“Hayat, biz planlar yaparken başımızdan geçenlerdir.” demiş John Lennon. Tıpkı Covid19 ‘un hepimizin planlarını alt üst ettiği, tüm alışkanlıklarımızı ne zamana kadar süreceğini bilemediğimiz bir süreliğine de olsa temelinden değiştirmeye zorladığı şu günlerde yaşadıklarımız gibi. Onca toplantı sergi, gösteri, konser ve hatta düğün törenleri bile iptal oluverdi bir anda. Birkaç haftadır gitmeye vakit bulamadığımız anne babalarımızı ziyarete gitmeyi planlıyorduk oysa. Sürekli ertelediğimiz onca işi saymıyorum bile. Ne çok şeyi ertelemişiz değil mi? Hayat ertelenmeye gelmiyormuş yani. Onun da kendi planları ve anlaşılmayı bekleyen bir dili varmış. O dili öğrenmek için yeterince zaman kaybetmedik mi? Covid19, hayatın dilini öğrenmemiz için bir çeşit sınavdır belki de. İyi de bu dili nasıl öğreneceğiz şimdi? Cevap basit aslında. Yaşadıklarımızı sorgulayıp farkındalığımızı arttırarak. Yaşamımızda iyi ya da kötü olarak değerlendirdiğimiz her şeyin bizlere bir şeyler öğretmek için var olduğunu yani tekâmül edebilmemiz için başımıza geldiğini fark ederek. Aslında karşımıza çıkan ve kötü olarak değerlendirdiğimiz birçok şeyi, bizleri tekâmül yolunda ilerlemeye sevk eden birer öğretmen gibi de düşünebiliriz.
Peki, bu süreçte yaşayıp öğrenmek zorunda kaldıklarımızı başka bir yolla da öğrenemez miydik? Hayır, öğrenemezdik; çünkü para kazanmamız gerekiyordu; çünkü hayatın hızına yetişmeliydik, durup düşünmeye vaktimiz yoktu. Belki de ihtiyacımız olandan çok daha fazlasını kazanmak için insanüstü bir şekilde çalışmak, bir unvan sahibi olmak, ünlü markaların kıyafetlerini giyinmek ve böylece kendimizi önemli hissetmek için ya da sadece aç kalmamak için çok çalışmak gerekiyordu. Sokakta son model arabamız olsa ne yazar, sokağa çıkamıyoruz şimdi. Bazılarımızın dolapları tıka basa dolu belki; ama haftalardır dön dolaş aynı pijama ve eşofmanla penceremize konmasını beklediğimiz birkaç kuşu izleyerek mutlu olmayı öğreniyoruz. Durup şöylece hayatımıza bir bakmamız ve sadeleşmemiz gerekiyordu belki de.
Ölüm mesela, aslında hep vardı. Her birimiz bir şekilde tanıştık onunla. Kimimiz en sevdiklerini verdi toprağa, kimimiz sadece başkalarının başına gelen acı bir durum gibi algılıyordu meseleyi; ama artık bizden o kadar da uzak olmadığını biliyoruz; çünkü her gün dünyada yüzlerce insan bu sebepten ölüyor, hem de boğularak. Hayat, her gün yeniden ölümlü olduğumuzun altını çiziyor sanki. İtiraf etmeliyim, ölüm hiç bu kadar sinsi olmamıştı. Görünmeyen bir düşmanla karşı karşıyayız ve ondan kurtulmak için yapabildiğimiz tek şey su, sabun, maske üçgenine sığınmak. Sürekli elimizi yüzümüzü yıkayıp, marketten aldığımız hiç alakasız şeyleri bile deterjanlarla yıkayıp durulamak. Olaya uzaktan bakınca size de biraz komik gelmiyor mu? Kişisel temizliğimize özen göstermiyor muyduk yoksa daha önceleri? Ayrıca şu kişisel mesafeyi koruma meselesi de çok ilginç bence. Covid19’ dan korunmak için 14 kuraldan biri olan hani. Bir özlü sözü hatırlattı bana; “Mesafe iyidir. Ne haddini aşan olur ne de canını sıkan.” Kişisel mesafemizi hayatımıza giren bazı insanlara karşı da korumak gerekiyor galiba! Bu konu üzerine biraz düşünmeye değer bence. Hikâye bir yarasayla başlamıştı. İlk zamanlar güldük, şarkılar yaptık korona üzerine; ama o kadar da komik değilmiş meğer. Ölümün şakası yokmuş. Bir sayı olarak televizyonda birkaç saniyelik ünlü olabiliriz mesele, şayet elimizi yüzümüzü temiz tutmayıp, kişisel mesafemizi korumazsak, evlerimizde durmazsak. Hayat kurtarmak ve hayatta kalmak için yapmamız gerekenler çok basit kurallarmış gibi görünüyor; ama zor olan bazen kişinin kendi kendisiyle baş başa kalabilmesi biraz da.
Her şeye rağmen bir sayı olarak bu dünyaya elveda demekten iyidir. Belki kendi kendimizi tanıyınca severiz ve gerçek yolculuğumuz başlar böylece, kim bilir?
Son birkaç haftadır kıtlık bilinciyle de tanışmak zorunda kaldık. Kimimiz aç kalmamak uğruna eline geçen ilk yiyeceği aldığı için alay konusu oldu kimimiz empati kurdu o insanla ve insanlığa bir adım daha yaklaştı, kimimiz yeni yemekler öğrendi, kimimiz ekmeğini evinde yaptı, atölyesine gidemeyen sanatçılar evlerinde üretti belki de tarihe iz bırakacak en iyi eserlerini, ne şiirler ne şarkılar yazıldı koronalı günler üzerine, aile içi sohbetler arttı ve çocuklarıyla, eşleriyle yeniden tanıştı belki bir kısmımız. Bir kısmımız maske üretti sağlık çalışanlarına destek olmak için bir kısmımız kendi maskesini yapmak zorunda kaldı. Sonuç olarak ürettik ve öğrendik bu süre zarfında. İzole olduğumuz şu pandemi günlerinde evde kaldıkça fark ettik ki kişisel hırslarımız uğruna doldurduğumuz dolaplarımızdaki pekçok şeye de aslında hiç ihtiyacımız yokmuş. Bu vesileyle dolaplarındakileri ayıkladı kimimiz ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak için Covid19 sonrası güzel günlerde, kimimiz yaşlı komşusunun ihtiyaçlarını karşıladı, sokak hayvanları için mama bıraktı bazılarımız sokağa çıkma yasağı öncesi, kimimiz bağışlarda bulundu ihtiyaç sahipleri için kendi bütçesi ölçüsünde. Yardımlaşmanın, insana nasıl bir haz verdiğini en derinlerimizde hissettik bu vesileyle. Birimiz hepimiz içiniz çünkü bunu fark ettik. Kelebek etkisiyle birbirimizin hayatlarına dokunduk bilerek ya da bilmeyerek. Bizler izole oldukça doğa da kendisini yeniledi. Dünya da bizler de güzelleştik sanki. Hayvanat bahçesindeki zavallı hayvancıkların halet-i ruhiyesini de deneyimlemiş olduk bir nebze de olsa ve hatırladık dünyanın sadece bize ait olmadığını. Biz evlerimizde düşüne duralım bu dünyaya ait olamayacak kadar güzel olan yunuslar burnumuzun dibine kadar gelebiliyor artık ve ne tuhaftır ki belki de iyi ki biz onları sadece kendi dünyaya açılan pencerelerimiz olan dijitallerden takip edebiliyoruz. İyi ki diyorum; çünkü “Ben hastaysam sen de ol.” diyen zihniyetle aynı gezegende nefes almaya çalışıyoruz. Oysa canı pahasına cana can katmaya çalışan süper kahramanlarımız olan sağlık çalışanlarımız da var bu dünyada ve iyi ki varlar. Onlara minnetimiz sonsuz.
Evet, dua edip Allaha sığınıyoruz yine, belki de eskisinden daha da fazla. Bir çeşit meditasyon gibi duanın insan üzerinde bıraktığı etki. Bir çeşit koruma kalkanı, kendimizi ve sevdiklerimizi koruyan; ama artık biliyoruz ki ilimsiz iman yetmiyor hayatta kalabilmek için. İlk emir “Oku!” değil miydi ne de olsa!
Şems Tebriz der ki “ Kâinat yekvücut, tek varlıktır. Herşey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır.” Düşünsenize virüsün tüm dünyaya yayılması bu bağı doğrulamıyor mu? Çin’de yarasa yiyen bir tek kişi bu görünmez ağ üzerinden tüm dünyayı tehdit ediyor. Bir tek kişi dünyayı değiştirebiliyormuş yani. Yani diyorum ki bu görünmez bağları birbirimize iyilikler yapmak için de kullanamaz mıyız? İyilik de bulaşıcıdır ne de olsa! Evet, artık bunu da öğreniyoruz yaşadıklarımıza bakılırsa.
Peki, bunca şey öğrendikten sonra dünya artık eskisi gibi olabilir mi? Birşeyler öğrendiysek şayet yaşadıklarımız bir çeşit sınav değil mi? Birçok soru var kafamda dönüp dolanan. Bence dünya biz istesek de istemesek de değişti artık. Bir film izler gibi yaşasak da bu olanları biz de değiştik sanki.
Sevdiklerimize sarılmanın, dokunmanın özlemini çekebileceğimizi hiç düşünemezdik değil mi? Her günümüzün bir öncekinin aynısı olduğunu düşünüp hayıflandığımız pandemi öncesi günlerin aslında nasıl da olağanüstü güzellikleri barındırdığını fark etmemiştik daha önce. Annemizin kokusu burnumuzun direğini sızlatmıyor mu şimdi? Ya da arkadaşlarla içilen bol sohbetli kahvenin tadını aramıyor muyuz? Mendil satan çocuğun yüzündeki gülümseme, bacaklarımıza dolanan sokak kedisinin tüyünün yumuşaklığı, oturduğumuz kafede yandaki masadan ekmek çalan serçeler günümüzü aydınlatmıyor muymuş yani? O günler gelecek yine ve biz yaşadığımız o günlerin nasıl bir nimet olduğunu, her günümüzün şık bir paketle süslenip bizlere sunulan bir armağan olduğunu bilip şükredeceğiz artık. Ne şanslıyız; çünkü şükretmek ve affetmek bir insanın kendisine yapabileceği en büyük iyiliktir. Şükretmeyi bilerek çıkacağız bu karanlıktan, pek çok şeyin farkında olarak bir de.