İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncusu Okday Korunan, tek kişilik oyunla seyirciye farklılık yaratırken, aynı zamanda izleyicinin bakış açısını değiştiriyor, yol gösteriyor. Oyuncu Okday Korunun ile yapmış olduğumuz söyleşiyi beğenerek okuyacağını umuyoruz. Keyifli okumalar.
“İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.” (Yahya Kemal Beyatlı)
Kıymetli sanatçı Sönmez Atasoy’un kaleme aldığı “Kendi Gök Kubbemiz” (Yahya Kemal) adlı oyun 18 Ekim 2018 tarihinden beri İstanbul Devlet Tiyatrosu oyunu olarak yurdun pek çok noktasında sergilendi. Bu tek kişilik oyunun yönetmen ve oyuncusu olarak bize oyundan söz eder misiniz?
Öncelikle böyle bir imkânı paylaştığınız için derginiz yönetimine ve değerli “Güncel Kadın” okurlarına teşekkür ederim. 1990 yılında yazılıp Devlet Tiyatrolarında ustalarımız Rüştü Asyalı yönetiminde ve Sönmez Atasoy tarafından yorumlanan “Kendi Gök Kubbemiz” adlı oyun, daha sonra 2008 yılında İBBŞT (İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları) sahnesinde yine iki usta isimle, Engin Uludağ yönetiminde ve Toron Karacaoğlu’nun yorumu ile sahneye taşınmış. 2018-2019 Tiyatro sezonunda Yahya Kemal’in son gecesinden yola çıkarak, yaşamından kesitleri dramatik bir örgüyle anlatan bu oyunu ardındaki başarılı hikâye ve isimlerin varlığını bilerek bir kez daha sahneleyip yorumlamak aslında bir “delilik”ti. Bir başka okumayla, cahil cesareti gösterip hayallerimizin peşinden koşmayı denedik diyelim. Takdir seyircinin.
Tiyatro Bir cesaret işi midir?
Elbette. Cesaretten öte bir de onurla, şerefle kahramanlık gösterme meselesidir. Kar üstüne yazı yazmak gibi bir şeydir. Her oyun oynanır ve biter. Her an önemlidir. Yaşam gibidir. Tekrarı olmaz. Efesli düşünür Herakleitos “aynı suda iki kez yıkanılmaz” dememiş miydi? “Delilik” işte!
Bu cesareti nasıl buldunuz?
“Ne harabîyim (sarhoş – yıkık) ne harâbâtîyim (ömrünü meyhanede geçiren) / Kökü mazide (geçmişte) olan atiyim (geleceğim).” Dizeleri ile geçmişle geleceği, bilgece barıştıran (Ahmet Agâh ya da namı değer adıyla) Yahya Kemal, “mısra benim haysiyetimdir. ” / ”Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” Vurgularıyla düşünce dünyamıza aracı olan dilimizin önemini paylaşmış. O, ömrü boyunca saf şiiri aramış kendi estetiğinin dilini eserlerine yansıtmayı bilmiş bir şairimiz. Güzel Türkçemizi sala bindirip sele verenlere yaptığı veciz uyarı, cumhuriyetimizin vazgeçilemez kurumlarından olan Devlet Tiyatroları’nın da her zaman hassasiyetleri arasında olmuştur. Bu nokta beni heyecanlandırdı. Ayrıca bir Japon atasözü der ki, “Ustanı seçeceksin, ustanı geçeceksin, seni geçecek bir usta yetiştireceksin. O zaman kendine usta diyebilirsin.” Bu tanım öz yolculuğumda bana yol haritası olmuştur. M.S.Ü. (Mimar Sinan Üniversitesi) Devlet Konservatuar’ ına 1984 yılında girdiğim ve o yıldan beri Devlet Tiyatrosu sahnesinde olduğum da düşünülürse otuz beş yıl sonra çıraklıktan, kalfalığa bir adım atalım dedim kendimce. Düşünür Erasmus’a küçük bir gönderme yaparak tatlı bir “delilik” yapmanın zamanıdır dedim sanki!
Sizi daha yakından tanımak istesek, bize yolculuğunuzu açar mısınız?
M.S.Ü. (Mimar Sinan Üniversitesi) Devlet Konservatuarında lisans, M.S.Ü. Sos. Bil. Ens. de Tiyatro Yüksek Lisansı ve M.Ü. (Marmara Üniversitesi) Sos. Bil. Ens. de Sinema – TV sanatta yeterlik / Doktora çalışmalarımı tamamladım. 1988 yılından beri Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda başlayarak Devlet Tiyatroları’nda kadrolu sanatçı olarak çalışıyorum. 1993 ve sonrası yıllarda İTİ Kongresinde Pierre De Boeche atölyesinde oyunculuk, Teater An Der Ruhr sanat yönetmeni Roberto Ciulli atölyesinde reji, Erica Bilder atölyesinde sahne üstü dövüş tekniği, Catherine Shaw atölyesinde kukla ve gölge oyunu, Terry Yang atölyesinde sahne üstü ses – nefes tekniği, Teheodoros Terzopoulos atölyesinde ses – nefes tekniği – oyunculuk çalıştım. Mitos Boyut yayınlarından yayınlanmış oyun kitaplarım, edebiyat dergilerinde yayınlanmış şiirlerim, Liman yayın evinden ve Yeni Tiyatro Dergisi eki olarak dağıtılmış üç şiir kitabım mevcut. Seslendirme, dizi, tiyatro oyunculuğu yanında dergi, gazete gibi yayın organlarında sanat yazıları ve denemeler yayınladım. Çeşitli Üniversite ve kurumlarda alanımda dersler verdim. Konuyu kısaca özetlersem, sinemanın doktoru, tiyatronun hastasıyım. Hayatın ise öğrencisiyim. Öyle de kalacağım. Bunu herkese tavsiye ederim.
Kalfalık ne zaman bitecek?
“Oldum diyen öldüm der.” Unutulmuşlar mağarasına gömülüp de birileri bitti demeden bitmeyecek. Öğrencilerimin başarısını alkışlamanın onurunu yaşamadan da bitmesin. Sanat, birinin küçük adımıyla insanlığın büyük bir adım attığı özel ve özgün bir yolculuk. Oysa sıradanlık sığlığı sever. Sanat ise isyankârdır. Eylemdir. Umuttur. Sıradanlıkla uzlaşmaz. Durmanın yüz kızarttığı noktada harekete geçmenin zamanı çoktan gelmişte geçiyor demektir. Hayallerime destek ve katkı sağlayan herkese buradan teşekkür
ederim. Hiçbir taş tek başına duvar olmaz. Bir yol var ise o yolun yolcuları da vardır. Emek kutsal değer ama öncesinde inanmak gerek. İnançlı ve ne yaptığını bilen bireylerle sanat yapılabilir. Kısaca özetlersek sanat disiplinli bir kadro hareketidir. Marifettir. Marifetin iltifata tabi olduğu da unutulmaması gereken bir başka gerçektir. İtirafta bulunayım ortamın çıtasından cesaret bulmasaydım, çırak kalmanın konforundan asla vazgeçmezdim. Ayrıca bilinmeli ki, kalfalık ağır sorumluluk. Kendini bilmeyen sanattan uzak dursun. Anadolu düşünürü Yunus’un sözüyle konuyu özetlersek “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin. Ya nice okumaktır.”
Kamera ile nasıl tanıştınız, hangi TV dizilerinde çalıştınız?
1984 yılında başladı kamera ile ilk profesyonel tanışmam. Sonrasında senaryolar yazdım. TV ve sinema filmlerinde oynadım. İlk yönetmenlerim arasında Şerif Gören ve Başar Sabuncu gibi usta isimler oldu. “On Kadın – Zengin Mutfağı” filmleri yaşamımda önemli köşe taşları ve okul oldu. “Yolculuk” adlı bir de kısa film yazıp, çektim. Yine de zihinleri zorlamamak adına son dönem TV izleyicisi için “Fatih Harbiye” (Faiz Bey), “Kanıt” (Emniyet Amiri Enver), “Cesur ve Güzel” (Salih Kâhya) gibi son yaptığım işlerden söz edebilirim.
Aldığınız ödüllerden de söz eder misiniz?
1996 yılında Eczacılar Birliği Fotoğraf yarışmasında iki eserim sergilenmeye değer görüldü. 2008 yılında 33. İsmet Küntay Tiyatro Özel Ödülü’ne “Bir Şehnaz Oyun” adlı eserde “Baron Refik” rolü ile değer görüldüm. 2011 yılında “Pir Sultan Abdal” adlı oyundaki “Pir Sultan” performansım ile 36. İsmet Küntay en iyi erkek oyuncu ödülüne değer görüldüm. 2014 yılında “Üç Kızkardeş” adlı oyunda “Andrey” rolüyle Yeni Tiyatro Dergisi Emek ve Başarı ödülleri Yardımcı Rolde Yılın Oyuncusu ödülüne değer görüldüm. 2018 yılında “Hiç Kimsenin Öyküsü” adlı oyunla 43. İsmet Küntay En İyi Yönetmen Ödülü’ne değer görüldüm. Ödül cesaret ve heyecan veriyor. Alanı onurlandırırken vereni de belirliyor. Unutulmamalı ki, salonu dolduran seyircinin alkışı da her gece bir ödül. İnsanoğlu takdir görmeyi seviyor. Kimin takdir ettiği de ayrıca çok önemli bir tartışma konusu.
Oyunculuk mu yönetmenlik mi?
Mesleğimin ilk sırlarını çözmemde yol gösteren ustam Müşfik Kenter önce “insan” olun derdi. Oyunculuk insan olma yöntemlerinin anahtarlarını bizlerle paylaşan bir yolculuk. Yönetmenlik, Tiyatro tarihinde henüz emekleyen bir çocukluk dönemi yaşamakta. Ustalarımdan Haluk Kurtoğlu, yıllar önce “Oyuncu olmadan hiçbir şey olamazsınız” demişti. Ben yaşamımda bu sözü çok önemsedim. Sadece eski yıldızları kırpıp yönetmen yapamazsınız ya da iş bitirici müteahhite yönetmen denilemez. Akıl düşünür, yürek bilir. İkisini birleştirmeden hiçbir şey olmaz. Söyleyen ne güzel söylemiş, “bilen söylemez, söyleyen bilmez.” Biz de bilenler yapmaz, yapanlar bilmez. Aşk olsun bilip de yapanlara diyelim.
Şöhret sizce nedir?
Misafir!
Burcunuz?
Oğlak
Kadın?
Tarım toplumuna geçildiğinden beri her şey.
Ege?
Yaşanılacak tek coğrafya.
Kader?
Öğretilmiş zayıflık.
Ne yapmak istiyorsunuz?
“Domates” olmadan domates yetiştirmek.