- Ca (Kanser) ile mücadelenizde size neler güç verdi? Nasıl yendiniz?
En yakınınız olarak aileniz ile dostlarınız, ayrıca ilgi alanlarınız size güç verir ve beyninize format atarak da yeniyorsunuz. En başta bunu özellikle söyledim. Ben metastazlar (tekrarlar) ve ameliyatlar da geçirdiğim için cerrah ve onkologlarımla arada bir konuşurken bu konuyu basit bir mecaz ile “sevgili arızam” şeklinde dile getiririm. Çok ilginç ki; bu röportajımızı yaptığımız ve bu sorunuzu da yanıtladığım bugün, benim ilk cerrahi operasyonumun olduğu güne denk geldi ve 17.nci seneyi doldurup 18.nci seneme de “sevgili arızam” ile birlikte böylece adım atmış oldum. 2004 yılında Libya’da bir oil & gas projesindeydim. 1980 yılında mezun olup, mühendis olarak ilk adımımı, aynı zamanda ilk genel müdürüm olan ve sonraki yıllarda ayrıca TMOK başkanlığı da yapan değerli bir büyüklerimizden Togay Bayatlı’nın yönettiği şirkette atmış, onun ve eski UEFA kokartlı hakemlerimizden Orhan Cebe’nin de teşvik ve destekleriyle, eğitim ve kurslara katılıp, ayrıca her hafta sonu 1981 -1987 yılları arasında futbol hakemliği de yapmış, sporla da birlikte yaşayan ve üstelik 2004 yılına kadar da hastane ve doktora da pek gitmemiş biriydim. Fakat 2004 yılında, arada bir gelen ağrılardan şüphelenip başkent Tripoli (Trablus) hastanesine gitmiştim. Hiç unutmadığım çok iyi bir Rus doktorun yaptığı kolonoskopi neticesinde kendime de geldiğimde, bana kolon kanseri olduğumu, fazla vaktimin de olamayacağını çok sakince, güzel bir şekilde anlatmıştı. Yani “sevgili arızamın” adı buydu ve bu şekilde onunla da tanışmıştım. Hemen Türkiye’ye geri dönüp, tekrar eden tetkikler sonrası fazla bir vaktimin de kalmadığı gerçeği ile tekrar yüzleşerek, 12 saat süren ilk operasyonum 58 % organ kaybıyla sonuçlanırken, 125 dikişle de gözümü ancak açabilmiştim. Beyne format atabilmenin önemini açıklayabilmek için, izninizle, “sevgili arızam” ile ilgili bu kısmı özellikle anlatıyorum.
Ameliyat olup 125 dikişle gözümü açtıktan bir hafta sonra dikişlerim alınmış ve birkaç adımla da ancak yürümeye başlamıştım. Taburcu olarak eve dönmüş olmak bile mucize gibi bir duyguydu. Ancak; beynimi formatlamaya da hastanede yatmakta olduğum ikinci günde başlamıştım. Çünkü; sevgili arızam nedeniyle hayat depomdaki benzinimin 2 veya 3 hafta gibi çok kısa bir süre için yeteceği söyleniyordu. Beyninize format atmak çok da kolay olmuyordu elbette. Peki, ne mi oldu? Hastanede yatarken, birkaç gün sonra attığım formatın bir an için tuttuğunu hissettim. Hastanede yattığım yatakta, bir nedenle kendi halime gülebildiğim bir anlık o gülüşümü yakalayınca, format atma çabamın da yüklenmeye başladığını o an anlamıştım. Sonuçta ani bir kararla hemen harekete geçtim. Bir hafta sonra kendimi bir başka projede, başka bir ülkede, yerden 175 metre yüksekte çalışıyorken buldum. Yani ameliyat olduğum tarih ile 125 dikişi aldırıp, 175 metre yüksekte başka bir ülkede çalışmakta olduğum tarih arasında sadece 14 gün vardı. Üstelik ben artık bir engelliydim ve yaşam tarzım bütünüyle, tamamen değişmiş durumdaydı.
Burada uzun bir detaya ve Lâtince tıp terimlerine de girmeden ve kimseyi de rahatsız etmeden en kısa özetiyle bu şekilde anlatabiliyorum. Nedenini açıklamak için izninizle bir başka anımı anlatayım. Ameliyatım sonrası, teknik konulu kalabalık bir seminerde konuşma yapıyordum. Katılımcılar içinden benim sağlık durumumu duymuş ama buna inanamamış mühendis bir yönetici arkadaş, söz alarak konuyu bana getirip, nasıl bir ameliyat geçirdiğimi de merak ederek ve onlara bu sağlık konusunda da örnek olmam açısından, bunu anlatmamı çok rica etti. Bilgi edinmek amacıyla, bana ikinci bir detay soru daha sorduktan sonra, yanıt olarak da benim anlattıklarımı dinlerken, çok hissederek dinlemiş olmalı ki oturduğu yerden bayılarak yere düşmüştü. Bu nedenle; kelimelerimi de burada özellikle seçerek, ameliyatımla ilgili fazla bir detaya girmeden, kısaca ve basitçe anlatıyorum. Ancak, kolon kanseri, yani “sevgili arızam” sonucu benim gibi, aynı ameliyatı geçirdikten sonra, hastaların birçoğu, bu duruma gelmeleri nedeniyle, büyük çoğunlukla kendi içine kapanır ve ciddi bir depresyona da girerler. Yurt içi ve yurt dışındaki bazı üniversiteler, hastaneler veya bu alandaki derneklerin grup tedavi ve rehabilitasyon merkezleri, ameliyat sonrası benim gibi reaksiyonları moralitesi açısından değişik olan örnek vakaları arada bir psikolojik ve moral destek amaçlı olarak sunum yapmaya da davet ederler. Ben de çağrıldığımda, bir gönüllü olarak; ilgili slaytlar, resimler ve sunum dosyamla gider, bu ameliyatı geçirmiş her yaştaki hastalara neyi nasıl yaşadığımı ve ne reaksiyonlar verdiğimi, yaşam içerisindeki hayatlarımızı kolaylaştıran ve zorlaştıran detayları ve tecrübelerimi, onlarla elbette ki çok açık bir şekilde paylaşırım. Bu sunumlar ve paylaşımların moral destek açısından çok da yararlı olduğuna dair ciddi geri bildirimler alırız. Bu konuda bana ulaşanlarla da gönüllü olarak, elbette her zaman da görüşüyorum.
İnsan beyni gerçekten müthiş bir komuta merkezidir. Aynı zamanda da bir simülasyon merkezidir. Bu cümlenin altını özellikle çiziyorum. Ciddi bir hastalıkta verilen ilaçlar ve uygulanan tıbbi tedavinin iyileşmede 50% etkisi varsa, diğer 50% iyileşmenin de ancak hastanın moral gücüyle gerçekleşebildiği, tıp uzmanlarınca hastalara ve yakınlarına da her zaman bu şekliyle de tavsiye niteliğinde anlatılır zaten. Hasta; kendi beynine, öncelikle hasta olmadığını, unutmak ve unutturmak yoluyla ve amacıyla yüklemek zorundadır. Bunun için beynini sürekli olarak sevdiği konu ve uğraşlar doğrultusunda meşgul etmek zorundadır. Böylece unutma işlemi tetiklenmeye başlayacaktır. Daha sonrasında, şimdi bahsedeceğim 2 eylem türünün sürekliliği başlatılmalıdır. Bu eylemlerin biri “sevgi”, diğeri “mizahtır”. Hasta olan kişi, elinde olan her şeyi, bunlar çok kısıtlı da olsa sevecektir ve sevmesini de bilecektir. Aile bireylerini, dostlarını, böcekleri, ağaçları, işini, işi yoksa mutfağı ve yemek pişirmeyi, bahçeyi veya balkonu, kediyi, köpeği, kuşu, balığı, elmayı, armudu, eşini, çocuklarını etrafında ne varsa hepsini sevecek ve onlarla sürekli temasta olacaktır. Ben bu konudaki grup tedavi amaçlı seminer veya sunumlarımda; ” kavgalı olduğunuz kayınvalideniz, gelininiz, damadınız veya kiranızı çok yükselten ev sahibiniz de olabilir. Onları da seveceksiniz” diyerek de katılımcılara özellikle şaka yollu da olsa çok takılırım. Hastanın ikinci eyleminde ise “Mizah” olduğu için şakalaşmak, gülmek ve güldürmek esastır. Hasta kişi, önce her aynaya bakışında, aynadaki kendi yüzüne mutlak gülecektir. Evdekilere, kedisine, kuşuna, bahçesindeki çiçeğine, komşusuna, arkadaş ve dostlarına. Kısacası herkese ve her şeye gülümseyecek, onları güldürecek sohbet konuları bulacak, hep birlikte güleceklerdir. Hasta olan bu kişi, hayatla da kendisiyle de resmen ve halk diliyle adeta “gırgır” geçecektir. Kendisiyle alay edebilen kişi zaten olgun ve örnek kişidir.
Hasta, işte bu ikiliyi unutmayacaktır: “Mizah ve sevgi! Bunların birine sahipsen, sen mutlusundur. İkisine de sahipsen, sen yenilmezsin!” – Bu cümle “Kangal Segah ve Saka Rast” isimli kitabımın da ön sözünde de yazılıdır. Hastanın evinde, bu hastalık konusunun yani “arızanın” mümkün ise kelimesi bile konuşulmamalıdır. Hasta olan kişi, şayet herhangi bir nedenle hastalığı konusunda evdekilerle konuşma gereği duyuyorsa, zaten konuyu kendisi açarak elbette konuşabilir. Hasta olan kişi; fiziksel, bedensel ve/veya zihinsel meşguliyetlerini durdurmayacaktır ve olabildiğince hiç hasta değilmiş gibi yaşayacaktır. Hasta, kendi arızasını etraftan saklamaya da çalışmamalıdır. Sosyal yaşam içerisinde konuyu açan biri olabilir veya gereken bir anda, hasta kişi kendisi de açıklaması gerekiyorsa açıklar veya kısaca karşısındaki kişiye veya kişilere de rahatlıkla duruma göre hastalığını veya derdini açıkça da söyleyebilir veya söylemelidir. Hastalığının bir “top secret” devlet sırrı olmayacağını, hasta olan kişi içtenlik ve rahatlıkla kabullenip özümsemelidir. Sonuçta; hastanın beyin organı, bu formatı çok kısa sürede alıp yükleyecek ve bütün hormonal dengeye ve vücut bütünlüğüne ait sistemlere bu format kapsamında yoğunlaşıp, komutlar göndererek onları harekete geçirecektir.
Bu aşamaya gelirken beslenme rejiminizde de doktorunuzun tedavi yöntemi ve tavsiyelerine göre beslenmeniz de kesinlikle çok önemlidir. Bunun yanı sıra, besin destek gıdaları da vardır ki; bu konuda burada detaya girebilmek olanaksız olacağı için, öne çıkarılacak olan besinlerin sadece isimlerini verebilirim. Bu açıklama bir reçete de değildir. Dikkat ederseniz “besin destek gıdaları” tanımlaması kullanılmaktadır. Halk sağlığında, her yaşta, herkesin kullanabileceği gıdalar olup, dozları da çocuklar veya yetişkinler için en alt seviyede tutularak alınabilir. Zaten, içeceğiniz suyu dahi eğer günlük dozda fazla alırsanız veya çok az alınırsanız, çok ciddi boyutta hayati sorunlar yaşarsınız. Bu besinleri mevsimine göre olsalar da genelde her zaman bulabilirsiniz. Bunlar; sarımsak, limon, soğan, yumurta kabuğu zarı, enginar, brokoli, lahana, turp, karpuz kabuğu suyu, turunçgiller ve suyu, havuç, pancar ve şalgam suyu, çörek otu yağı, keten tohumu yağı, kefir ve yoğurt, kabak çekirdeği, siyah çekirdekli kuru üzüm, siyah erik kurusu, kekik, tarçın, karanfil, zencefil tozu, zerdeçal tozu, havlucan tozu, defneyaprağı, tahin ve pekmez, nar ekşisi, sumak, ceviz, zeytin ve zeytinyağı, yer fıstığı gibi gıdalardır. Doktorunuza dozlarını ve nasıl kullanacağınızı da danışarak, düzenli olarak yemek masanızda eksiksiz halde bulundurunuz. Ayrıca; müzik dinlerken enstrümantal (sözsüz) müzikleri tercih ediniz. Gelişmiş ülkelerde artık bir tıp dalı haline de gelen “audioterapi” merkezlerinde de Türk musikisi makamlarının özellikle dinlendirildiğini ve dünyada bilimsel temelde musikideki makamlarımızın aritmetik formülasyonları, ritimleri ve frekans aralıklarına ait bantlarının belli organlarımızı etkilemekte olduğu konusunda ciddi çalışmalar vardır. Örneğin, Kürdilihicazkâr makamı düşük tansiyonunuzu yükseltebilirken, Saba makamını dinleyerek yaklaşık 15 veya 20 dakikada oturduğunuz yerde derin bir uykuya geçebilirsiniz. Laf aramızda kalsın; ben de arada bir, Ney üflerken, bu etkileri yakınlarım hatta komşularım üzerinde de onlara hiç bahsetmeden çok denemişimdir ve denerim. Sonuçlar her zaman harikadır. Ayrıca; Vivaldi’nin Keman konçertoları, Leo Rojaz’ın panflüt soloları, Ferid Farjah keman soloları, Ney, kanun ve gitar soloları ve birlikteki kayıtları, sözlü müzikte ise bizim müziğimizi ve ritimlerimizi çok kullanan ve ülkemize her zaman gelen dost insan Loreena McKennitt harikadır. Julio Iglesias ve Enigma gibi yumuşak sesli kayıtlar da idealdir. Fazla gürültülü müziklerden mümkünse uzak durunuz. Önemli olan; ruhun ve beynin; mutluluk verecek ve aynı zamanda hastayı dinlendirecek bir frekansı yakalaması esastır.
Diğer taraftan da yetişkin dozu olarak günde 2 litre su mutlaka içiniz. Sakın kilo almayınız ve porsiyonları en aza indiriniz, günlük öğününüzü mümkünse ikiye düşürünüz. Ev ve ofislerinizde beyaz ışık veren lamba kullanmayınız. Mutlaka gün ışığı rengi veren lambaları tercih ediniz. Bunlara, fikir verebilmesi açısından çok kısa birer örnek başlıkları olarak değindim elbette. Yeri gelmişken, bana bütün bunların detay uygulamalarını da öğreterek, uygulamam için anlatan, tavsiyede bulunan ve yardımcı olan Türk ve Rus bütün cerrah veya onkolog dost ve akademisyenlerimizi de şükran ve minnetle her zamanki gibi anıyorum. Fikir vermesi açısından, halk deyişi ile 7’den 70’e alınabilecek en küçük dozuyla şu bir kaç uygulama tarifinin örneğini de vereyim: Yarım litrelik bir cam kavanoza bir veya iki baş sarımsağın bütün dişlerini hafifçe ezerek veya küçük parçalar halinde keserek koyunuz. Üzerine de sıkılmış taze limon suyu doldurunuz. Ertesi günden itibaren sabah ve akşam yemeklerden yarım saat önce çocuklara birer tatlı kaşığı, yetişkin olarak sizler bir veya ikişer yemek kaşığı günlük doz olarak tüketiniz. Bir diğer örnek: Bir limonu yıkayıp kurulayınız ve dolap buzluğuna koyup dondurunuz. Ertesi gün, küçük bir çorba kabına yoğurt koyunuz ve bu yoğurdun içine; buzdolabının buzluğundan çıkaracağınız donmuş limonu hiç yumuşamasını bekletmeden, taş gibi donmuş haliyle üçte birini (1/3) bir bütün olarak kabuğu ve çekirdeği ile rendeleyerek koyunuz. Bu karışımı yemek öncesi de tüketebilirsiniz. Bu rendelediğiniz üçte bir (1/3) limon günlük dozdur. Sabah, öğlen veya akşam yemeği öncesi tüketebilirsiniz. Ertesi gün kalan limonu buzluktan alıp tekrar aynı şekilde yoğurdun içine ikinci kez üçte birini daha rendeleyiniz ve kaşıkla tüketiniz. Bu kür en az 3 ay boyunca uygulanmalıdır. 3 ay sonunda 1 ay ara verip tekrar uygulayınız. Mevsimine girdiğimiz bir diğer örneği vereyim: Biz lahana turşusunu çok lezzetli ama yanlış yapıyoruz. Rus mutfağındaki gibi yapalım; lahanayı bir kabın içine bıçakla ince ince göz zevkiniz kalınlığında keserek dilimleyiniz. 1 cm eninde kesilmiş dilim kalınlığı idealdir. Bu kabın içine, damak zevkinize göre iri tuz atarak elinizle ezip fazla sıkmadan, okşarcasına hafifçe sıkarak lahana dilimlerini tuzla ovunuz. Sakın su koymayınız. Lahanalar 5 dakika gibi, kısa bir sürede yumuşak bir şekle geldiğinde, eliniz de nemlenmeye başlayacaktır zaten. O şekilde durup, bu karışımı hemen yarım veya bir litrelik cam kavanoza bastırarak koyunuz. Tekrar özellikle belirtiyorum; asla su kullanmayınız. En üstüne küçük bir tatlı kaşığı kadar sirke ve 1 tatlı kaşığı zeytinyağı dökebilirsiniz. Bir çay kaşığı ucuyla da toz şeker serpiniz. Başka hiçbir şeyi içine atmayınız. Kapağı 5 gün boyunca açık kalacak olan kavanozunuzun içinde sıkıştırmış olduğunuz lahanın üzerine temiz bir ağırlık da koyabilirsiniz. Örneğin ağırlık olarak; su dolu temiz bir cam şişeyi üstüne ağırlık olarak kavanoz ağzından içeri sarkıtıp koyabilirsiniz. Kapak ile kapatmayacağınız için, ilk 5 veya 6 gün içinde lahana gazını da kolay atacaktır. Mutfağınızda güneş ışığı almayan bir yere 5 gün boyunca ağzı açık şekilde bırakınız. Lahananın müthiş bir şekilde su gibi bir sıvı özü salgıladığını göreceksiniz. Bu sıvı; doğal B vitaminleridir. Sakın dökmeyiniz. 5 gün sonunda kavanozun tadına bakınız, turşunuz hazırdır. Artık kavanozunuzun ağzını bir kapak ile kapatabilirsiniz. Normal turşu porsiyonları halinde olduğu gibi tüketiniz. Unutmayınız ki B vitaminleri ve özellikle de B 17 çok önemlidir. Sevgili arkadaşlarımız, lahananın salgıladığı B vitaminlerinin tümünü, özellikle de B17 de görünce kaçarlar. Elbet burada anlattıklarımın hepsi onları kaçırtır.
Uygulamalar bunlara benzer uygulamalardır. Sabahları uyanır uyanmaz da bir çay kaşığı toz karbonatı, bir bardak suyla aç karnına hemen içiniz. Bunların hepsinin detaylarını dostlarla her zaman anlatır ve paylaşırım. Ancak, uygulamak isteyenler, bu tarif edilenleri uygulamaya başlamadan evvel mutlaka doktorlarına göstererek danışmalıdırlar. Bütün bunları da ayrıca 17 senede 5 kez metastaz (tekrarlanan vaka) yaşayan ve bu nedenlerle de 5 kez de büyük operasyonlar geçirmiş biri olarak söylediğimi hatırlatmama da izin verin lütfen. Şaka yollu şunu da söyleyim; arada ciltte veya başka bir yerde sobelendiğim küçük ameliyatlara ait vakalarım bu sayıya dahil değildir.
Sevgili arızam ile saklambaç oynarken, bahsettiğim gibi arada bir sobeleniyorum. Fakat stres ve paniğe yer yok elbette. Her hasta, olası metastas ataklarına da hiç aldırmamalıdır. Bunlar grip veya nezle gibi gelip geçici sıkıntılardır diyerek, yönteme kaldığı yerden aynen devam etmelidir. Vaktin geleceği anı sadece “O” bilir. Bunu da unutmayınız lütfen. Sizin için, her gün ve her dakika bir doğum gününüzdür. Her anı kutlayınız!.. Arada bir ezber de bozarak hem kendinizi hem de çevrenizi şımartmaktan da çekinmeyiniz!.. Büyükler de şöyle söylerlerdi; “Oturduğunuz masadan, oturduğunuz gibi kalktıkça, masadaki her şey helaldir size.” Yeter ki neşeniz ve sevginiz her zaman daim olsun. Mevlâna’nın bu sözünü de unutmayalım; “Aradığın, seni arayandır! Misafirsin bu hanede ey gönül, umduğunla değil, bulduğunla gül!
Hane sahibi ne derse o olur! Ne kimseye sitem eyle, ne üzül.”
Covid 19 ile değişen hayatlarımızda Mevlevî felsefesinin ve endüstri mühendislğinin önemi daha kavranır olacak mı?
İnsanlık tarihine bakıldığında; ateşin bulunmasından, tekerleğin icadından beri, insanlığın en büyük keşifleri ve güzellikleri büyük problemler karşısında yakalayıp ortaya çıkardığını ve paylaştığını görürüz. Bu sorunlar her alanda olabilir.. Önemli olan; insanlığın sorunlara yaklaşım biçimindeki niyetidir.
Dünya ve evrenin tümünde “her alanda” zıtlıkların bulunduğu doğal bir gerçektir ve bu zıtlıklar aslında mükemmelliği(kusursuzluğu) yaratır. Bu zıtlıklara “her alanda” derken; ilim ve fen alanındaki bütün bilimsel disiplin alanlarını kast ediyorum. Mükemmelliğin bu gerçeğini; atom altı parçacıklar mekaniği ve fiziği (kuantum) içindeki teknik alandan başlayarak her türlü mühendislik dalları ile teknik ve sosyal alanlar bir arada olmak üzere de ziraat, gıda, ekonomi ve finans, havacılık ve uzay, teoloji, tarih ile tıp alanına kadar uzanan çok geniş bir ilim yelpazesi içinde mükemmellik halinde görebiliriz.
Zıtlıklar sadece bu bilimsel yelpaze içine giren alanlarla mı sınırlıdır? Elbette ki hayır. Çünkü bütün bunların dışında, ayrıca burada işin içine bir de insan faktörü girmektedir. İnsanın işin içine girmesiyle birlikte de doğal olarak o işin başındaki insanın ortaya koyacağı sonucun olumlu mu, yoksa olumsuz mu olacağı gibi bir yol ayrımı, karşınıza çok büyük bir risk olarak çıkmaktadır. İnsan varlığı da fiziksel, zihinsel ve ruhsal yönleri ile şekillenmektedir. Zihinsel ve ruhsal alan, bir bütün halinde insanlığı ve buna bağlı olarak da dünya yaşamını her haliyle görülebilen bir biçimde, alınmış olan eğitim kalitesi yönünde olduğu kadar, diğer taraftan da temel yaşam gereksinimlerinin karşılandığı fiziksel alanı içerinde, güzelliklerin paylaşımından alınan paylar oranında da bir kompozisyon haline gelerek, doğruları ve hataları ile ortaya çıkar. İnsanın, ruhsal ve zihinsel alanındaki şekillenmesinde; pozitif ilimlerle birlikte teolojiktinsel alanlardaki akımların da büyük rolü vardır. Teolojik – tinsel alanın, pozitif bilimler çerçevesinde ele alınması gerekirken, maalesef ki bu alan, insanın kompozisyonunu oluşturan şartlar altında ve eğitim düzeyine de bağlı olarak olumlu veya çok olumsuz zıtlıklar da yaratan bir halde pozitif bilimlerle olan bağları da koparılarak hareket edilmektedir. İnsanlık dünyasının içinden çıkılmaz sorunlarının kaynağında da; son yıllarda giderek artan bir şekilde, insanoğlunun bencilliği ve güç elde etmeye yönelik hırsı ile inanç dünyasını bu yolda kullanıyor olması yatmaktadır.
Bütün dünya ülkelerinde ve her din ile her inanç içerisinde, olumsuzluklarının insanlığa yansıma etkileri olan ve yıkımlara neden olan sorunlarda, teolojiyi bilim çerçevesinden çıkarıp, bilimle olan bağını kopartan, bu tür olumsuz tinsel akımlar yatmaktadır. Aksi halde, elbette ki bütün dünyada ve bütün ülkelerde, bütün inançlarda da insanı ve insanlığı odağına oturtan, güzeli üretmeyi ve güzeli paylaşmayı ilke edinip başaran olumlu anlamda inanç akımları olduğu gibi, inanç dünyası dışında da kalan birçok olumlu akımlar da vardır. Evrensel boyuttaki herhangi bir sufizm ve hümanizm ekolü, poztif ilimlerle beraber uyum içerisinde ve aynı çerçevede yol alırken, odağında bütün insanlar ve bütün bir insanlık ile güzelliklerin üretilmesi ve paylaşımı da vardır. Evrensel boyutta kabul gören sufizm ve hümanizm akımlarının ortak noktaları da zaten bu görüş açısı ve uygulama ilkeleri olurken, dinsel alandaki farklılıklar veya inançsızlık da asla söz konusu yapılamaz ve yapılmamaktadır. Bu ortak konudaki özlü ve evrensel detay, daha önce bahsettiğim gibi, çok önemli bir güzel detaydır ve dünyada da kimsenin tekelinde olması söz konusu değildir. Uluslararası ve dünyadaki ülkelerin kültür bakanlıkları ile karşılıklı olarak düzenlenen etkinliklerde öylesine güzel insanlarla tanışma fırsatınız oluyor ki; karşınızdaki o güzel insanın bir papaz, bir imam, bir haham, bir budist veya bir ateist olduğunu asla bilemez ve anlayamaz hale geliyorsunuz. Anadolu sufizmi ve hümanizmi de bu çerçevede dünyaca bilindiği gibi, dünyadaki diğer bütün evrensel boyuttaki benzer örnekler de kadim Anadolu sufist ve hıumanistlerince de aynı şekilde karşılıklı olarak bilinmektedir.
Sorunuzun diğer tarafına gelecek olursak; bilgi ve dijital çağının başlangıcında olan insanlık, çok ilginç bir döneme girmiştir. Bu yeniçağın başlangıcında, bütün meslek dalları yeni gelişmelere paralel olarak hızla gelişirken, uygulama alanlarında da çok büyük değişimler ortaya çıkmaktadır ve daha da çıkacaktır. Sanayi sektöründen tıp alanına kadar geniş bir alanda çalışan endüstri mühendisliği de bu kapsamda güncellenerek daha da değişecektir. Ayrıca, Yeni gelişmeler de yepyeni meslek dallarını da ortaya çıkartmaktadır. Bu arada şunu da belirtmekte yarar vardır: Yaşanmakta olan Covid salgını da eninde sonunda mutlak bitecektir. Bu veya buna benzer küresel sorunların kök nedenleri temelinde, yukarıda da bahsettiğim gibi, maalesef ki bencilliğine ve hırslarına yenilmiş olan insanlık vardır. Salgın dışında dünya gündeminde görmekte olduğumuz savaşlar, işgaller ve iç çatışmaların temel kök nedenlerinde de bencilliği ve hırslarına yenilmiş olan yine aynı insanlık kompozisyonu vardır.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi; bu ilginç dönemde bütün bir insanlık, büyük bir zorlu sınav dönemi geçirmektedir ve dileğimiz; insanlığın bu sınavlardan da başarıyla çıkarak yeniden bambaşka güzellikleri ortaya koyabilmesi ve mutlak olarak da bu güzellikleri adil bir şekilde paylaşmasıdır. Güzellikler paylaşılamadığı sürece; insanlık ve dünya huzur bulamayacak ve yeniden daha başka ciddi sorunlarla da karşılaşabilecektir. Dünyanın ve insanlığın huzuru için güzellikler üretilmeli ve güzellikler adilce mutlak paylaşılmalıdır. Bunun da aksini düşünmeyelim bile. Aslında, her şey çok basittir ama zor olan basiti anlamaktır. Sorunların çözümleri, sadece ulus devletlerin sorumluluğuna bırakılmamalı ve insanlık dünyası, çözümleri acilen bulmak için, uluslararası bir takım oyununu hep birlikte, başta da BM(UN) da olmak üzere organize olarak gerçekleştirmelidir. İnsanlık dünyası bunu da her alanda başarabilecek güçtedir. Dünya bütününde, insan nesli, temel gereksinimlerini hak ve eşitlik ilkesiyle küresel boyutta, barış içerisinde çözebilir ve ortak güzellikleri de paylaşabilir. İnsanlık doğal olarak, var oldukça, temel gereksinimlerinin dışında, ruhsal gereksinimleri için de arayışını içsel boyutlarında da sürdürmeye ayrıca devam edebilecektir.
Gönül gözünü açmak üzere arayışa girenler, aradıklarını da bir şekilde mutlaka bulabileceklerdir. İnsan, yeter ki istesin. Komutu alan beyin hücreleri, bir kapıyı mutlaka bulup açarlar. Bu konuda, daha önce de dünyanın diğer bir ucuna ait örneğini de verdiğim gibi, çok benzer örnekleri daha da vardır. Mevlana’nın dediğini de unutmayalım..” Aradığın, seni arayandır!”.
Çok ağır bedeller ödenecek olsa da her alanda da olduğu gibi, her zaman, eninde sonunda mutlaka güzellik ve doğruluk kazanacaktır. İçine düşebileceğimiz olumsuzluklar dünyamızı karartmamalıdır. Değişmeyen tek şey, değişimin tam kendisidir. Doğruyu ve güzelliği bulup paylaşmak için bazen bakış açımızı hafifçe değiştirmemiz bile yeterli olabilir. Mevlâna’nın bu konuda da dediği gibi; “Ay doğmuyorsa yüzüne, güneş vurmuyorsa pencerene. Kabahati ne güneşte, ne de ayda ara! Gözlerindeki perdeyi arala! Güzel düşün ki güzel yaşa!”
Ney ve diğer sanat çalışmaları ile yazdığınız kitaplar size nasıl duygular yaşatıyor? Gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Samimiyetimle söylememe izin verirseniz, ancak şunu söyleyebilirim: En yoğun gerçekle yaşadığım duygu; her geçen gün, bir kez daha hiçbir şey bilmediğimi öğrenmek oluyor ve bunun üzüntüsünü yaşıyorum. Bu sözü çok seviyorum : “Hiçbir şey öğrenemedim, bari bir Hiç olaydım!”.. Büyüklerimiz bu sözü aslında yarı şaka, yarı ciddi ama bir öz eleştiri olarak söylerlerdi. Biliyorsunuz; Anadolu sufizmi ve hümanist kültüründe “Hiç’lik” çok derin ayrı bir konunun da ifadesidir. Ben, bu sözü özeleştiri anlamında çok beğenirim.
Bizler, çok şanslı bir nesildik. Ben de bu röportajda adı geçen ve isimlerini yazmakla da bitiremeyeceğim değerli bütün bu büyüklerimizi, bu güzel insanları görüp tanıyabilen biri olarak ayrıca çok şanslıydım. Benim üzerimde de bizim kuşağımızdaki bütün arkadaşlarımızın üzerinde de çok emekleri olan, bu çok güzel insanların hepsi cumhuriyetimizin de ilk nesilleriydi. Hepsi; bilim, sanat ve kültür alanlarında oldukları kadar, kendi mesleklerinde de müthiş uzman olan çağdaş ve çok değerli, örnek kişilerdi.
Değerli bestekarlar Onur Akdoğu, Dr. Alaaddin Yavaşça, Avni Anıl hocalarımızdan başlayıp, İstanbul Yenikapı Mevlevihanesinden Postnişin ve büyük Neyzen Andaç Arbaş olmak üzere, Doğan Ergin, Neyzen başı Arif Biçer ile Ney’lerimizi açan Tümer Aytekin, sesi halen kulaklarımda olan Kani Karaca’ya kadar uzanan ve isimlerini buraya sığdıramayacağım bütün nice güzel büyüklerimizi unutmak mümkün değildir. Çocukluk ve gençlik yaşlarımızdan bugünlere kadar, bütün bu güzel insanlar ile birlikte olabilmek ve onlardan bir şeyler öğrenebilmek; bizler için çok büyük şans olduğu kadar, inanın ki çok da güzel anılara sahip olmaktı. Adeta çok büyük bir aile gibiydik.
Keman dışında benim ilgi alanlarım içinde Ney bambaşka bir şeydir. O bir saz değil, sazın ötesinde size bir yoldaş ve arkadaştır. Dosttur. Ney’i üflerken, o güzel sesin frekans ve titreşiminin içinize yansıyan halini çok güzel hissedersiniz. Dinleyenlere de böyle güzel etkileri vardır mutlaka. Ben çocukluğumdan beri günde 19 saat yaşayan ve günde ancak 4 ya da 5 saat uyuduğum için olsa gerek, ilgi alanlarım ile meşgul olabilme fırsatını da çok bulan biriyim. Bu nedenle musiki, hat, tezhip ve heykel sanatlarıyla uğraşmak da bir kitap yazmaya oturmak da benim sevdiğim ve beni dinlendiren uğraşlarımdır.
Hat ve tezhip için gereken altın yaldızı da geleneksel klasik yöntemiyle imal etmek de benim işimdir. Ben dışarıdan altın tozu ve yaldızı almam, kendim üretmeyi tercih ederim. Örneğin; ustalarım ve hocalarımdan öğrendiğim gibi, bir kristal veya cam ya da sağlam bir porselen tabağa 18, 22 ya da 24 ayar küçük bir parça altın varak metali koyar, üzerine bir kaç damla süzme bal dökerek, sağ elimin başparmağımla üzerine basıp ezerek tabak içinde döndürmeye başlarım. Arada yine, gerekirse birkaç damla süzme bal dökerken, küçük bir kapta kaynatmaya da devam ettiğim kaynar sıcak kemik iliğinin suyundan da balın üzerine aynı şekilde damlatıp döndürerek ezme işlemine devam ederim. Hiç ara vermeden, yaklaşık 8 saat boyunca sürekli ezme işine devam ederek, tabak içine koyduğunuz küçük bir altın parçası sonuçta mikron seviyesinde bir toz halinde tabağa sıvanarak yapışır kalır. Bir kaç dakika için kurumasını bekler ve bu sefer sadece kaynamaya devam eden kemik suyunu tabağa küçük bir kaşıkla dökerek, bu altın tozunu sıyırıp bir küçük cam kavanozun içine dikkatlice dökerek alırsınız. İlerideki günlerde kullanacağınız zaman, cam kavanozu açıp, kuruyan altın tozunun üzerine bir çay kaşığı ılık bir kemik suyu dökerseniz. Altın yaldızınız böylece fırçanızın ucuna veya kamış kaleminizin ucuna gelecektir.
Önceden yumurta akı sürerek yazınız veya tezhip sanatındaki resim çizginiz için hazırladığınız ve eskitme yaptığınız kâğıdınızın üzerine de nefesinizi de tutarak dokundurmak suretiyle kolayca yazabilecek veya çizebileceksiniz. Bu arada, hat ve tezhip sanatında nefesi tutarak yazıp çizmenin öneminin, dokunuş anındaki titretmeyi azaltmak için uygulan bir teknik olduğunu da belirtmeme izin veriniz lütfen. Daha sonra, yazdığınız veya çizdikleriniz kâğıt üzerinde kuruyunca, kâğıt üzerindeki altın metal, sizin gözünüze parlak olmayan ve mat bir toz gibi gözükecektir. Endişelenmeyiniz. Paslanmaz krom metal bir yemek kaşığını çizdiğinizin veya yazdığınızın üstüne bastırarak ezdiğinizde 18, 22 ya da 24 ayar altın pırıl pırıl sapsarı bir renk ışığı saçarak parlayacaktır ve iyi bir ortamda iyi korunduğu sürece de yıllara da meydan okuyarak asla dökülmeyecektir. Altın bir levha üzerine siyah mürekkep ile yazı yazmak ise ayrı bir teknikle mümkündür.
Severek yapılan bütün uğraşılar sizi asla yormayacak, aksine dinlendirecektir. Ancak; bir defter sayfası ölçüsünde dediğimiz ve teknik olarak A4 şeklinde ifade edilen büyüklüğündeki bir karton kâğıda uygulayacağınız hat ve tezhip desenleri, tasarlayıp yapmayı düşündüğünüz kompozisyon şekline de bağlı olarak, başlayacağınız bir çalışmanın bitişine kadar geçen toplan saat süresinin 150 saat ve hatta 200 ya da 250 saatlere kadar ulaştığını görebilirsiniz. Üstelik bütün bu süreç içerisinde hiçbir hata yapmamanız gerekmektedir. Çünkü yapılacak bir hatayı düzeltebilmek adeta olanaksızdır. Dolayısıyla bütün bunlar çok sabır isteyen el sanatı konularıdır. Bu kısa anlatımı, sadece küçük bir fikir verebilmek amacıyla aktarıyorum. Elbette ki hazır olarak boya marketlerinde altın yaldızlar bulunur. Burada 8 saat boyunca parmağınız ile bunu yapmak girişimi, çok basit ve çok küçük bir örnek olarak, sadece kendinizi sabır konusunda eğitmek ve test ederek zorlayıp, sabır seviyenizi de korumanız içindir. Kısacası; bunların hepsi benim için de çok dinlendirici uğraşlar oluyor.
Tekrar sizin sorunuza dönecek olursak.
Her şeyi bilecek kadar genç olmadığım için, ben kendim olarak gençlerin tavsiyelerine gerek duyan biriyim. Dokuz yaşındaki torunuma da danıştığım ve ondan öğrendiğim çok konu vardır. Mühendis veya yönetici olarak çalıştığım ortamlarda da personelimden ve özellikle işçilerimizden de çok değerli bilgiler öğrenmişimdir. Bizlerin gençlerden sadece beklentilerimiz olabilir. Onlardan benim beklentim, tek bir cümleyle; bizim kuşaklarımızın yaptığı hataları yapmamalarıdır. Zaten, bizlerin yaptığı hatalara ve ihmallere bakıp dersler çıkartmaları da onların başarıları için yeterli olacaktır. Araştırmayı ve araştırırken de konuları sorgulamayı her alanda yapmaktan çekinmemelidirler.
Siyasi partilere ve uluslararası kurumlara genç yaşta katılmaları ve böylece bir an önce ülke ve dünya sorunlarının çözümlerinde ortaya koyacakları pozitif enerjileriyle de her alanda güncelleyip çözerek, ortaya çıkacak olan güzellikleri de sevgi ve barış içinde tüm insanlık ile paylaştıklarını görmek umudum, onlara ait en büyük dileğim ve beklentimdir. Beni ve bizlerin kuşağını bağışlarlar mı bilemiyorum ama onlara daha güzel ve daha adil bir dünya bırakılmadığı için, ben kendi adıma; her zaman ve her fırsatta Z ve Alfa kuşağı içerisindeki kız ve erkek bütün gençlerden ve çocuklardan, bütün samimiyetimle özür diliyorum. Umarım bizleri bağışlarlar. Bu fırsatı bana da sunduğunuz için size de ayrıca çok teşekkür ediyorum. Umudumuzu koruyoruz ve Mevlana’nın bu sözünü gençler için yine tekrarlıyorum; “Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama sen unutma ki; rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar!”
1981 – 87 yılları arasında futbol hakemliği yapmışsınız. Bu yıllarınızı anlatır mısınız? Hakem olmak nasıl bir sorumluluk? O dönem ile şimdiyi kıyaslarsanız, Türk futbolu nerede? Türk futbolu, dünyadaki bu büyük pastadan ne kadar pay alıyor?
Futbol; bütün dünyada, turizmin bacasız endüstri olarak tanımlanması gibi, aynı şekilde tanımlayabileceğimiz önemli ve büyük bir sektördür. Ülkelerin sosyal ve kültürel yapıları, ekonomik yapıları ve buna bağlı olarak finans güçleri ile eğitim düzeylerinin bir araya gelerek oluşturdukları bir kompozisyon olarak da şekillenerek ortaya çıkan bir resim gibidir. Futbol sektörünün kalitesini de ortaya çıkan kompozisyon resmini şekillendiren bu etkenler belirler. Gerçek anlamda futbol; zeka, fiziksel kabiliyet ve güç, strateji, eğitim ve bireysellik haricinde de takım oyunu bilincinin ortaya konulduğu görsel bir sanat dalı olmasına rağmen, yukarıda bahsettiğimiz gibi, ülkelere ait kompozisyon resmine göre de sanatsal açıdaki başarı seviyesi de böylece ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan da çok geniş bir nüfusa hitap eden bir spor dalı olması sebebiyle, ait olduğu toplumun sosyal psikolojisini de aynı şekilde yansıtan çok önemli bir ayna gibidir. Bu cümlemin altını özellikle çiziyorum. Niyetim; diğer bazı güzel noktalara değindiğiniz, ciddi ve önemli sorularınızın yanıtlarında da belirttiğim gibi, asla salt bir eleştiri yapmak değildir. Sadece; objektif, tarafsız, somut ve net bir resim üzerinden daha güzeli yapabilmek ve daha güzeli paylaşabilmek adına yanıtlarımı masaya koymaya ve anlatmaya çalışıyorum. Bu çerçevede; futbol hakemliği müessesi veya organizasyonu da; FİFA ve UEFA bağlantıları nedeniyle uluslararası kuralların bir bütünlük içinde uygulanması açısından, elbette ki doğal olarak, son derece önemlidir. Futbol hakemliği bir meslek değildir. Gönüllülük esasına göre katılımın olduğu, belli standart düzeyindeki eğitimler dönemi sonucu yapılması onaylanan resmî bir kamu hizmeti ve uğraşısıdır. Ancak hakemlerinin elbette ki kendi profesyonel iş alanları ve meslek dalları vardır. Zaten bir kişinin futbol hakemliği yapabilmesi için belli bir eğitim düzeyi, iş ve profesyonel bir mesleği olması zorunluluktur ki ancak böyle kişilere resmî maçlar verilebilir. Hakemlik; bir meslek olarak bu nedenle tanımlanmaz ve salt bir geçim kaynağı olarak yapılması kabul edilmemektedir. Futbol hakemlerine elbette Futbol Federasyonunca maç başına resmî bir bedel ücreti ödenmektedir ve bu rakam ciddi değerde de bir rakamdır. Bunu da ayrıca belirtmiş olalım. Genç arkadaşlarımız mesleklerini ellerine alıp bir işyerinde çalışmaya başladıklarında bu spor dalına ilgi duyuyorlarsa ve profesyonel bir futbol hakemi de olmak istiyorlarsa ben özellikle yapmalarını tavsiye ederim. Elbette ki profesyonel futbol hakemliği yapmak isteyen kişilerin, kendilerine ait değişik tercih sebepleri vardır ve olabilir. Benim bu alana ilgi duymam da çok değişik bir nedenle başlamıştı ve sonuçta kendimi sahaların içinde bulmuştum ve izninizle kısaca bahsedeyim.
Mühendis olarak çalışmakta olduğum ilk yıllarda, kısa süreli bir meslek içi eğitim kursu sırasında, konu kritik karar riskleri içeren süreçlerde anlık kısa zaman dilimlerinde doğru karar verme temel teknikleriydi. Biz endüstri mühendislerinin de ilgi alanına da giren bir konu detayı olduğu için benim de severek ve dikkat ettiğim de bir konuydu. Örneğin; ameliyatlara giren cerrah doktorlar, jet pilotları ve futbol hakemleri gibi, anında ve doğru karar vermesi gereken kişilerin hata yapma şansları yoktur. Anlık doğru kararlar gerektiren iş ve uğraş alanlarında gereken temel detaylarda ortak konular ve özellikler birbiriyle örtüşür ama bir futbol karşılaşması gibi binlerce kişinin önünde gerçekleşmekte olan bir süreci doğru anlık kararlar ile yönetmek, dış etkenlerin baskılaması nedeniyle biraz daha farklı nitelikler de gerektiriyordu. Bu detaydaki bazı zorluklar benim de dikkatimi çekerdi. İzmirli biri olarak öğrencilik yıllarımda da atletizm, bisiklet, yüzme, tramplen ve kule atlayışları benim ilgi duyduğum ve hoşlandığım amatör spor alanlarıydı. Futbol ile ilgim çoğu kişiden daha az olup, futbol takımı bile tutmayan biriydim. Bir mûsikî grubu çalışmamızda ara verildiğinde çay sohbeti arasında büyüklerimiz arasındaki sohbet konusu o hafta oynan bir lig maçında çıkan olaylar üzerine gelmiş ve açılmıştı. Koromuzda da her meslekten kişiler vardı ve tanınmış bir üyemiz de futbol hakemliğini ilerleyen yaşı nedeniyle jübilesini yapıp, artık bırakmıştı. Koro şefi büyüğümüz, o hafta futbol maçı nedeniyle yaşanan bu tür üzücü olaylara neden olunmaması için sabırlı, sükûnetli, hoşgörülü ve alçak gönüllü olabilmekten, aşırı gururun da kırılmış olması gerektiğinden, edep ve terbiyeden, nefis ile mücadeleden ve öneminden bahsederken örneklerini de vererek, çoğu kişinin olumsuzluk olarak gördüğü bazı olumsuzlukların aslında çok olumlu sonuçlara yol açarak kişisel gelişime katkıları olabileceğini de anlatmaktaydı. O yıllarda yeterli hakem sayısında da sıkıntı vardı ve federasyon bu açığı kapatmak için eğitim kursları açacaktı. Musiki grubunda o yıllarda en genç yaştaki bir iki kişiden biri olduğum için şaka ile karışık benim de bu kurslara katılmamı ve başarılı olacağımı da söyleyerek ısrar ettiler. Futbolda o hafta yaşanmış olan kötü olayları da bilen ben itiraz ediyordum. Derken daha önce de bahsettiğim gibi kendimi uzun süre devam eden bu eğitim kursunun içinde buldum. Konu beni sarmıştı ve sevmiştim. Teorik ve pratik sınavlar, uygulamalar, antrenmanlar, stajlar dönemleri bitti ve ilk resmî maçıma çıkacağım gün geldi. Hakem üçlülerinin en kıdemli olanı orta hakemdir. İkinci kıdemli hakem kapalı tribün tarafı yan hakemidir. En yeni olan hakem ise açık tribün tarafı yan hakemidir. 1981 yılında henüz bu yıllardaki 4.ncü hakem uygulaması da yoktu. Ben açık tribün tarafına geçecektim. Kapalı tribünün altındaki koridordan sağımızda ve solumuzda iki takımın 22 futbolcusu ile ortalarında biz hakem üçlüsü, merdivenden sahaya doğru çıkınca, o kalabalık tribünlerden gelen binlerce çılgın ve coşkulu seyirciyi görüp, kopan gürültüyü duyunca dünyamın o an karardığını hissettim ve 40 yıl geçmesine rağmen anları dakika dakika halen aynı şekilde hatırlarım. Sahaya girmiş, yazı-tura atılmış takımlar taraflarına geçmiş ve biz 3 hakem göz göze gelmiş başlama düdüğü ile de kolumuzdaki saatin kronemetresine de aynı anda basmıştık. Ben, eğitimlerde saat konusunda bahsedildiği gibi; kolumdaki bir saat arızalanırsa diyerek, diğer kolumda da ikinci bir saat ile de maça çıkmıştım. Fakat maçın düğü ile birlikte, ben hiçbir şey göremiyor, duyamıyor ve kendimi yarı felç biri gibi hissediyordum. Oysa eğitimler sırasında futbol takımlarının antrenman maçlarına biz kursiyerlerin hepimizin özel eğitim amacıyla hep birlikte götürülmemiz ve takımların kendi aralarında çift kale maç yapmaları sırasında hakemlik yapmamız ne kadar kolaydı. Çünkü tribünler bomboştu. Fakat resmî maç hiç de öyle değildi. Daha koridorda bile 2 rakip takım oyuncuları da çok gergin ve sinirliydiler. Ben zaten koridorda servis dışı olmuş vaziyetteydim. Başlama düdüğü ile birlikte, o soğuk sonbahar günü bir de yağmur başlamıştı. Herkes üşüyor ve ıslanıyor ama kimseden benim üzerimden çıktığı gibi buhar çıkmıyordu. Adeta su kaynatan bir düdüklü tencere gibiydim. Tribünlerden gelen binlerce sesi, uğultuyu, slogan veya maalesef ki küfürleri de duyamaz haldeydim. Başlama düdüğü ile birlikte ortalık coşarak karışmış, sahadaki futbolcular o topun peşinden koşmaya başlamışlardı ama benim bulunduğum taraftaki sahada hangi takım savunmada, hangi takım hücumda olacaktı heyecandan unutmuştum. Bunu unutacağım hiç aklıma gelmezdi. Kim ofsayt olacak, kim hangi tarafa taç atacaktı, kim korner atacaktı? Hangi takım, hangi kalede olacaktı? Daha ilk dakikada heyecandan bunu bile bilemez durumdaydım. O an futbol hakemi olarak orada bulunduğuma bin kere pişman olmuştum. Herkes yağmur altında titreyip üşüyor, ben terliyor ve üzerimden buhar çıkartıyordum. Futbolcuların sırt numaralarına bakıp hangi takımın benim bulunduğum sahada kalecinin olduğunu ve savunmada olduğunu anlamıştım. Bir an moralim düzeldi. Allahtan ki top, başlama vuruşu ile ilk dakikada karşı tarafa doğru gitmişti. Fakat ben hangi takımın sahası tarafında durmakta olduğumu tam anlamıştım ki, ani bir atakla top benim bulunduğum saha tarafına gelmesin mi? O sırada arkamdaki tribün de gürültüden yıkılmaya başlamıştı. Bir anda karşı atak yapan takımın bir forvet (ileri) oyuncusuna atılan pas ile ofsaytta olduğunu görmüştüm. Sağ elimde heyecanla sıkarak tuttuğum bayrak sopasını hızla yukarı kaldırdım. Fakat yağmur ve heyecandan olsa gerek elimde terleyen ıslanan bayrak sopası elimden kurtuldu ve 6- 7 metre yukarıya havada dönerek çıkmaya başladı. O an, maçın henüz ikinci dakikasında, bütün saha tribünlerinde büyük bir şok ve sessizlik oldu. Maç duruverdi. Orta hakem arkadaşımız da düdüğünü adeta can çekişir gibi fısıltı halinde çalabilmiş, düdük dudağında durur halde, şaşkınlık içinde, benim elimden havaya dönerek çıkan bayrağı izliyordu. Dünya başıma bir kez daha yıkılmıştı. Maç durmuş, tribünler sessizliğe gömülmüş halde ve herkes, artık aşağıya da dönerek düşmekte olan bayrağımı izliyordu. Ben yıkılıp bitmiş halde umutsuzca bir halde, düşen bayrağa elimi uzattım. Bu kadar tesadüf olamazdı. Elim bayrak sopasını tam tuttuğum yere denk gelmişti. Ben bunun üzerine hemen ofsayda düşen oyuncunun yerini bayrakla işaret ettim. Sahadan, tribünlerden bir alkış koptu ki, sormayın!.. Herkes ben gösteri yapıyorum sandı. Ben o an gülümsediğimi hissettim. Fakat kararımı vermiştim. Maçı o an, orada bırakıp, bayrağı orta hakem abimize teslim edip, sahadan çıkıp gidecektim. Bu konuyu da hayatımdan çıkaracaktım. Üstelik yeterince rezil de olmuştum. Binlerce seyirci alkışlarla tempo da tutarak, hep birlikte “At ! At! Havaya. Düşsün tavaya!.” diyerek tezahürata başlamıştı. Saha inliyordu. Kulaklarım da artık açılmıştı sanki. Orta hakem arkadaşımız koşarak yanıma geldi. Bana : “ Erbil’ciğim bayrağı havaya atarak gösteri yapma lütfen. Ben görüyorum zaten elindeki bayrağı. Sen normal olarak kaldır bayrağı. Bu yeterlidir.” dedi. Ben de ona; “ Abicim. Heyecandan benim dünyam yıkıldı. Ben gösteri yapmadım. Bayrak elimden fırladı gitti. Ben bu işi yapamam. Bu maçı da bitiremem. Sen lütfen al bayrağımı ve ben kenardan kenardan sahayı terk edeceğim.” dedim. O güzel dostumuz bana “ Olmaz! Ne heyecanı. Ben bile gösteri yapıp kafa bulup, eğleniyorsun sandım. Devam Erbil. Bitireceğiz bu maçı merak etme. Sen benle göz temasını kesme. Ben sana yardım edeceğim .” dedi. Ve maçı tekrar başlatarak oyuna devam ettik. Tribünler onun benim yanıma gelerek, gösteri yaptığımı sandıkları bana konuştuğunu görünce, ona kızdılar ve dakikalarca ıslıklayıp, üstüne üstlük ona bir de küfrettiler. Maçın henüz 5 veya 6 dakikasında yağmur hızlanmış ve saha çizgileri de görünemez hale gelmişti. Sel basar da maç durur, hatta iptal olur umudum vardı ama maç devam ediyordu. Bir karşı atakta benim bulunduğum saha takımı hücuma geçmiş karşı sahaya doğru koşuyorlardı. Ben de en son hatta duran savunma oyuncusu ile birlikte ileri doğru gidiyordum. Çünkü karşı taraf oyuncuları atağa kalktıklarında ofsayt durumuna düşecek olan ileri forvet bu hat çizgisini takip edersem yakalayabilirdim. Benim takip ettiğim savunma oyuncusu ise ileri doğru fazla çıkıp koşarak gidince, ben de onu takip edeyim derken, yağmurdan da pek görünmeyen haldeki orta saha sınır çizgimi geçip, karşımdaki hakem arkadaşın sahasına girmeye başlamışım.
Açık tribünden yüksek bir sesle; “- Hooop hoca! Nereye gidiyorsun? Sarhoş musun sen?” diye başlayıp devam eden “küfür” dediğimiz tarzda çok berbat ve sert bir sözlü uyarı ile kendime gelmiş ve geri dönmüştüm. İlk maçımda yediğim ilk berbat ama çok da ilginç, hayatımda hiç duymadığım bir argo cümleyi de böylece almış bulunuyordum. O an için ruh halimdeki derin ve korkunç travmaları düşünemezsiniz. Kendi kendime; “- Demek ki başlayan hakemler bu nedenle ilk birkaç maç sonrası bu olup bitenlere dayanamıyorlar ve sonuçta bu uğraştan vaz geçip bırakıyorlardı.“ diyerek ilk teşhisimi de koymuştum. Sonuçta 90 dakikalık eziyet ve işkence sürem dolmuş, ilk maçım da böylece bitmişti. Tribünlerde seyirci gibi oturarak, maçları görevli olarak izleyip rapor tutmakla görevli olan gözlemci hakem büyüğümüz de dayanamayıp maç sonrası yanımıza gelip, kendisini tanıtmış ve ilk maçımda bu kadar rahat ve neşeli olduğuma şaşırdığını, tebrik ettiğini, üstelik bayrak gösterime çok güldüğünü de söylemişti. Ben de kendisine, bayrağın elimden kaçtığını söyleyememiştim. Normalde gözlemciler sahadaki hakemlerle hiç görüşmezler ve raporlarını yazıp federasyona gönderirler. Bayrağı havaya atıp tutan cambaz rahatlığında neşeli bir yan hakem ilk kez gördüğü için olsa gerek, gözlemcimiz de gelip benle de tanışmak istemişti. İkinci hafta için asla maça çıkmam demiştim ama sinirlerimi daha da çelik hale getirmek, stres altında daha kontrollü olabilmek, gururun fazlasını törpüleyebilmek, sabrın sınırlarını yükseltebilmek, daha toleranslı olabilmenin yolunu bulmak gibi limitleri aşabilmek ve bu değerler üzerine kişisel yüklü ve zorlu testler yapabilmek için de yine maça çıkacak ve 7 yıla kadar da devam edecektim. Birkaç maç sonrası bütün bu endişe ve olumsuzluklara karşı daha dirençli ve kontrollü hale gelebiliyordunuz. Bugün halen TV programlarında yorumculuk yapan eski hakem arkadaşlarımı da görünce, o yıllarda genç futbolcular iken, daha sonra yaşlanıp jübile yaparak futbolculuğu bırakmış ama bugünlerde antrenörlük yapmaya başlayan eski futbolcularımızı da görünce eski anılarımızı hatırlayıp mutlu oluyoruz.
Yukarıda, genel anlamda bütün ülkelere göre değişen kalite ve seviyedeki kompozisyon etkenleri ile ortaya çıkan resimlerinde bahsettiğim güzel tarafları dışında da çok olumsuzluklar, üzüntüler, baskılar, tehditler, teklifler ve kötü olaylarla da karşılaşıyorsunuz. Bu olumsuzluklar, bütün ülkelerin etkenlerine göre değişik doz ve boyutlara bağlı olup doğal olarak da şekillenmektedir. Hatta aynı ülke genelinin alt grupları içinde de daha küçük ölçeklerdeki örneklemelerde illere, ilçelere göre de farklılıklar olduğunu da görebilirsiniz. Bu çerçevede, bacasız endüstri diyebileceğimiz futbol sektörünü sorgulayıp analiz ettiğinizde her ülkenin, her alandaki sosyal yapı ortalamalarına göre futbol sektörünün de içindeki geniş insan kalabalığı ve yapısıyla ortaya çıktığını ve sonuçlar sergilediğini görebilirsiniz. Bu alandaki zincir halkaları, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de siyasi politikalar dışı değerlerle takım renkleri altında bütünleşmiş çok geniş bir seyirci kitlesiyle başlar, futbol kulüplerine, iş dünyasına, büyük bir finans yoğunluğu potansiyeline ve yönetimine, dolayısı ile maalesef bu noktada siyasi yapılara da ulaşabilir ve ulaşmaktadır da. Bu durumlarda ise toplum mühendislerince de siyaset alanında algı yönetimlerine konu edilen ve projeler üretilen kuvvetli bir alan haline getirilmeye de çalışılır. En başta söylediğim gibi futbol sektörü içinde toplumun iyi bir örnek yansımasını da kesinlikle görebilirsiniz. Kısacası; bir ülke toplumu ne ise futbolu da odur. Ülkenin ekonomisi ve kültürel yapısından moral değeri ve eğitimine kadar her alanda ortaya çıkan ortalamasının nabzına göre iniş ve çıkışlar gösteren bir canlı borsa eğrisi gibi futbolu da iniş ve çıkışlar gösterir. Gösterdiği bu anlık ortalama değerlere göre de dünyadaki pasta içinden ancak o kadar pay alabilir. Çokça rastlanan bir örnek verecek olursak; ilimiz büyüklüğünde bir ülkenin bir iki milyonluk küçük bir nüfus yapısı içinden çıkan bir milli futbol takımı 80 veya 100 milyonluk çok büyük bir ülkenin millî takımı karşısında galip gelebilir. Bu durum her alandaki spor dallarında görülür ama geniş bir kitlenin ilgi alanına giren futbol örneğinde çok daha kuvvetli olarak hissedilir, görülür ve ortaya çıkar. Bu noktada da G8 ile G 20 ülkeleri ve diğer ülkelerin seyir eğrilerinin ortalamaları da buna çok iyi bir örnektir. Ülkemizin dünya pastasından aldığı pay da elbette ki bu orandadır. Başarılı ve yeterli miyiz? Bu soruya olumlu ve memnun edici bir yanıt vermek zordur sanırım. Futbolda durum böyle iken, basketbol ve voleybol gibi salon takım oyunlarında aynı ülkenin sporcuları nasıl oluyor da futbol takımlarından çok daha başarılı oluyorlar sorusu akla gelir. Evet. Aynı ülkede ve aynı etkenler sonucu ortaya çıkan resim salon takım oyunu sporlarında neden aynı görüntüyü vermiyor? Çünkü etkenlerden biri veya bir kaçının ağırlık değerleri futbol sektöründen çok daha farklıdır. Örneğin; basketbol ve voleybol sporcularının hemen hemen tümü yükseköğrenimli sporculardır. Seyirci profili de futbol seyircisinden çok daha farklıdır. Kısacası kompozisyonu şekillendiren etkenler farklı ağırlıklardadır ve bu fark ortaya çıkan başarı farkını da yaratmaktadır. Ülkemiz futbolunda da bu tür eğitim etkeni ağırlık farkının ortaya koyduğu nadir örnekler de olsa belli yıllar arasında görülmüştür. Yanlış yorumlara neden olmamak için, isim vermeden konulara genel anlamda yanıt vermek istiyorum ama Beşiktaş spor kulübünün o yıllardaki Metin – Ali – Feyyaz üçlüsünün eğitim seviyeleri hem kendi takımlarına, hem de ülkemiz futboluna eğitimli futbolcuların yarattıkları farka ait güzel bir örnek olmuştur. Biz hakemler, yönettiğimiz maçlarda da yükseköğrenim görmüş olan futbolcuların bu sporu çok güzel bir sanat haline dönüştürdüklerini ve diğer futbolculardan her halleri ile 90 dakika boyunca çok farklı olduklarını saha içinde mutlaka görürdük.
Bir stadyumda kadın ve erkek izleyicilerin çokluğu ile bayan futbol hakemlerinin çokluğu da bahsettiğimiz çerçevede önemli bir sonuç değer göstergesidir. Benim hakemlik yaptığım yıllar ile bu yıllardaki resimlere baktığımızda bu konuda da bir iyileşme ne yazık ki gözükmemektedir. Bizlerin hakemlik yapmakta olduğu dönemlerde karşılaştığımız, siyasilerin de işin içine girdiği ciddi baskılar ve diğer olumsuzluklara bakıp analiz ettiğimizde bugünlerde hakemlik yapan arkadaşlarımızın çok daha ağır baskılar altında kaldıklarını görmek de çok üzücüdür. Diğer taraftan izleyici davranışlarını analiz ettiğinizde de diğer ülke seyircilerine göre çok büyük farklıları görmeniz de doğal bir sonuçtur. Evinde televizyondan canlı yayında bir futbol maçı izlerken, eşine, kendisini sandalyeye bağlamasını rica eden taraftar ile tuttuğu takım gol yiyince sinirinden televizyonunu oturduğu apartmanın 8.nci katından aşağıdaki caddeye atan bir taraftar, stadyumda açık tribünün arka duvarına çıkıp kendini aşağı atan bir taraftar, sahada maç sırasında ayağındaki ayakkabıları bile yan hakeme veya orta hakeme fırlatan bir taraftar, yurt dışındaki stadyumlarda asla göremeyeceğiniz tel örgülerimizin olduğu bir engeli atlayıp sahaya girerek futbolcuya veya hakemlere saldıran bir taraftar, karşı takım taraftarlarına saha içinde, tribünlerde kalabalık guruplar halinde saldırıya geçebilen taraftarlar yapılarını düşününüz. Saha içindeki futbolcular içerisinde oyun sırasında, ne yazık ki rakip oyuncu arkadaşlarına bilerek darbe vurabilen, zarar verebilen hatta rakibinin futbol hayatını bitirecek kadar ileri düzeyde bilerek faul darbesi yapan, kendi takım arkadaşına maç devam ederken kızan ve ağır sözler söyleyen, hakemleri yanıltmak amacıyla yanında rakibi varken kendini film setinde bir kavga veya dövüş sahnesi çekimi yapan bir figüran oyuncusu gibi acı ile bağırarak kendini sebepsiz olarak yere atıp, hakeme karşı kandırmak amacıyla rol yapan ve benzer oyunlarla hakeme karşı da tribünleri de ayağa kaldıran bir futbolcu yapısı da düşününüz. Hakem olarak orada bulunan bu kişiler sadece maçı yönetmezler, aynı zamanda tribünlerdeki binlerce izleyiciyi de verecekleri kararlar ile yönetmek sorumluluğunu da taşırlar. Bir hakem olarak, bu tür seyirci ve futbolcular ile saha içinde bulunan antrenörleri de yönetmek ve kontrol altında tutmak zorundasınız. Bu çeşit potansiyel ve risklerin tümü hakemler olarak bizim çoğumuzu yormaz ve kızdırmazdı. Hatta tam tersine, kendimden örnek vereyim, bazen beni çok da güldürürdü. Kendime çok büyük dersler de çıkarırdım.
Futbol ve futbol hakemliği konusunda anlatılacak çok daha detaylı konular var ama sorunuzun yanıtını milyonda bir denilecek bir olasılıkla meydana gelen ve ülke çapında gündem yaratan bir olaylı maçımızı ve izniniz ile yanlış yorumlara da neden olmadan kısaca özetleyerek bitireyim. Olayın üzerinden geçen 35 – 40 yıllık zaman diliminde de buna benzer bir olay tekrarlanmadı bildiğim kadarıyla. Çok kritik öneme sahip bir maç için görevlendirilmiştik. Üç hakem olarak üçümüz de iyi deneyim ve performanslara sahip hakemlerdik. Maçın sonucu her iki takım için de çok önemliydi. Saha tribünleri müthiş dolu, çok da heyecanlı, coşkulu, gergin ve hareketliydi. Maçın ikinci yarısındaydık ve maç 0 – 0 berabere devam ediyordu. İlginç bir doğa olayı sahayı etkisi altına birdenbire alıvermişti. Kuvvetli bir rüzgâr çıkmıştı ve artık son dakikaları oynanan maçta etkisini oldukça arttırmıştı. Elbette ki belli bir rüzgâr hızına ulaşıldığında oyun durdurulur hatta maç ertelenebilirdi ama öyle bir rüzgâr şirketi de henüz yoktu. Kaleci oyun dışına çıkmış olan topu kale atışı yaparak oyuna sokacaktı. Rüzgâr esintisi de karşı istikametten hafif kuvvette geliyordu ve atışın yapılması için bir engel yoktu. Kaleci topa setçe vurdu ve ceza çizgisini de aşan top, orta saha çizgisine ulaşmak üzereydi ki havada bulunan top ani bir rüzgâr dalgası ile yere doğru inmeden, tam aksine biraz daha yükselerek geriye doğru topa vuran kale istikametinde gelmeye başladı. Sahadaki biz hakemler, seyirciler ve futbolcular havadaki topu izler halde donup kalmış gibi bakarken, havadan gelmekte olan atışın yapılmış olduğu kaleye doğru hızlanarak geri geldi ve ceza sahası içinde bulunan kaleci havadan kaleye girmekte olan topu tutmak için zıpladı ancak eline çarpan topu tutamadı ve kalecinin elinden de aşan top kaleye girdi ve ağlara takıldı. Sahada büyük bir sessizlik sonrası anında karmaşa başlamıştı bile. Karar gol mü olacaktı, out mu olacaktı, korner mi olacaktı yoksa atış tekrarlanacak mıydı? Ya da başka bir karar mı alınmalıydı? Tribünlerin ve futbolcuların yarısı gol diye inlerken, diğer yarısı da başka karar seçenekleri üzerine bağırmaktaydı.. Hakemlerin anında karar vermesi zorunluluğu vardır ama biz 3 hakem hemen bir araya gelerek şaşkınlık içerisinde korner atışına karar vermiştik ve oyun bu şekilde devam etti. Kısa bir süre sonra da zaten 90 dakika dolmuş ve maç berabere bitmişti. Fakat saha halen bu alınan karar üzerine büyük bir karmaşa yaşamaya devam ediyordu. Uzatmayım. Bu olay ülke gündeminde basında tartışılmaya başlanmıştı bile.
Futbol hakemleri derneğinin bütün eski ve yeni üyeleri, bütün gazetelerin spor sayfaları köşe yazarları, liglerdeki bütün antrenörler, bütün kulüp başkanları ve diğer bütün spor otoriteleri ile yorumcular bu konuyu tartışır hale gelmiş ama onlar da kendi içlerinde çok farklı karar seçenekleri üzerinde bölünmüş hale gelmişlerdi. Herkes farklı bir karar vermekteydi. Tartışmalar durulmuyor, aksine büyüyordu. Merkez hakem komitesi üyeliği yapmakta olan uluslararası hakem kokartlı değerli büyüğümüz ve rahmetle andığımız Orhan Cebe tartışmalara son vermek amacıyla konuya el atmak durumunda kalmıştı. Futbol federasyonu kanalı ile davet çıkartılarak, liglerdeki bütün takım kaptanları, antrenörleri, bütün futbol hakemleri ve hatta spor köşe yazarları İzmir’de büyük bir otele davet edildi. Hatırladığım kadarıyla 200 – 250 civarında katılımcı oldu. Olay çizim ve görüntülerle Orhan Cebe tarafından anlatıldı. Toplantı amacı hakkında da geniş bilgi verildi. Herkese bu olay hakkındaki karar sorusunu da içeren, diğer futbol kuralları ile ilgili soruların da olduğu kâğıtlar dağıtıldı ve hazırlanması planlanan eğitim faaliyetine yönelik genel bir seviye ölçümü için cevaplandırılması rica edildi. Bütün katılımcılar samimiyetle bu rica üzerine gönüllü olarak bu bilgi ölçü değerlendirmesine katılmışlardı. Sonuç çok daha düşündürücü idi. Ne yazık ki gündeme konu olan olay maç kararını doğru şekilde yorumlayıp cevap veren ve o yıllarda genç milli futbol takımında da futbolcu olan çok genç bir futbolcumuz bilmişti. Diğer bütün sorulara da 100 üzerinden 60 veya 70 not alacak şekilde bu genç futbolcu cevap verebilmiş ve katılımcı davetliler arasında da böyle bir puan ile birinci olmuştu. Yukarıda saydığım diğer bütün katılımcıların puanları da % 50 ve altında idi. Bu sonuçlar çok büyük bir acı gerçeği ortaya koymuştu. Sözün bittiği bir nokta idi ve “kral çıplak” denilmiş gibiydi. Bu toplantı adeta sessizlik ile sırlanmış ve örtülmüştü. En yüksek puanı alabilen o genç futbolcu ise Spor Akademisi mezunu eğitimli bir gençti. Uzun yıllar başarılı bir futbol hayatı olmuş, takım kaptanlığı yapmıştı ve daha sonraki yılarda da antrenörlük yapacaktı.
Ben de izniniz ile sözü burada noktalamalıyım. Akıllara olaylı maçın doğru karar sonucunun ne olduğu takılabilir. Bu olayı, okuyucular etraflarında futbol ile ilgilenen tanıdıklarına anlatıp, onlara şaka yollu beyin jimnastiği de yaptırmak amacıyla, hakem olsalardı hangi kararı neden vereceklerdi şeklinde soru da sorabilirler. Bilgi çağının bu nesli elbette ki doğru yanıtı bizlere göre çok daha yüksek oranda analizleri ile açıklayıp verebileceklerdir. Doğru karar şu olmalıdır: Kale atışını yapan kalecinin vurduğu top ceza sahasını geçtikten sonra ikinci bir oyuncuya değdiği an ve koşulu ile oyunda kabul edilir. Bu olayda top ceza sahasından çıkmış ve ters karşı rüzgâr etkisiyle havadan kaleye geri dönmüştür. Kaleci, geri gelen topu tutmak amacıyla zıplayıp, kendi vurduğu topa ikinci kez kendisi temas ettiği için, temas ettiği noktadan kalesine ve rakip takım lehine endirekt (çift vuruş) verilmelidir. Eğer bu temas, kale çizgisine 9.15 mesafeden daha kısa bir mesafede olmuş ise top 9.15 metrelik mesafeye konularak çift atış gerçekleştirilecektir. Alınması gereken doğru karar budur. Eğer kaleci topa zıplayıp dokunmasaydı, atış tekrarı için karar alınması gerekirdi ve kaleci veya herhangi bir takım arkadaşı topa tekrar vurarak topu oyuna sokacaktı. Dolayısı ile bizlerin aldığı karar da yanlıştı. Tek tesellimiz, sonuca etki edecek gol kararı vermek gibi bir yanlışa düşmemiş oluşumuzdu.
Konuyu çok uzattım ama futbol sevdalıları sıkılmamışlardır umarım. Son 40 yıldır, ne yazık ki ülkemizin futbol kalitesinde çok büyük değişiklikler olmasa da yeni genç nesillerimizin bu konuda da daha birçok güzellikleri ortaya çıkaracaklarını umuyorum ve diliyorum.
Değerli Erbil Erbige Bey ile röportajımız hayatta kalmak için mücadelenin önemi ile başarılı olmak isteyenlere yol gösterici niteliğinde. Geleceğe kaynak olacak değerdeki bu kıymetli röportajımız, RE Books Arts Kitaplığı İnceleme-Araştırma ve Röportaj bölümüne kayıtlı olacak ve gelecek kuşaklara da kayıtlı bir belge olarak aktarılacak. Bu yöntemim şu açıdan da önemli; tüm röportajlar birleştiğinde çok kıymetli bir sosyal tarihi de geniş yelpazede yansıtmış olacak. Erbil Bey’e çok teşekkür ediyorum ve mücadeleci, olumlu düşünce içindeki örnek kişiliğinin örnek alınmasını diliyorum.
Erbil ERBİGE – 1957 İzmir doğumlu. Yazar. Neyzen. Endüstri mühendisi. Yönetici.
Özel ve kamu alanında, yurt içi ve yurt dışında Elektrik Enerji Üretimi, Eğitim, Denetim, Danışmanlık alanları ve uluslararası şirketler ile projelerde Oil & Gas sektöründe çalışmıştır.
1981- 1987 yılları arasında futbol hakemliği de yapmıştır.
Müzik, hat sanatı, tezhip sanatı, heykel sanatı, kitapları, keman, Ney ilgi ve uğraş alanlarıdır.
İzmir, Karaburun’da yaşamaktadır.
Evli ve bir kız çocuk sahibidir.