Kış geliyor yine her yılın sonbaharının ertesinde beklenen takvimin sırasında sırasını şaşmayan. Hem de daha zalımından bu sene daha bir soğuk sanki bir de üstüne salgın da henüz gitmedi buralardan… Iyi beslenmek lazım, mesafeyle birlikte içten yakınlıkları da korumak, kendi önünden yemekle devam etmek mevsime, hayata… Öyle kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmadan, sınırını bilmek, sinir etmeden sindirmiş olmak sahip olduklarını, hazmetmiş olmak çektiklerini, güzele,iyiye ,başarmışa hasetle değil hakettiği hayranlıkla bakmak ,sade yasamak ama sadece yasamak sanmadan, olmuşu bitmişi içinden atmak ,yarına umutla bakmak …
Enerjini neye borçlusun? diye sorar bazen dostlar… Benim felsefem bu işte önüme bakıyorum,kendi önümden yiyorum ,kimsenin oksijenini sömürmeden ,üzmeden, üzülmeden … Başka türlü koruyamazsın ki kalabalıktan ruhunu. Ruhun tükenirse ne enerji kalır ne de heves… Kimsenin hevesini tüketmesine izin vermeyen haddini bilen ve de bildirenlere ise sonsuz saygıyla bundandır hayranlığım…
Kimse kimsenin göğüne bulut, acısına dulda, hüznüne yoldaş,gözüne fer,ayına yıldız olamaz elbet . Acılar da tıpkı yalnızlık gibi tek basina yaşanır. Bir başına cıktığın hicbir yolculuktan kalabalık dönemezsin Niyetin, içinde olduğun vaziyeti hazmetmek ve de devamında dimdik durabilmektir.Senin bile bilmediğin bir sen vardır içinde bulmalarından korktuğun,farkedenden uzaklaştığın…
Her örselenme biraz daha taşır seni sana, her hüzün biraz daha güçlendirir, her acı biraz daha büyütür. Ağlamadan yüzün nasıl ki aydınlanamazsa, acıya gark olmadan da vasıl olamazsın sılana. İster hırsından, ister hüznünden ister hasretinden, ister hasedinden, ister camdan kalbinden gelen en güzel hasletinden gerekçesi ne olursa olsun akıttığın her damla, seni bir yaş nispetinde ama bir katrecik boyunda büyütür. Görünür değildir elbet sızının içerideki cüssesi, gönlünde uzanan bir dağ olursun, ama gözler sana bakınca orta boylarda misali suretinde insan bulur…
Tüm bu karmaşada, mevsimlerin değişiminde, yazın sıcağı kışın ayazında bekledikçe geçmez sandığın lakin sen onu beklerken hızlıca geçen tek şey de yine zamandır… Sabırsızlıkla akıp giden tüm zamanlara inat nasıl da öğrendik beklemeyi büyüdükçe, yaşadıkça… Hangi dairede sırayı oturarak bekleyebilmiştik oysa dünlerde, gişenin dibinden ayrılmadan elimizdeki sıra numarasına öne getirir sanıp baktıkça hep ayakta, hep tetikte, hep alelacele… Trafikte önümüzde manevra yapan araca bile kaç korna sesinin ötesinde içimizde, dilimizde ne iltifatlar etmiştik bir an önce devam edebilmek için menzile… Aksamdan sabaha, hafta sonundan pazartesiye kadar sabırla itaatle ve de umutla bekliyoruz olacağı günü verilen süreyi her ne zaman diliminde ise insanoğlu her seye alışabilir, her şeyi kaldırabilir zaten” senin kaldıramayacağın yükü vermem “diyen bir Yaratıcı var sana şah damarından yakın… Bu da geçer dediğimiz her şey geçtiğinde elbet o çaylar, kimbilir ne vakit, hangi masada, hangi aceleyle içilir Nevbahar geldiğinde…
Tercihlerimiz, seçtiklerimiz ve de vazgeçtiklerimizin bir bütünüdür kül halinde yaşam… Bilerek ve isteyerek hazırlarız bilinmeyene uzanan yolumuzu. İçinde güzellik vardır, aci vardır, yokluk vardır, çokluk vardır nasipte olan kadar doyasıya yaşanmak için… Biz seçimlerimizle, seçmediklerimizi elerken gönül koyarız bir de elimizle ettiğimiz gözümüzle ağladığımız kayıplara… Hem bilinmezden yakınır hem bildiğimizi iteriz elimizin tersiyle… Merak ilgi heves hep bilinmeyene görünmeyenedir. Oysa bilmediğimiz her şey, gizemine duyulan merak kadar da risk ve kaygı barındırır içinde… Ama yine de bildiğimiz, hazır olan, aşina olduğumuz gerçeklik artık cazibesini yitirmiştir, sıradan ve değersiz gelir insana…
İnsan korktuğu kadar da koşmayı sever, elinde olmayanın, bilinmeyenin, kendisine verilmeyenin peşinden… Yeni yollar telaşıyla, karmaşık duygular içinde, bildiğimiz yollardan geçtiğimizi unutup, kalbi taşa takılmasın dilerim yüreğimiz…