğitimi karşılıklı bir iletişimdir, aktarırken sen de öğrenirsin. Zaten bu yolculuk hep öğrenmeyle yeni şeyler deneyimlemekle geçer.
Benim için bu mesleğe gönül vermiş her genç bir kahramandır, çünkü şartlar çok daha zor bugün ve bir takım zor ayrıştırmaları gerektiriyor.
Gün geçtikçe bozulan değer yargıları, dışsal güzelliğin içsel güzelliğin önüne çıktığı ve her şeyin parayla ölçüldüğü bir dünyada, istenilen değil istediği yerde olabilmek ciddi bir mücadele gerektiriyor.
Bizim öğrenciliğimizde işimiz daha kolaydı. Dizi diye bir şey yoktu, sadece kitap, sinema ve tiyatro vardı. Bir de çok saygın ve güvendiğimiz hocalarımız. Kamera önü oyunculuk diye bir kavram geliştirilmemişti ki bunun ne olduğunu hala anlamış değilim sadece kamera önünde biraz daha küçük oynanır, oyunculuk tektir.
Gelişen sosyal Medya da “meşhur olmak”, ya da oynadığı bir dizi ile oyuncu olmak gibi kısa yollar yoktu. Daha doğrusu tanınmış olmak değildi meselemiz, oyunculuğun ne olduğunu öğrenmekti, deneyimlemekti.
Kitap kokusunu seven bir nesildik biz. Şimdi her şeye çok kolay ulaşmanın alışkanlığı gerçekten öğrenme ve deneyimleme duygusunun önüne geçmiş durumda. Bilgiye kolay ulaşmak; tabi ki çok büyük bir zaman kazancı, doğru kullanılırsa yadsınamaz bir şey avantaj, ama ulaşılan bilginin nasıl kullanıldığı sorun.
Kolayına kaçarak, emek vermeden elde edilen başarının kalıcı olamayacağı gerçeğinin bilinmemesi. Yaşadığımız çağın belirlediği genel geçer değerlerin nasıl hızla tüketildiği gibi sorunlarımız yoktu bizim. Bugün kalıcı olmak ve meslekte var olmanın anlık başarılardan daha zor olduğunun kavranması. Bunlar; oyunculuğu ve Tiyatroyu meslek olarak seçecek olan gençler için irdelenmesi gereken sorunlar.
Benim için her oyuncu adayı tek ve değerlidir. Her birinin birbirine benzemeyen değerli özellikleri vardır ki bu özellikler ancak onları iyi bir oyuncu yapacaktır. Öncelikle buna inanmalarını sağlamak benim ilk işim. Sonrası yol göstermek bildiğimce.
Oyunculuğun öğretilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ezberlenecek bir formülü, herkes için geçerli deneysel bir sonucu da yok. Ama herkesin kendine göre geliştirebileceği yolları var. Benim işim bu yol seçeneklerini göstermek, deneme ve hata yapma özgürlüklerini kazandırmak. Hepsi bu.
Eylül sonu, Ekim başı uzun zamandır üstünde çalıştığım bir kitabım çıkacak Mitos Boyut Yayım evinden. “Oyunculuk Öğretilmez”. Umarım yollarına biraz ışık olabilirim.
İstanbul sözleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? İktidar neden kaldırmak istiyor?
Bence şu anda en gündemde olması gereken bir konu. Çünkü bu tartışmaların pek akla sığmayan ama son derece açıklanabilir olan bir çelişkisi var.
Bu sözleşme 2011 yılında İstanbul da Avrupa birliği Bakanlar Kurulu tarafından imzalanmış, o gün iktidarda olan aynı parti. 2014 de de resmen yürürlüğe girmiş, yine iktidarda aynı parti. Bugün bu antlaşmadan çıkabiliriz deniyor ve yine iktidarda aynı parti.
Bu gerçekten ne anlama geliyor? İmzalarken ve yürürlüğe koyarken akıllar neredeydi. Şimdi ne değişti. Aslında bu ülkede kadına, çocuğa toplumsal cinsiyete yönelik bir şiddetin yokluğunu mu tartışıyoruz? Neyi tartışıyoruz? Sözleşmenin bizim “Ahlak” kurallarımıza uymadığını mı? Böyle bir toplumsal ve insanlık dışı olayın “Ahlak” la bağlantısında mıyız hala? Neyin ahlakıdır bu? Antlaşma uzlaşmayı reddettiği için yani şiddetin kesin cezalandırılmasını öngördüğü için bu antlaşmayı aile yapısına karşı olarak görmek nasıl bir mantık, Dokuz senedir bu metni okumadınız mı?
Bir insanın bir kadının öldürülmesi, bir çocuğun cinsel istismara uğraması ya da bir trans bireye uygulanan şiddetin neyin “Ahlakıyla” bağdaştığını anlamak zor.
Ailenin korunması için erkek de sorumlu değil mi?
Daha bir yığın soru…
Bu soruların tabi ki cevapları çok net ama başka bir yazı konusu.
Bu konuda tek bir şey söyleyebilirim. Evet bu bir kadın mücadelesi gibi görünse de özünde insanlık onuru ve insan hakları mücadelesidir. Ve bu saflarda erkeklerin de bulunması çok önemlidir.
Semah Tuğsel’in iş dışında bir günlük yaşamı nasıl seyrediyor? Hobileriniz var mı?
Yaklaşık altı aydır iş zaten yok. Dünyaca ilk defa deneyimlediğimiz bir travma yaşıyoruz. Bazen uyanıyorum sabah acaba kötü bir rüya mı gördüm diye düşünüyorum. Ben işimin en yoğun olduğu zamanlar en iyi okurum en iyi yazarım. Yarın programlayacağım bir işim olmadığı zaman hayatı programlamakta zorlandığımı söyleyebilirim. Bu da aşılıyor zamanla. Yaşanılan bu özel günlerin haricinde; benim gün içinde her zaman yapacağım bir iş vardır. Kalabalık biriyim ben. Çalışma odamda resim sehpasından dikiş makinasına, kumaş baskı şablonlarından, takı parçalarına ve kumaşlara birbirleriyle alakası olmayan birçok objeyi görebilirsiniz. Ve de kitaplar. Uzun bir zaman kostüm tasarımı yaptım. Takı tasarımı yaptım. Yani bir boşlukta canım ne yapmak istiyorsa elimin altında olmalı. O yüzden dışardan çok kalabalık görünürüm. İsveç’te Akademi okudum son bir sene tekstil tasarım üstüne çalıştım.
Hayatımda bireysel üretimin keyfine vardığım yıllardı.
Yaz kış hava şartları ne olursa olsun yürüyüş vazgeçilmezimdir. Sonuç olarak ben bir şeyler yaparak dinlenirim. Kafam gece çalışır. Uyku sanki benim için bir kayıp zaman. Ama bu huyumdan tez vakitte vaz geçmem gerektiğinin de farkındayım.
Bugün; önümüzü daha net görebileceğimiz günlerin hayaliyle umudumuzu yitirmeden bu dünyaya yapabildiğimizin en iyisini yapmak zorundayız. Başka bir yolumuz ve şansımız yok.