Aydın Boysan
Aydın Bey ve sevgili eşi ile 1996 yılından vefat ettiği güne kadar çeşitli vesilelerle tanımış olmaktan mutluyum. Babam da kendi camiasından dolayı tanır, rastlaştıklarındaki tatlı sohbetlerini anlatırdı.
“Aydın Boysan, 17 Haziran 1921 tarihinde öğretmen Nevreste Hanım ile muhasebeci Esat Boysan’ın çocuğu olarak dünyaya geldi. 1939 yılında Pertevniyal Lisesi’ni, 1945’te İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitiren Aydın Boysal, mesleğini 1999’a kadar ara vermeden sürdürdü.
Aydın Boysan, Türkiye Mimarlar Odası’nın kurucuları arasında yer aldı; yönetim kurulu üyesi, ilk genel sekreteri ve İstanbul şube başkanı oldu. 1957-1972 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ders veren Aydın Boysan, ulusal ve uluslararası mimarlık yarışmalarında ödüller kazandı. Kendi kitaplarını basmak için Bas Yayınları’nı kurdu (1984-1993). Aydın Boysan, aralıksız olarak on yıl Hürriyet ve üç yıl Akşam gazetelerinde köşe yazıları yazdı.
1945 yılında başladığı mimarlık mesleğine 2000 yılına kadar fiilen devam eden Aydın Boysan, mimar olarak çalıştığı 55 yıl boyunca 1.5 milyon metrekare bina tasarlamıştır.
1957-1972 yıllarında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ders verdi. Ulusal ve uluslararası mimarlık yarışmalarında ödüller kazandı.
Aydın Boysan’ın imzasını attığı bazı projeler şunlardır: Hakkâri Vilâyet Konağı (ilk projesi). Hürriyet Medya Towers, Güneşli, İstanbul. Sütlüce’deki Arçelik binası. Arçelik Çayırova Fabrikası, İstanbul, 1967. Nasaş Alüminyum Tesisleri, Gebze-Kocaeli. Turistik Otel Termal, Uludağ-Bursa. Eczacıbaşı binası (Şimdi yıkıldı, yerinde Kanyon Alışveriş Merkezi var). İpekkağıt Karamürsel yapısı. Orhangazi Döktaş binası. Çorlu Aymar binası. Mimar Sinan Üniversitesi Kültür Merkezi. Çatalca’daki Nesin Vakfı binaları restorasyonu.
15’nci yüzyılda Bizans Ste. Claire ve Aya Photini kiliselerinin yer aldığı Metopon adlı bölgede kurulan Tophane-i Amire binası, İstanbul’un fethinden sonra top döküm merkezi, Osmanlı ordu ve donanmasının kullandığı askeri topların üretildiği yer oldu. 1850’lerden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda silah sanayisinin ve silah ticaretinin merkezi olan yapı, 1900’lü yıllarda bir süre eğitim merkezi olarak kullanıldı. 1992 yılına kadar çeşitli düzenlemeler geçiren Tophane-i Amire binası, bu tarihte Mimar Sinan Üniversitesi’ne devredildi. 1973’te yazar Aziz Nesin tarafından kurulan, eğitim olanaklarından yoksun çocukların, kendini sürekli geliştiren, topluma yararlı bireyler olarak yetişmelerini amaçlayan Nesin Vakfı’nın Çatalca’daki binası da Aydın Boysan tarafından restore edilmişti. Bugün bu binada Aziz Nesin’in bazı kişisel eşyaları da sergileniyor.” http://mimdap.org/2018/03/aydin-boysan/
İçten bir söyleşi yapmış Hülya Okur ve Arkitera’da Zehra Betül Atasoy, 5 Eylül 2011’de paylaşmış. Pertevniyal Lisesi detayı, tam da konumuza uygun. Atatürk’ü de pek güzel ifade etmiş. Özetle şöyle:
“Mimar Aydın Boysan ile Yaşamı, Mimarlığı ve Yazarlığı Üzerine”
“Yaptığı açıklamanın sözleri büyük tartışmalara neden olacak. Haberx yazarı Hülya Okur sordu, ünlü mimar Aydın Boysan yanıtladı. İşte keyif alacağınız o röportaj.
Yıl, 1921’de doğdunuz tarih sizin tabirinizle; Osmanlı İmparatorluğu’nun daha sona ermediği, Türkiye Cumhuriyeti’nin ise, daha doğmadığı bir yıl. Bu arada kalmışlığın sizin üzerinizdeki etkisi ne oldu? Sizin için “Bir dönemin çocuğu” denmesi çok mu zor?
Evet, 1921 yılında, Vahdettin henüz tahttayken doğdum ama ben buraya kadar hayatımı bütün yaşadım, parçalı yaşamadım, taksitlere bölmek mümkün değil bir ömrü. Ve ben o yıl doğmuş olmakla beraber, ilk şuurlu olarak hatırladığım sahneler daha sonraki yıllarımdır ancak 6 yaşındayken Atatürk’ün ilk defa, Millî mücadeleden sonra gelişini hatırlarım. Annem ve babamla birlikte karşılamaya gitmiştik kendisini. Marmara denizinde iki sıra vapur birikmişti. Onlar arasından Söğütlü yatıyla geçerken Mustafa Kemal’i karşıladık. Deliler gibi alkışladık tabi. Tabi vapurlardan bir tanesine bindik, yol ilerlesin diye. Kaptan bağırıyordu: ”Batıyoruz, buraya da geçin” diye ama kimse takmadı. Mustafa Kemal’i ilk görüşüm odur ama sonra defalarca gördüm. Pertevniyal Lisesi öğrencileri olarak, askerî kampları yapardık biz, İkinci Dünya Savaşı yaklaşıyordu, askerlik kampları yapılırdı öğrenciler için, liselerde ve üniversitelerde. Ve o kamplardan birini, Anadolu Hisarı İlkokulu’nda yapıyorduk. Ve akşam, yat borusu çaldı, yattık. Bir saat sonra kalk borusu çaldı, kalktık. Ve daha evvel de gece yürüyüşüne çıkarttılar bizi. Gece yürürken, dağ başlarından otomobiller göründü. Arkadaşlardan birisi, “Atatürk!” diye bağırdı. Biz taburu bozduk, otomobillerin üstüne yığıldık. İlk görenlerden biri de bendim, Atatürk hemen önümdeydi. Yanındakilere sordu, “Bunlar ne biçim asker, taburu bölüyorlar bunlar ya!” dedi. “Bunlar öğrenci, bunlar öğrenci” dediler, “Ha öyle mi?” dedi, el salladı ve gitti. Sonraki ikinci görüşüm de odur.
Ama kendisi Florya’da halk arasında denize girerdi. Koruması moruması da yoktu, herkes de yanına yanaşırdı, ben Atatürk’ün birkaç metre yakınına kadar yanaştım, deniz kıyısında, mayo ile. Daha sonra çok gördük de ama asıl dramatik görüşüm, Dolmabahçe Sarayı’nda, cenazesinin önünden geçerkendir. Atatürk bu milleti, mezarlarından çıkarıp, hayat veren bir adam idi. Müstesna bir kişi idi. Bugün pozitif ne görüyorsanız, onun büyük etkisi ve hissesi var onda. Bugünkü hayatımızın pozitif yönlerinin hepsi ondan kalmadır.
İstanbul’un kuytu köşesinde dünyaya geldiniz. Annenizin öğretmenlik yaptığı Göksu’daki okula beraberinde gidip geldiğinizi biliyorum, kişilik olarak en çok kimin parmak izleri kaldı üzerinizde?
Doğru. Annemin de, babamın da izleri var. Annem öğretmenimdi benim. 4 sene bana öğretmenlik yaptı. “Bu gece dersim yok” diyemezdim. Mutlaka geceleri çalıştırırdı beni. Geceleri çalışma alışkanlığım benim, annemin ölümünün üzerinden yarım yüzyıl geçtiği halde devam ediyor. Terk edemedim, hala çalışıyorum ben geceleri. Sohbetin başına oturmadığım bütün gecelerde mutlaka ya okurum ya yazarım. Bundan vazgeçemedim.
Edebiyat öğretmeniniz, bir gün arkadaşınızın cenaze törenine gittiğinde, size sakin olmanızı öğütlüyor ama sınıfça çok büyük bir gürültü koparıyorsunuz ardından, sonra müdür yoluyla bu öğretmeninize ulaştığında, hocanızın azarlarından aslında ‘Hayvanlar’ demek istediğini iki yıl sonra anladığınızı söylüyorsunuz. Hayatta bunun gibi geç fark ettiğiniz şeyler oldu mu?
Doğrudur. Geç fark ettiğim şeyler oldu, sayıları fazla değil ama sanıyorum ki, her geç fark ettiğim şeyi, fark edince, acaba ben neden daha önce anlamadım diye içime tereddütler girdi. Ve anlamadığım için saçmaladığım neler oldu kim bilir diye sıkıntı geldi bazen. Fakat bunların neler olduğunu hatırlasam, bunları düşünmeyecektim…
1965 senesinde Vehbi Koç ile Tuzla’da gittiğiniz bir yemekte, mayonuz olmamasına rağmen, bir anda kendinizi denizde bulmuşsunuz. İnsanları tabii davranmaya iten şey siz mi olurdunuz yoksa genelde özünü kaybetmemiş olanlarla mı sürerdi dostluğunuz?
Tabi dostlukların derinleşmesi için, uzak kişilerin yan yana gelmemesi lazım. Zaten yaradılış itibariyle uzak kişiler birbirine yaklaşamıyor. Görünüşte birbirine uzakmış gibi görünen insanların dahi, ruhen birbirine yakın olmaları mümkün. Şaşırmamak lazım. Vehbi Bey dediniz. Vehbi Koç ile Arçelik’in kuruluşunun yapıldığı 1 Ekim 1954’te tanıştık. Orada Arçelik’in temeli atıldı. Ben o binanın mimarı idim. Hatta temel için hazırlıklar yapıldı, iskele hazır, temel demirleri hazır, beton hazır da ne unutulmuş? İmam. Sonra Vehbi Koç da “o yoksa ben okuyum” diyerek, kurdeleyi kesiyor.
Vehbi Koç, Çayırova tesislerini gezerken, alınan arsayı gezdiriyorsunuz gezdiriyorsunuz, bitmiyor ve kendisi, “Dünyayı satın almışsınız” diyor. Böyle yönlendirdiğiniz, sizin kararlarınızı Allah’ın emri olarak görmeleri nedendi?
700 dönüm yer aldık. 700 dönüm yeri 1,5 milyon liraya aldık. Hükmettiğimiz demeyelim de, onlara yararlı yolları gösterme çabası içinde olduğumu gördüler. O arsanın alınmasında da benim bir dahlim vardır, iyi ki alındı. O zaman için ucuz bir yerdi. İlk defa Vehbi’ye göstermeye gittiğimizde, “Gözünüz doymamış, dağı taşı satın almışsınız” diye çıldırıyordu. Sonra, Hulki Alisbah vardı, Koç gurubunun iki numaralı adamı. Hulki Bey, “bir öğle yemeğine gidelim” dedi. Biz de peşinden Vehbi Bey’in arabasına bindik, gidiyoruz, Tuzla sahilinde benim eski bir restoranım vardı, oraya gidiyoruz, sahilde mezarlığın önünden geçiyoruz, Tuzla mezarlığı fevkalade hoş bir yerdir, oradan geçerken, hava da çok güzeldi, “ne iyi olurdu denize girseydik” dedi Vehbi Bey. E mayo yok. “Donla gireriz” dedi.
Yön verdiğiniz büyük adamlar oldu hayatınızda. Peki sizin gibi toplumun önünde giden, sanayicilerin, iş adamlarının önünde giden mimarlar yetişiyor mu arkanızdan? Hiç adından söz ettirmeyen bir mimarlar nesli var gibi.
Benim, mimarlık öğrenimine başladığım sene, 1940’tır. Türkiye’deki mimar sayısı sadece 200 kişiydi. Ve mimarlar odası kuruluşunda ilk yönetim kurulu, ilk genel sekreter olduğum sene, mimar sayısı Türkiye’de 1000 kişiyi bulmadı. Kayıt zorluğu vardı. Şimdi 40 bini geçti, 50 bine yaklaşıyor. 200’den 50 bine varış, ne anlama gelir, insan düşününce zihinsel mantık düzenini kaybediyor. Tabi yaşanan hareketin farklılığı, ekonomik şartların ilerleyişi gibi pozitif etkiler düşünülebilir ama bu büyük farkta pozitif etki yok. Bir anlamsızlık vardır mutlaka. Bu taraf için garipliktir. Benden sonrakiler bulsun sebebini bakalım. Herhalde toplumun içindeki bir takım yanlışlıklardan, ülke politikasındaki bir takım yanlışlıktan kaynaklanıyor bu.
O mimar neslinden umudunuz var mı?
Var. Okullar arasındaki yetiştirme yeteneği açısından önemli farklar mutlaka unutulamaz ama doğru dürüst mimar yetiştiren kuruluş, okul, üniversite, fakülte sayısının da var olanlarının hepsinin birden olduğunu düşünmek mümkün değil, tuhaflık burada.
Peki 55 yıllık mimarlık serüveninizi 1999’da bıraktınız. Mimar olarak 1,5 milyon metrekare (toplam 200 futbol sahası kadar) bina planlayıp, gerçekleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Mimarlık kültürünü, ‘Nerede Yaşıyoruz?’ adlı kitapta mizahi bir açıdan anlatsanız da, bugünkü yapılaşmaların uykularınızı kaçırdığı oluyor mu?
Kaçıyor. Şehirleşmelerde düzensizlik var. Şehircilik, bir şehri planlamak marifeti değildir. Bütün memleketteki nüfus yayılışını ve dolayısıyla o yayılışı doğuran hareketleri planlamaktır. Sanayi vaktiyle İstanbul’a öyle yığıldı ki, akıl sır ermezdi. Haliç içine sanayi yığıldı mesela. Ama şartlar o noktaya geldi ki, Haliç’teki sanayi oradan çıkmak, başka yerlere gitmek zorunda kaldı. Mahkûm oldu buna. Demek ki yanlış idi o. Ama daha sonra gittikleri yer, doğru mu? O da henüz belli değil. Ülke içinde yerleşmeyi, her şeyin nerede, nasıl olacağını bilmeyi, memleket planlaması gösterir. Şehircilik değildir, esas. Ülke planlamasıdır esas olan. İstanbul nüfusunun 1950’de ilk defa 1 milyonu aşması, şimdi ise 20 milyon olması, bu ülkedeki düzensizliğin, plansızlığın bir sebebidir. Büyük Çekmece’den, Sultanbeyli’ye kadar bu şehir bütünleşti, hatta bazı ovalar yok oldu. Bursa Ovası yok oldu mesela. Bursa’da ova kalmadı. Eskiden Bursa, Uludağ yamaçlarına yaslanmış 40-50 bin nüfuslu bir şehirdi, şimdi nüfusu 2 milyonu geçti, ova diye bir şey kalmadı. Memleketi biz işgal ediyoruz ama anlamsız bir şekilde işgal ediyoruz.
90 yaşındasınız. Bir doğum günü kutlamasında, Türkan Şoray’dan kristal bardağın içine koyduğu güle iliştirilmiş şöyle bir not almıştınız: “Sofraların ve hepimizin dostu Aydın Bey’e nice yıllara.” Gönüllerden sofralara, sohbetlerden, dillere düşmenizin size özel sebepleri neler? Deliliğe ya da mizaha bilgelik katmak mı dünyadaki göreviniz?
Dünyadaki görevim diye işi büyütmek istemiyorum. Benim şu bulunduğum toplum içinde, kendi yaşama düzenim içindeki görevim nedir, bunu hep doğru anlamaya çalıştım. Dolayısıyla bir pişmanlığım da yok ha! Yanlış yaptığım şeyler de oldu, yanlışlarımı da biliyorum ama yanlışları bu yaştan sonra daha az yapacak noktaya geldiğimi sanıyorum. “Hiç yanlış yapmayacak noktaya geldim” demiyorum.
On yıl Hürriyet’te, üç yıl da Akşam’da yazılar yazdınız. İlkini 63 yaşında çıkarttığınız kitaplarınızın sonu da gelmeyecek gibi…gelmesin de zaten…müzik, siyaset ve gündelik yaşam… ilham vericiliği anlamında hangisinin tükenmesi korkutur sizi?
Ben yaşadığım hayattan şikayetçi değilim. Yanlışlarım da oldu ama son 10 yılda bu yanlışları azalttım. Artık bunu da yapmasaydım diye elimi alnıma vurduğum hiçbir şey yok. Üstelik yanlışlarıma da rağmen, yanlışlarım da içinde olmak üzere ben bütün hayatımı benimsiyorum. Bir daha yaşasam, nasıl yaşarım, tıpkı aynı şekilde yaşarım. Değişik yaşama hayalim de, bir daha yaşarsam onu yaparım şunu yapmam gibi melekçilik huyum da yok. Biz Narlıkapı’da böyle öğrenmedik hayatı. Ne halt ettiysek onlardan kaçıp, mükafatlar edinmeye uğraşmak gibi ucuz hesapçılık bize öğretilmedi. Biz kenar mahallemizde dürüst yaşamayı öğrenmiş insanlar olduk. Onun için ben bütün yanlışlarımı da benimsiyorum, bütün doğrularımla birlikte. Bir daha yaşasam, başka türlü bir hayat ben istemiyorum, tıpkı yaşadığım gibi bir hayat istiyorum. Ama bir daha yaşamaya var mıyım? Valla yokum. Yeter artık, bir keresi yetiyor bunun.
İzmir’e ilk kez 15 yaşında 1936 yılında gittiniz. 24 Nisan 1949’da da evlendiniz. Bu kentin üzerinden ellerinizi çekmenizin nedeni, mimari olarak size yapılan yanlışlardan mıydı?
Yo, hayır, tesadüflerdir. İzmir’de benim yaptığım binalar da vardır. Örneğin ben çelikten bir pavyon binası yaptım. “Hiperbolik paraboloit“ denen taşıma sistemi ile. Fevkalade ilginç bir sistemdir. Bunu planlayabilmek için iyi geometri bilmek şarttır. Geometriyi iyi bilirdim, oradaki o yapı, birkaç yıl yerinde durdu, sonra kaldırdılar. Nereye götürdüler, kurdular mı onu da bilmiyorum. Ama benzeri bir binayı, bir kere daha ben, Hürriyet’in Güneşli tesislerinde yaptım. O bina Hiperbolik paraboloit yapının yeni bir örneğidir. Ben Türkiye’de bu tarzda yapılmış; asma, çelik konstrüksiyonlu bina ben bilmiyorum. Yapılmışsa da ben cahilim. Ama hayranlık duyduğum bir sistem idi ki, onu bir kere daha yapabildim ve onu bir kere daha hayata geçirip, yaşar hale getirebildim. Ona seviniyorum.
Son günlerde sizi reklamlarda görüyoruz ama Yüksel Aytuğ diyor ki “Memleketin en hoşsohbet adamları Aydın Boysan ve Hakkı Devrim’i bayramlarda sadece reklamlarda izleyebiliyoruz.” Reklamlar, çağa dokunmanın en kısa yolu muydu yoksa bu sizi burkan bir şey miydi?
Ben ille de reklama çıkmak gibi bir işin peşinde koşmadım. Son 10 günde zaten bayram dolayısıyla 9 tane kadar televizyon konuşması yaptım, bunların hiç birisi reklam değildi. Hepsi yaşadığımız hayatı, bayramları anlatmak amacına dönüktü. Ortalığa çıkmak için de çırpınmıyorum ha. Sıkıldım da bu kadar işin üst üste gelmesinden. Bir de bana tuhaf gelen bir işte şu: Ben bu kadar yıl mimarlık yapmışım, 55 yıl sürekli olarak yaptım, bunca yıl mimarlık öğretiminde görev almışım, 10+3 yıl gazete yazıları yazmışım. Beni en çok tanıtan, televizyondaki reklamlar oldu. Bu ne tuhaf bir iş yani?
Televizyondan önce de mimarlığınızdan çok yazarlığınızla anıldınız, bu zorunuza gitti mi?
Zoruma gidiyor tabi.”