Bize sizin atalarınızdan ve büyüklerinizden öğrendiğiniz Mevlevilik hakkında neler anlatırsınız?
Öncelikle bu sohbet fırsatı için size çok teşekkür ederim ve söylememe de lütfen izin veriniz ki; sizin de bildiğiniz gibi, bu konu o kadar geniş detaylı ve derin bir konudur ki adeta “derya” gibidir diyebiliriz ama zamanında değerli büyüklerimizden görüp izleyebildiğimiz kadarıyla sizlerle paylaşalım. Aslında, söze gireceğimiz her konunun alt başlıkları ve derinliğine detayları ile neden sonuç ilişkileri üzerinde de çok uzun açıklamalar yaparak anlatmak gerekir. Her ana başlığın üzerinde de saatlerce konuşulabilir elbette. Çünkü temelinde Horasan’a kadar uzanan binlerce yıllık Asya – Türk boylarının ağırlıklı olarak da Şaman inancıyla ve sosyal yaşam kültürüyle yoğrulmuş olan yapısına ait ve rafine edilip süzülerek gelen geleneksel izlerin de Anadolu topraklarına gelindiğinde, İslam ve Kur’an ile bir daha yoğun olarak karşılaşması ile birlikte, tekrar yeniden harmanlanmış olan bir sonuç olarak karşımıza çıkan, çok zengin bir kompozisyondan bahsediyoruz. Bu şekilde ortaya çıkan Anadolu sufizmi ve hümanizmi, apayrı bir renk olarak sadece ülkemize ve bizim komşu coğrafyamıza değil, bütün dünyaya da harika bir örnek renk katmıştır ve renk katmaya da devam etmektedir. Üzücü olan şudur ki; bu eşsiz ve engin Anadolu sufizmi ve hümanizmi, son yıllarda bütün dünyada çok büyük ilgi görürken, kaynağının başında olan topraklardaki bizler; yurt dışında 5 kıtada görülen ilgiden ve sahiplenmeden de çok uzaktayız. Şu gerçeği de belirtmekte yarar vardır: Anadolu sufizmi ve hümanizmi, ayrıca; bu alanda kendi temel anlayış ve uygulamaları çerçevesiyle örtüşemeyecek kadar zıt ve farklı anlayışlardaki diğer İslam ülkeleri kaynaklı ekollere ait yapıların da adeta baskısı ve hedefi altında kalmaktadır. Son yıllarda, değişik nedenlerle, daha da artan bu rahatsızlığın tarihi son 800 yıla kadar uzanır. Dolayısı ile; 5 kıtada dünyaca ilgi ve kabul gören bu müthiş güzel, engin hoşgörülü ve evrensel boyutlardaki ilkesel yapısıyla da “ezberler bozan” özellikteki bu kültürel anonim miraslarımız, yurt içinde ise yeni genç kuşaklarımıza da yeterince aktarılamamaktadır. Ancak bazı üniversitelerimizin bünyesinde Anadolu sufizmi ve hümanist kültürünü ele alan bölümler veya kürsüler yok denecek kadar az da olsa açılmıştır. Ayrıca üniversitelerimizdeki müzik bölümleri ile Türk Sanat Tarihi bölümlerinde de doğal olarak belli seviyede ele alınmaktadır.
Konuyu dağıtmadan, sizin sorunuz üzerinden, benim de görebildiğim ve izleyebildiğim kadarıyla, küçük örneklemeler ile kısıtlı da olsa bu sorunuzu açıklamaya çalışalım.
Binlerce yıllık Asya Türk Şaman sosyal kültüründeki “anaerkil” bir yapı, en yoğun haliyle 8 asır önce, Selçuklular döneminde Anadolu’da İslam ve Kur’an ile tanışarak, dünyadaki diğer Müslüman ülkeler toplumlarına ve yapılarına göre, çok farklı bir biçimde harmanlanarak yorumlanmıştır.
Diğer Müslüman ülkeler ve toplumlarının aksine erkek egemen bir yapı, Anadolu sufizmi ve hümanist akımlarının hiçbirinin içinde asla yoktur. Bu güzellikler halen de korunmaktadır. Örneğin; Mevlevî kültürünün yerleştiği aile ve dost çevrelerinde yetişmiş ve eğitilmiş olan, yaşları da ne kadar büyük olursa olsun, erkek bireyler, kendilerinden yaşça küçük hanımlar ile kız ya da erkek genç ve çocukların ellerini saygıyla öperler. Yaşça büyük olsalar bile, erkek bireyler asla ellerini uzatarak karşılarındaki kişilere bir büyük edası ve ruh haliyle ellerini öptürmezler. Böyle bir davranış kesinlikle ve asla yoktur. Statüleri de ne olursa olsun, yaşça büyük bir erkek birey; “Büyüdükçe küçülmesini bilen insan, büyük insandır!” ilkesiyle edep ve terbiyesini bilir ve bu öğretiyle de hareket eder. Ne üzücüdür ki; günümüzde halen kadınların evlere kapatıldığı, kadın cinayetlerinin yaşandığı, kız çocuklarının küçük yaşta gelin edildiği, baştan aşağı örtünmeye ve çok eşliliğe zorlandığı, kız ve erkek çocukların taciz ve tecavüze uğradığı bir trajik yozlaşmanın hüküm sürmeye başlaması, anaerkil bir aile yapısı ve kökleri olan Anadolu sufizmi ve hümanist kültürüyle bağdaşamaz. Erkek egemen baskılı bu yeni yaşam kültüründe bambaşka bir anlayış ve bambaşka bir erkek rol model de ortaya çıkmaktadır.
Anadolu sufizmi ve hümanizmi içindeki Müslüman ana akım yol anlayışları aynı olan Mevlevîler, Bayramîler, Kalenderîler ve Alevi Bektaşiler gibi Türk kültürü içinden gelen bütün bu Türk boyu ekollerin hepsi elbette ki birbirleriyle aynı edep, eğitim, terbiye, yaşam tarzı, dünya görüşü ve hoşgörüye sahiptirler. Bu halleri ile de 5 kıtada, uluslararası evrensel bir kabul de görmekte olup, evrensel boyutta bir çerçeveye de girmişlerdir. BM (UN) ve Unesco bu nedenle dünyada takvim yıllarına dahi Mevlâna Yılı, Yunus Emre yılı gibi isimler vermiştir. Dikkat ederseniz, Mevlevî Sema törenlerinde, Post’a (Post: Seccade) oturan dedenin (postnişin’ in) bu zikir başlangıcında, semazenler ile karşılıklı olarak, birbirlerinin sağ ellerini kavrayan bir tokalaşma şekliyle birbirlerine kilitleyerek, yüzlerine doğru kaldırdıklarını ve her 2 kişinin de aynı anda saygı ile birbirlerinin ellerini öptüklerini görürsünüz. Bu tokalaşma ve selamlaşma şekli “görüşme” olarak adlandırılır.
Yani bu Mevlevî dedesi (Postnişin’i) dahi, çocuğu veya torunu yaşında olsalar bile, o semazenlere elini uzatarak asla el öptürmez. Tam aksine, dede; kendisinden yaşça daha küçüklerin elini öpmek üzere, öncelikle kendisi hamle yapar.
Mevlevî aile çekirdeği içerisinde, yıllarca aynı yastığa baş koyan bir evli çifti, yani halk deyimi ile bir karı-kocayı düşününüz. Önemli bir günde veya halk dilindeki gibi söylersek; “bayramda ve seyranda” herhangi bir nedenle karşılıklı kutlama yapılacağı an, kocası tek eşi olan hanımının elini saygıyla öpecektir. Şayet, hanımı da kocasına karşı gönüllü olarak aynı sevgi ve hoşgörülü davranışını gösterecek olursa, Sema’ya çıkan dede ve semazenin karşılıklı görüşmede yaptıkları gibi, kocasının elini karşılıklı olarak kavrayacak ve birbirlerinin ellerini kenetlenmiş halde yüzlerine yaklaştırıp, aynı anda birbirlerinin kenetlenmiş ellerini karşılıklı olarak öpeceklerdir.
Bu kültürde; kız veya erkek torunlarının elini saygıyla öpen bir dede, karısının elini saygıyla öpen bir koca, kız ve erkek çocuklarının ellerini öpen bir baba figürü vardır. Birbirlerinin ellerini aynı anda saygıyla öpen, kadın ve erkek ayırt etmeyen, aynı yaşlar içinde bulunan dost ve arkadaşları düşünüz. Bu hallerin tümü; “Güzellik budur işte!” dedirten davranışlardır. Bir an için düşününüz: Gelininin veya damadının elini karşılıklı olarak, içten gelen bir saygı ve sevgiyle öpen bir kayınpeder veya kayınvalidenin varlığı. Misafirlerine, ev halkına, çocuklarına ve torunlarına eşi olan hanımının demlediği çayları veya pişirdiği kahveleri, “Kula hizmet, Hak’ka hizmettir! Veren el, alan elden iyidir.” öğretilerinin yanı sıra, “Esas olan insan ve insanlıktır! Büyüklük ve küçüklük asla yoktur!” öğretilerini ve öğütlerini içselleştirmiş ve özümsemiş olan evin büyük erkeğinin, babası veya dedesinin; ayağa kalkarak, tepsi içerisinde çay – kahve servisi yaptığını ve yaptığı bu kendi hizmetiyle de büyük bir haz duymakta olduğunu da düşünüz. Elbette evdeki gençler de ayağa kalkıp, büyüklerinin bu davranışı karşısında servisi kendileri yapmak üzere hamle yapsalar da buna izin vermemeye çalışan, elindeki servis tepsisini bırakmak istemeyen bir ev büyüğünün ısrarlı güzel hallerini de düşününüz. Tevazunun (hoşgörünün) en güzel uygulamaları bunlardır elbette. Bu güzel ve örnek davranışlar sadece evlerde mi böyledir? Hayır! Bu kişiler iş hayatlarında da böyledirler.
Ben, ülkemizdeki çok büyük bir holding grubu yönetim kurulu başkanının, kendisini bir nedenle ofisinde ziyarete gelen kendi personeline de kendi eliyle çay ve kahve ikram ettiğini biliyorum ve şahit oldum. Bu kişi o yıllarda 75 yaşının da üzerinde olan müthiş bir hoşgörü sahibi yaşlı biriydi. Yine bir başka örnek daha vereyim: Ülkemizde yine çok tanınan bir şirketin yönetim kurulu üyesi ve ortağı olan bir üst düzey yöneticinin, kendi personeline, sadece kendi odasında değil, onların ofis odalarına giderken de personellerine kendi elleriyle çay ve kahve servisleri yaptığını biliyorum ve buna da şahidim. Böylesine eğitimli güzel insanlar var elbette ve onlarla çalışmak da çok büyük bir zevktir.
Anadolu sufizmi ve hümanizmi içinde yetişen bu sakin görünümlü, hoşgörülü bireylerin en göze çarpan ilginç özelliklerinden biri de bu dünyada önlerine bir şah veya padişah da çıksa, onlar için hiç fark etmeyecektir. Onlar, doğrudan ve hak düzenden şaşmazlar.
Unvan ile statüye ve haksız bir otoriteye asla boyun eğmeyen, dik durabilen ve korkusuz karakterdedirler. Çünkü, onların söylemiyle ve onlar için; “Tek şah, zaten yürekte olandır”.
Unvan ve statü konusunda sadece bir örnek vereyim: Akademisyen statüsünde olup Doktor, Doçent ve Profesör olduğu halde bu unvanlarını asla isimlerinin yanında bir ek sıfat olarak kullanmayan kişiler vardır ve bilimsel yayınlarında bile bu unvanlarını kullanmazlar. Abdülbaki Gölpınarlı hocamız buna örnektir.
Esas olan öğretilerden biri de “Zulüm ve zalime karşı asla susma! Gözünü yumma!” öğüdüdür. Adaletsizliğe karşı dik duran ve bugünlerdeki deyimle “protest / aykırı” ruhlu diyebileceğimiz karakterlerdir. Dergâha giriş ana kapılarının çok alçak yapılmasının nedeni de “İçeri girecek olan padişah bile olsa boynunu eğip de bu dergâha girecektir, çünkü ondan da büyük Allah vardır” hatırlatması içindir. Girişin hemen karşısında da “Edep! Ya Hu!” sloganı ilk göze çarpan bir uyarı yazısıdır. “Edep! Ya Hu!” sloganı, hat sanatı ile yazılmış halde evlerinde de çok bulunur. Bu küçük nottan sonra, ev halkı içindeki konuya tekrar dönelim: Hanıma olan saygının temelinde, hanımların; üreten, çekip çeviren, pişirip doyuran, ev ve aile düzeni kuran ve büyük bir şefkat kaynağı olmak gibi özellikleri yatarken, kız veya erkek çocuklar ile gençlere olan saygının temelinde de onların “gelecek” veya “geleceğin temsilcileri” olması fikri veya ana kabulü yatmaktadır. Ayrıca; kız ve erkek gençlerin, küçüklerin ve çocukların büyüklere göre çok daha günahsız bireyler olduğu kabulü de tartışmasız olarak vardır.
İşte tam burada, nurlar içinde yatsın ki; sözümü büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’e de getireceğim. Büyük tasavvuf ehli Elmalılı Hamdi’ye tarihte ilk kez Türkçe Kur’an mealini kendi cebinden hediyesini de ödeyerek yazdıran ve bu mealin baskılarını halka ücretsiz dağıtan, Diyanet İşleri Başkanlığını kuran, kadınlara dünyada ilk kez erkeklerle eşit yasal ve siyasal haklarını veren, çocuk gelinler ve çok eşlilik trajedisini medeni hukuk devrimiyle bitiren ve daha diğer güzel devrimleriyle de bambaşka bir enerji yaratarak, dünyaya örnek bir cumhuriyet toplumu kuran bu güzel insan; acaba neden 23 Nisan gününü “Çocuk Bayramı” olarak sunarken, 19 Mayıs gününü de gençlik ve spor bayramı ilan ederek gençliğe armağan etti? Diğer taraftan “Ey! Türk Gençliği!..” diye başlayan nutkunu neden kaleme aldı? Çünkü yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde de Balkanlara da taşınmış olan Anadolu sufizm ve hümanizminin içinde yetişmiş olan bu halkın çocukları oralara da bu engin kültürü doğal olarak kendi yüreklerinde ve beyinlerinde de taşıyıp götürmüşlerdi. Balkanlarda, Doğu Avrupa’da ve Ege adalarında da çok fazla Mevlevi ve Bektaşi dergâhları kurulmuştu ve bu engin hoşgörülü elçiler o yabancı topraklarda da çok iyi karşılanmış ve benimsenmişti. O yılların koşullarında, bu dergâhlar aynı zamanda ziraat, astronomi, tıp, matematik, geometri, cebir, doğal ilaç üretimi ve bilmi, müzik, tohumculuk ve hayvancılık gibi birçok alanda da ciddi birer eğitim kurumları olarak çalışırken, teolojik alanda da Kur’an, fıkıh, tefsir, meal gibi ilim dallarının yanında diğer 3 Hak dinin kitapları ve peygamberlerine de saygıyla İncil, Tevrat ve Zebur da okutulmaktaydı.
İşte, Selanik’te dünyaya gelen ve çocukluğundan itibaren, oralardaki Mevlevî ve Bektaşi eğitim kurumları gibi olan dergâhların yarattığı sufi ve hümanist bir örnek kültür atmosferinde, zaten doğal olarak yaşamın içerisinde yetişen büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de yakın sosyal çevresindeki büyüklerinden de bu güzel örnekli edep, terbiye, usul ve davranışları görüp yaşayarak öğreniyor, alıyor ve özümseyerek içselleştiriyordu zaten. O nedenle, kendi içsel yolculuğuna ait engin bir birikimi de olan büyük önder Mustafa Kemal; dünyada ilk kez kadınların da yasal ve medeni eşitlik haklarını her türlü taassup ve bağnazlıktan uzak tutarak verirken, kız ve erkek gençler ve çocukların da “gelecek” veya “geleceğin temsilcileri ve mirasçıları” olduklarını zaten çok iyi bilen biriydi ve gereğini de dünyada ilk kez gençliğe ve çocuklara bayram hediye eden bir lider olarak dünya ve insanlık tarihine geçti. Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün bu sufist ve hümanist tarafının nasıl şekillenmiş olduğunu bizzat araştırmış ve bu konuyu da en çok bilen donanımlı kişilerden biri sizsiniz. Sizin de büyüklerinizin, özellikle de o güzel ismini de aldığınız büyükanneniz Rengigül hanımın ve büyükbabanızın da Afyon Mevlevihane’sinin son temsilcilerinden olduklarının altını da izninizle çizelim. Ayrıca, anayasamıza konulmuş olan laiklik ilkesi ve laisizm konusu ile birlikte dergâh, tekke ve zaviyelerin kapatılması konusundan da Allah ile kendisi arasına başka bir kulu zaten sokmayan Anadolu sufizmi ve hümanizmi bu ilkesel kararlardan neden rahatsız olsun ki? Tam aksine, bu ilke ve yasalara neden saygı duyarak benimsemiş olduklarını da böylece burada da ortaya koymuş olalım. Anadolu sufileri aynı şekilde şapka ve kıyafet devrimine de en başından itibaren aynen uymuşlardır ve bu devrime de bulundukları her yerdeki topluma bizzat örnek olmuşlardır.
Bir ev veya bir işyerinin ofis odasında görebileceğiniz büyük önder Mustafa Kemal’imizin bir resminin yanında, şayet sabitlenerek durdurulmuş halde saat 09.05 zamanını gösteren bir saat de görürseniz, büyük bir olasılıkla emin olunuz ki Mevlevi edep terbiyesi görmüş vefalı birinin yanında bulunmaktasınız. Çok ilginç bir hatıram aklıma geldi. Böyle bir köşe ile Rusya’nın bir köyünde emekli hayatı yaşayan ve doğma büyüme Rus olan, her ikisi de profesör unvanlı, Moskova üniversitelerinden emekli olmuş evli bir çiftin evini, teknik bir konu nedeniyle yapılan ziyaret sırasında, kütüphaneleri içinde gördüğüm andaki memnuniyetimi ve hayretimi de tahmin edebilirsiniz. Ziyaret konumuz bittiğinde, birlikte ziyarette bulunduğumuz arkadaşlarımızla beraber, bu konudaki sorumuzla başlayan sohbet sırasında, Atatürk ve Mevlevî kültürümüz hakkında duyduklarımız inanılmaz düzeyde ilginç, şaşırtıcı derinlikte ve çok güzel yorumlardı. Bu aile, kendilerini ziyarete gelenler içerisinde bizlerin Türk olduğunu da bilmiyorlardı ve konu bizler tarafından açılınca bizlerin Türk olduğumuzu öğrenmişlerdi. İnanın, bizim kültürümüzü bizlerden daha iyi biliyorlardı. Bu olay hafızalarımıza kazınmış müthiş güzel bir anıdır. Buna benzer, çok sayıda, yurt dışında çalıştığımız dönemlere ait unutamadığım güzelliklerde daha birçok anılarım vardır.
Buraya kadar anlattığımız sadece Mevlevi yaşam kültüründe ilk karşılaşma, selamlaşma veya merhabalaşma gibi ilk adımdaki bir hareket tarzına aitti. Daha sonrasında da başlayacak olan konuşmalar sırasında, özellikle ” olumlu – pozitif ” olmasına dikkat edilen kelime ve sözcüklerin seçilerek cümleler kurulması konusundaki dikkat çekici bir ince davranışa da değinmek gerekiyor. Örneğin; bir ışığı veya lambayı söndürmek ifadesi için kullanılan “söndürmek” fiili negatif kabul edilir ve “lambayı söndürmek” yerine “lambayı sırlamak” şeklinde kullanılır. Bir mangal veya bir ocağın ateşi veya alevi hakkında konuşurken de “ateşi söndürelim.” yerine “ateşi sırlayalım.” şeklindeki bir ifade tarzı kullanılır. Bir müzik aletini veya sazını “çalmak” yerine “dokunmak – dokundurmak” , “gönüllere yol almak” veya bugünlerde pek kullanılmayan daha eski bir deyimle “meşk etmek” tercih edilirken, nefesli sazlarda ise “çalmak” fiili yerine de özellikle “üflemek” fiilinin kullanılması tercih edilerek “Ney üflemek- klarnet üflemek” şeklinde ifade edilir. Ayrıca; her evde mutlaka bir müzik aleti vardır ve ev halkı müzik konusunda bir şekilde ve doğallıkla eğitimli haldedir. Bir müzik çalışması yapmak için sazını eline alan Mevlevî eğitimli bir kişi, o sazı tuttuğu veya dokunduğu anda mutlaka öper ve içinden Besmele çekerek gönlüne göre şükran ifadesi içeren duasını da yapar. Doğal kamıştan yapılan Ney; üflenen bir saz (enstrüman) olduğu için, sürekli olarak içlerine amber, tarçın, limon, vanilya ve karanfil gibi yağlar sürülerek hem korunmaları ve yumuşak bir ses türbülansı sağlanması hem de müzikle kulağa hitap ederken, diğer yönden de nefis bir aromatik koku yayarak, solunan havayla da dinleyenleri memnun etmek için önceden mutlaka yağlanmıştır.
Musiki dışında, evlerde; resim, heykel, hat, tezhip ve ebru gibi sanat dalları ile de uğraşan birileri mutlaka bulunur. Yine bir diğer dikkat çeken davranış şekli de yaşça daha küçük olanlar, karşılarında oturan büyüklerine saygı ifadesi olarak bacaklarını bacakları üstüne asla atmazlar ve tam da aksine olarak; otururken sağ ayaklarını yere basmakta olan sol ayaklarının üzerine koyarlar. Bu saygı ifadesi, “ayağın düğümlenmesi veya mühürlenmesi” olarak adlandırılır. Namaz kılma anında ayakta durup eller bağlandığı anda da aynı şekilde sağ ayak başparmağı, sol ayak başparmağının üzerine konularak “mühürlenir”. İkramlar sırasında veya bir nedenle karşılıksız olarak bir hediye verildiğinde, o hediye veya yapılan ikram her ne olursa olsun, her 2 elle tutularak verilir ve alacak kişi de o ikramı veya hediyeyi 2 eliyle tutarak alırken, aldığı anda da o hediye veya ikramı öper. Eğer bu ikram dışarıda sosyal bir ortamda kendisine verilmiş ise aldığı ikrama elini dokundurur ve dokunan elini etrafın dikkatini de çekmemeye özen göstererek usulca dudağına götürerek öper. İkram nedeniyle veya konuşmalarda memnuniyet, olur veya evet anlamında kabul görme gibi ifadeler için “Eyvallah! “veya “Evvel Allah!” kelimesi çok sıklıkla kullanılır. “Hayır” kelimesi yerine “Bakalım – Kısmetse – Düşünelim ” gibi daha olumlu kelimelerle niyet belirten ifadeler kullanılır. Bir kapıdan ev içine girilirken, eşiğe basmadan sağ ayakla girilir ve çıkarken de yüz içeriye bakar halde geri adım atılarak o odadan veya evden yine eşiğe basılmadan, önce sol ayak geriye atılarak dışarı çıkılır. Şayet, girdiğiniz bir odadan veya bir evden dışarı çıkarken, sırtınız içeriye dönük halde dışarı çıkarsanız, ev sahibine karşı; ” Sizi, ziyaretten memnun kalmadım ve bir daha size gelmem” mesajını ve anlamını ifade etmiş olursunuz. Eğer ev sahibi sizin ziyaretinizden memnun kalmamış ise, siz onun evinden çıkarken, sizin ayakkabılarınızın burunları dışarıya gelecek şekilde sizin önünüze koymuş ise; “Bu ziyaretinizde siz bizi üzdünüz ama kapımız her zaman size tekrar açıktır, sizi tekrar bekleriz.” anlamında olup, eğer ayakkabılarınızın burunları evin içine dönük halde sizin önünüze konulursa “Ziyaretinizden dolayı çok memnun olduk ve bir daha tekrar bekleriz” anlamını taşır. Dikkat ederseniz, kapı her iki halde de her zaman gelen misafire açıktır.
Bu kültürün içinde yetişen bireyler her zaman az yer, az uyur, az konuşur ve karşısındaki kişileri çok büyük bir saygı ve dikkatle çok iyi dinlerler. Konuşan kişinin sözü asla kesilmez. İtiraz konusu varsa cümleye “izninizle” kelimesiyle başlanarak yumuşak bir ses tonu ile açıklama ve konuşma devam eder ama diğer taraftan da suskunluğun ise en büyük ve çok sert bir yanıt olduğu anlamına geldiği de herkesçe bilinir. “Allah ile kul arasına başka bir kul asla sokulmaz” ilkesi esastır ve bu nedenle kişilerin inançları veya inançsızlığı dahil, özel hayatlar asla sorgulanamaz ve bu konularda hiç kimseye de sorgulama amaçlı soru da sorulamaz. “İbadet veya inanç kişisel ve içsel bir yolculuktur. ” ilkesi ve öğretisi esas olup, toplum içerisinde veya dışarıda bu içsel seviye düzeyi asla bir statü aracı veya gurur kaynağı ya da baskı aracı olarak kullanılamaz. Çevreye de bu şekilde yansıtılamaz, sergilenemez ve gösterilemez. “Yanlış yapmak veya hataya düşmek insana has olup, her insan bir yanlış yapabilir.” kapsamında, bir yanlışa düşerek ortaya çıkabilecek kötü bir örneğin, içinden geldiği aynı kültür içinde bulundukları (ihvan) can dostlarına da dokundurulup genelleştirilmemesi ve olası yanlış kanaatlere neden olunmaması için, bireyler Mevlevî olduklarının dergâh arkadaşlığı (ihvan canları) dışındaki sosyal çevrelerde söz konusu edilerek açıkça bilinmesini istemez, her zaman sırlarlar ve asla açıklamazlar. Bu sırlamanın veya gösterilen özenin bir diğer nedeni de yukarıda bahsettiğim gibi; bu kişisel ve eğitimli yönlerini öne çıkartarak, asla kişisel bir övünç, gurur veya kişisel bir statü kaynağı da yapmamaktır. Kişisel gurura kapılmamak ve tam aksine alçak gönüllüğü her şart ve koşulda korumak mutlak bir zorunluluktur.
Bu kapsamda alınan eğitim ve özümsenen davranış şekliyle, bu kişilerin kendileri için çok hoş bir şekilde “Fakir” kelimesini çok sık olarak sıfat ve özne olarak kullandıklarını görürsünüz. Sırlanmak konusunun esasında hata yapmaktan korkulması değil, değişik alanlarda donanımlı bir şekilde alınmış olan eğitimin kalitesi ile çevredeki kişilerle arasında bir bilinç düzey farkı duvarı yaratmamak amacıyla birlikte, o kişileri baskılamama çabası da vardır. Kişilerle kaliteli bir iletişim kurabilmenin temelinde de bu evrensel kural vardır zaten. Bu kültürdeki kişiler, sosyal yaşamdaki dost çevrelerinde dahi, bu konulardaki içsel yolculukları ve gönül bağlı oldukları tarik (yol) hakkında özel konuşmalarda da kendilerini ön plana çıkararak asla bir konuşma yapmazlar. Eğer dışarıda sosyal çevre içindeki bir yerde, genel anlamda, bu tür konular sohbet konusu olarak açılmış ise, elbette ki belge ve kaynaklara dayalı temel ve doğru bilgilerin paylaşılması anlamında sohbetlere girmeyi kişiler şayet isterlerse rahatça sohbet edebilirler. Dikkat ederseniz, kendisini bir Mevlevî, Bektaşi, Bayramî, Kalenderî gibi tinsel inanç sıfatlarıyla tanıtan ve bunu bir statü aracı olarak kullanan ve açığa vuran hiçbir Anadolu sufisi ve hümanistini göremezsiniz. Fakat diğer taraftan; elinde tespihi, uzun sakalı ve üzerinde cübbe, şalvar ve takkesi ile diğer İslam ülkeleri orijinli yolları (tarikleri /tarikatları) temsil ederek dolaşan birçok kişinin; siyasi, ticari çıkar ve statü sağlamak gibi değişik amaçlarıyla ortalıklarda ve açıkça dolaştıklarını çok sık görebilirsiniz. Bu tür olumsuz örnek yapılar, maalesef, dünyada her ülkede, her dinde ve her inançta var olduğu gibi, insanlık dünyasına da dünya gündemlerinde de izlenebildiği gibi, sorun kaynağı da olmaktadırlar. Bu üzücü konuya biz burada hiç girmeden, sorunuz kapsamında kaldığımız noktadan tekrar devam edelim.
Mevlevî kültürün içinde olan ve yaşayan kişiler; içsel yolculuklarına ait şahsi deneyimlerini, sorularını, tavsiye veya bilgi alma gereksinimlerini “Dede” (Dede veya Postnişin: Dergâh postuna oturmaya hak kazanan bilge kişi) statüsündeki bilgili ve eğitimli kişiyle “sır” çerçevesinde paylaşırlar. Dergâhlardaki Dedelik makamı da o yılların içerdiği birçok ilim disiplinlerinin çerçevesinde, bugüne göre rektör veya dekan karşılığı olup, asla babadan oğula geçen bir statü de değildir. Eğitime ve sanat dallarına da çok önem verilir. Her ailede de müzik, resim, hat, ebru, tezhip, edebiyat, şiir ve heykel gibi sanat dalları üzerine ilgilenen ve çalışan kişilere rastlamak ve görmek hiç de abartılı değildir.
Eğitim verebilecek seviyede olan eğitmen kişiler, bu eğitimleri asla ücret karşılığı yapmazlar. Özel bir önem gösterilen Ney de bir kişiye verilecek olursa, kesinlikle hediye olarak verilir, asla para ile satılmaz. Mevlevî dergâhlarında yetişen kişiler, mutlak bir meslek sahibi olarak yetiştirilirler ve asla boşa vakit geçirip, boş oturmaları da istenmez. Mutlaka sürekli çalışıp, bir şeyler üretmekle meşgul olmaları, sürekli üretken durumda olmaları istenir ve bu şekilde yetiştirilirler. Aynı zamanda güler yüzlü, renkli, neşeli, paylaşımcı, cömert ve donanımlı insanlardır. Olumluluk (pozitivizm) esastır ve olumlunun da olumluyu yaratıp çağıracağını bilirler ve çok önemserler. Pozitif olarak durmaya, pozitifi yansıtmaya çok dikkat ederler. Doğada ve insanda enerjinin kaybolmayacağını, sadece şekil değiştireceğini adeta asırlar öncesinden keşfedercesine mesajlarını bu çerçevelerde açıkça verebilmişlerdir. Güzellikler yolunda ezberleri bozmaktan da hiç geri kalmamışlardır.
Özetle tekrar edersek: Anadolu sufizmi ve hümanizmi; tarihsel geçmişi içinden süzülüp gelirken kadını ve erkeği asla ayırmayıp, birlikte hayatı paylaşan, tek eşli aile çekirdeğini kuran, kadını ve erkeği ile birlikte Mevlevî Sema’sı ve Bektaşi Semah’ı yapan, gençlerin ve çocukların elini “geleceğin günahsız varisleri ” oldukları için saygı ve sorumlukla öpen, “Allah ile kendisi arasına başka bir kul giremez” ilkesiyle ve laisizm ile de son derece barışık yaşayan bir kültürdür. Bütün bu Türk boyu sufi ekollerimiz, yukarıdaki en basit örneklerin de ifade ettiği gibi, diğer Müslüman ülkelerin tarik (yol) anlayış ve uygulamaları ile de “kindar nesil yaratma” görüşleriyle de asla örtüşmemektedir ve örtüşemezler. Üzücü bir sonuçtur ki; dünyanın ve ülkemizin de sosyo-politik gündeminde yıllardır olumsuz yansımaları olan kültür ve yaşam tarzı çatışmasının temelinde de bu anlayıştaki yaşam farklılıkları da bulunmaktadır. Dileğimiz ve de umudumuz; daha çok okuyan, doğru bilgi ve bilgi kaynaklarına günümüz teknolojisinin de el verdiği olanaklarla daha kolay ulaşabilen, kendilerini bilim ve fende olduğu kadar, her çeşit sanat dallarında da donatarak ve sorgulayarak gelecek olan Z ve Alfa kuşağı olarak isimlendirdiğimiz gençlerin varlığındadır.
Mühendis gözü ile değişen dünyada doğa ve doğa paydaşlarımız adına nelere özen göstermeliyiz?
Doğa ve doğa paydaşlarımız adına söyleyebileceğimiz tek şey; onlardan özür dilemek zorunda kaldığımız halde, bu özür konusunda da çok geç kalmış olduğumuzun da halen farkına varamamış olduğumuzdur. Özen gösterilmesi gereken çizgi, ne yazık ki; ihmaller nedeniyle, ülkemizde ve dünyada önlem alma aşamasına gelmiş bulunmaktadır.
Mühendisler genelde rakamlarla ve istatistiklerle iç içe yaşarlar ve hayatı da rakamlarla birlikte yorumlamayı severler. Elbette ki pozitif düşünüp, pozitifi bulmak umudumuz da esastır. Umut, neşe ve sevgi asla karartılmamalıdır. Ancak acı gerçeklere de gözümüzü açmak, bütün bir insanlık ve bize emanet edilen doğa için, negatif /olumsuz kaynakları onararak tekrar pozitif / olumlu kaynaklar haline döndürmemiz de şarttır ve görevimizdir. Bu çok önemli konuya bu açıdan da bakmak gerekmektedir… Ulusal ve uluslararası rakamlara ve istatistiklere bağlı analizleri takip ettiğimizde, doğa ve doğa paydaşlarımız konusunda en son söylenecek sözü en başta ve en kısa şekilde söylemek gerekirse; insanoğlu üremek ve üretmek arasındaki dengenin önemini bugüne kadar anlayamamış ve bu dengeyi de bulamamıştır. Ürettiğinden fazla üreyen insan, doğa ve doğa paydaşlarının da en büyük zararlısı haline gelmiş durumdadır. İnsanlık, doğa ve doğa paydaşlarını yıllardır bencilliği, hırsları ve cehaleti ile görmezden gelmiştir. Bu konudaki ihmali ile de gelecek kuşakların mirasına da zarar vermiştir. Oysa insanlığın ve bizim de binlerce yıllık kadim kültürümüzden gelen öğretilerin de bize yüklediği en büyük sorumlulukların başında; “Daha güzeli düşünmek, daha güzeli görmek, daha güzeli söylemek, daha güzeli yapmak ve daha güzeli de paylaşmak ” zincir halkaları vardır. Eğer dünyadaki güzelliklerin kaybolması söz konusu hale gelmişse, bunun ilk öncelikli bir gündem maddesi olması gerektiği de çok açıkça konuşulmalı ve çözüm yolları ortaya hemen konulmalıdır. BM (UN) gibi uluslararası kurum ve kuruluşlar da çok sayıdaki ulus devletler de bu gerçeğe yıllarca gözlerini kapatmışlardır.
Ülke sınırları içerisinde, ülke halkı olarak bütün hepimizin, geçmişten günümüze kadar bizlerin de başarılı olduğumuzdan hiç bahsedilemez. Tam aksine, yapılan ve yapılmakta olan hataların sonuçları, gündeme bile getirilemez durumda olup, bilimsel olarak gündeme getiren akademisyenlerimize bile “halkı paniğe sevk etmekten” davalar açılıyor olması kabul edilemez bir gerçektir. Dünyaya ait verilerde de bu alanda başarılı olan ülkeler bir elin parmak sayısını geçmemektedir ve sonuç olarak; dünyanın da balans ayarı bozulmaya başlamış ve kırmızıçizgisini de çoktan geçmiştir.
Dünyamızı, bu konuda, tam bir akvaryum olarak modelleyerek düşünmek gerekir. Bir akvaryuma sığdırabileceğiniz balık sayısı akvaryumunuzun hacmi ile sınırlıdır. Dünya akvaryumu için mevcut sayısal durum, artık bu akvaryumun taşma noktasına geldiğini alarm zillerini çalarak, bağırarak ve haykırarak haber vermektedir ama işin daha da kötüsü; insanlık, bu sorundaki duruma ait ciddiyetin halen tam anlamıyla farkında değildir ve tedavi amacına yönelik olarak, henüz daha organize de olamamıştır. Rakamların oturup ortaya koyduğu göstergeler ve yansıttığı projeksiyonlardaki resimlere baktığımızda; hep birlikte yokuş aşağı hızla giden frensiz bir otobüste olduğumuzu söylemek abartı değildir ve kısa bir süre sonra önümüzde keskin bir virajın olduğu da çok net olarak görülmektedir. Akvaryum örneğinden devam edersek; önümüzdeki yıllarda, akvaryumda çok büyük kayıpların başlayabileceğini saklamanın da olanaksız bir hale geleceği gerçeği ile yüz yüze olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yakın dünya tarihinde endüstrileşme ile başlayan bu sorun, 1971 yılından itibaren tam bir kırılma noktası yaşamaya başlamış olup, hızla ve fazlasıyla artan dünya nüfusu tüketimiyle katlanarak büyümüş ve tehdit boyutuna varan sorunlar yumağına dönüşmüştür. 1971 yılı dünya genelinde sadece çevre (environmental) alanında değil, dikkat çekici şekilde dünya çapındaki sosyo-ekonomik ve sosyo-politik alanlardaki kırılmalarla da dikkat çekmektedir. Bu tespit, biraz önce de bahsettiğim yönde büyüklerimizin de bir sözünü hatırlatıyor: “Bireylerin, ailelerin, şehirlerin, ülkelerin ve bunlara da bağlı olarak dünyamızın da ortak bir kaderi vardır. Bu nedenle; güzellikler üretilmeli ve güzellikler mutlak adilce paylaşılmalıdır.” Sonuçta hep beraber görüyoruz ki; aksi halde, sorunlar yumağı kontrolsüz bir şekilde büyüyor ve günümüzdeki halini alıyor.
Sorunun en başından bugüne kadar gereğini yapamamış olan uluslararası kurumların en başında gelen Birleşmiş Milletler teşkilatı da başta olmak üzere, bütün ulus devletler tarafından da alarm durumunun gereği olarak, acil eylem plan paketleri açılmalı ve uygulamaya bir an evvel konulmalıdır. “Peki bunlar yapılıyor veya yapılmaya başlandı mı?” diye sorulacak olursa, rakamların ve istatistiklerin böyle bir olumlu mesajı bize halen vermediğini söyleyebiliriz. Bu konudaki yanıtımın, bardağın hep dolu tarafına değil de boş tarafına bakılıyor diye algılanmasına ben de çok üzülürüm ama karşı karşıya olduğumuz çıplak gerçeğin resmi bu şekildedir. Yukarıda da tekrar ederek söylediğim gibi, insanlık; bu konuda, bardağın dolu tarafını, doğru bir şekilde dolduramamıştır. Bu konudaki hatalardan ders çıkarıp önlem alma zamanı çoktan gelip geçmektedir ve hatada ısrar etmek, insanlığı çok üzecek hale gelmiş boyuttadır. Problemin büyüklüğü veya sorunun büyüklüğünden korkmak veya ürkmek çözüm olmayacağı gibi, insanlık tarihine baktığımızda da bazı alanlardaki ihmallerin kötü sonuçlar vermiş olduğuna dair yaşanmış çok örnekler görebiliriz. Her sorun ve problem, zamanında doğru bir çözüme kavuşturulmazsa, evrensel döngü ve doğanın reaksiyonu, ikinci adımda bizlere çöküşü ve dibe vurmayı getirecektir. Tekrar yukarı çıkışın ise ancak dibe vurduktan sonra başlayıp gerçekleşebileceğini, tarihsel ve evrensel döngüler yine bütün örnekleriyle bizlere açıkça söylemektedir.
Önümüzdeki bu çok kısıtlı zaman süreci konusunda, bilim insanları da kendi aralarında bile, net olarak halen ortak bir görüş birliğine varabilmiş değillerdir ama çözümsüzlük halindeki süreç tahminleri en fazla 9 yıl ile 25 yıl arasında yoğunlaşmaktadır. Yani 2030 ve 2045 yılların kritik yıllar olarak görülmekte olduğu söylenebilir. Hatta ilk on yıl içerisinde küresel ısınmanın mı devam edeceği, yoksa kısa süreli bir buzul çağının mı başlayıp yaşanacağı konusundaki tartışmalar bile diğer bir taraftan sürmeye devam etmektedir. Sonuç ne olursa olsun, esas olan; problemin kaynağındaki dünya nüfusunun önlenemez yükselişi ve bu yükselişle birlikte doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan tüketimlerin yarattığı sorunların ve kirliliğin kontrol edilemez hale gelen ciddi bir sonucudur. Bu gerçek, artık yok sayılamaz haldedir. Bütün bir dünya nüfusu olarak hepimiz, bilgi çağının da içindeyiz ve yeni bir dünya düzeni de sinyallerini bizlere artık açıkça göstererek vermektedir. Bu nedenle, bence de ilk 10 yıl veya 15 içerisinde, büyük bir olasılıkla bu akvaryum sorunumuz “bir şekilde” çözüme kavuşacaktır. Önemli olan, çözüme gidecek olan yolun, insanlıkça kontrol altına alınarak geçilmesidir. Bu cümlelerimdeki “bir şekilde” sözcük ifademle beraber “kontrollü geçiş” koşulunun önemini belirtmeye çalıştığım ifademin altını özellikle çizmeme izin veriniz ve bu detaylar çok önemlidir. Bunun aksini bile düşünmemeliyiz. Doğa ve doğa paydaşlarımız artık en kısa sürede bu çözüm için harekete geçilmesini beklemektedir ve var olan bu sorunun sorumlusu da hepimiz, bütün bir dünya insanlarıyız. Gerçek durumun özeti maalesef budur.
Unutulmamalıdır ki; eğer bir paradigma (var olan sistem bütünü) çökerse, yeni bir paradigmanın kurulması için devrimsel reorganizasyonlar gerekir ve bunun bedeli de insanlık için her zaman çok ağır olacaktır. Mevlâna’nın şu sözü, insanın bencil ve hırslı tarafını çok güzel özetler : “İlla 100 deme!. 70, 80, hatta 90 da olur!.. İlla ben!. İlla ben!, deme!!. Yarınlar sen yoksan da olur!.” Fakat insanlık bugüne kadar ne yazık ki “İlla 100” diyerek çok ısrar etmiştir. Israr etmeye de halen devam etmektedir. Yeni kuşaklar çok çevreci olarak yetişerek ve bu konuda yüksek bir bilinçle geliyorlar. Bunu da mutlulukla gözlemleyebiliyoruz. Onlardan umutluyum ve onlar Alexander Pope’nin de dediği gibi ; “Bir ağaç, herhangi bir prensten daha soyludur!” diyebileceklerdir. Umudumuzu yine de koruyoruz ve bu sözü gençler için yine tekrarlıyorum; “Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama sen unutma ki; rengarenk gökkuşağı, yağmurdan sonra çıkar!” – Mevlana C. Rumi.
Yaşadığınız İzmir, Karaburun ve yurt dışı görevlerinizdeki yerlerin sizdeki etkilerini, yıllar içindeki değişimleri nasıl okuruz?
Bir endüstri mühendisi olarak elektrik enerji üretim ile petrol ve gaz sektöründe, dört kıtada değişik projelerde çalışırken, doğal olarak o coğrafyalarda yaşamın da içinde olunuyor. Yurt dışının yanı sıra, güzel ülkemizin de bütün şehirlerine gidip kalmış ve tarif edilemez güzellikleri de görmüş biri olarak çok şanslı insanlardan biriyim. Ayrıca; değer farklılıklarını da anlamak ve doğruya ulaşmak istiyorsanız sorgulama alışkanlığınızın da olması gerekiyor. Geçen yıllar da sonuçta şunu çok iyi öğretiyor: Bardağın hem dolu hem de boş tarafına da en güzeli yapabilmek adına, bakmak zorundayız !.
Dünyayı ve yaşamı tüm çıplak gerçekleriyle ancak böyle bir bakış açısından, objektif yöntemlerle, tarafsız sorgulamalar yapabilirseniz, tanıma şansına sahip oluyorsunuz. Bardağın hem dolu hem boş tarafında da ders çıkarılacak çok sayıdaki örtülü gerçeklerle de ancak böylece yüz yüze gelebiliyorsunuz. Bu nedenle, bakış açınızdaki niyetiniz ve yaklaşımınız da çok önemli oluyor. Büyüklerimiz, bize her zaman hata yapabileceğimizi, önemli olan hata yapmaktan korkmak değil, hatalardan ders çıkarabilmenin çok daha önemli olduğunu söylerlerdi. Bu çok doğrudur gerçekten. Olumsuz söylemlerle hüzün yaymamaya da mutlaka özen gösterilmeli ama bir diğer yandan da hepimizin de olumsuzluklarıyla hüzün yayan kök nedenlerdeki arızaları bularak çözmek gibi görevlerimiz ve bizden sonraki kuşaklara karşı da sorumluluklarımızın olduğunu unutmamız gerekiyor. Çalıştığımız sektörel alanın, stratejik ve uluslararası değerlerde de öne çıkan, önemli bir sektör olması nedeniyle, bir şekilde oluşan gündemlerle de ortaya çıkan ve çok ender rastlanabilecek olaylara, tecrübelere ve gözlemlere şahit olma şansınız da oluyor. Meslek alanındaki yenilikler ve gelişmeler neticede ilim, bilim ve fen ile ilgilidir ve bunları öğrenip yüklenmek sizi üzmez ve mesleğini seveni de hiç yormaz. Teknik alanlarda, şahsi veya ülke çapındaki fazlalıklarınızın da eksiklerinizin de olduğunu görüp her şeyi güncellemeyi doğallıkla hedefliyorsunuz ve bunu yapmakta zorlanmıyorsunuz. Kişileri tam anlamıyla esas olarak şaşırtan, hatta şok eden, yoran, üzen, güldüren, ağlatan, sevindiren, üzen, sorgulatan veya isyan ettiren, mutlu eden ya da pişman eden, güzellikler veya çirkinlikler gibi zıtlıkların var olduğu bir dünya ve böylesine zıtlıklarla dolu gerçek bir hayatın varlığı oluyor. Fakat kişiyi asıl eğiten ve değiştiren de işin bu tarafı oluyor. Çünkü tavan yapmış bir zenginliğin içinde mutsuzluğu, hatta yoksulluğu da görebiliyorsunuz. Diğer taraftan da yoksulluğun ve fakirliğin had safhada hüküm sürdüğü, dipte olduğu bir yerde ise yokluklara rağmen mutluluğu da görebiliyorsunuz. Mevlâna’nın şu sözünü hatırlıyorsunuz: “Öyle insanlar gördüm ki üzerlerinde elbise yoktu! Öyle elbiseler gördüm ki içinde insan yoktu!” Mevlâna’nın, bu özlü sözü 800 yıl önce söylemiş olmasına rağmen, halen bunları görüyor olmanızın nedenlerini de böylece sorgulamaya başlıyorsunuz.
Çalıştığınız alanın stratejik bir sektör olması nedeniyle, kuzey yarım kürede kutup bölgesine yakın -65 c / -70 c buzullar içindeki yaşam mücadelesini ve yerleri de görüyor, güney yarım kürede ise gölgede +65 c içindeki yaşam mücadelesini ve yerleri de görüyorsunuz. Bu çok geniş coğrafya yelpazesinin içinde; trajedik ve trajikomik olayları, savaşları, iç çatışmaları, baskınları, barışları, mutlu insanları, mermilerle vurulan veya mayınlarla parçalanan insanları, güler yüzlü güzel insanları, elinde silahla yol kesenleri, eğlenenleri ve ağlayanları, bir ülkedeki şeriat infazları ve kırbaç cezalarını, en gelişmiş ülkelerdeki başka vahşetleri de görebiliyorsunuz. Aklınıza gelebilecek bütün bu zıtlıkların en zirvedeki hallerini de görüyorsunuz. Bunların içinde yaşıyorsunuz. Bütün bu zıtlıkların nedenlerini, bu ruh halinizle sorgulamaya başlarsanız, öğrenme süreciniz ve kişisel değişim süreciniz de doğal olarak başlıyor. Yaşadığınız bu koşullardaki o ülke ve yöre halkı kültürü ile birlikte, çok uluslu projelerdeki değişik kültürlerden de meydana gelen iş yerindeki çok renkli meslektaşlarınızın ve personelin oluşturduğu ortak işyeri kültürü, size doğal olarak çok geniş bir keşif ve sorgulama alanı yaratıyor. Bu tür olumsuz şoklar yaratan olaylarla G8 ülkesi gibi bir batı ülkesinde başka bir şekilde, bir Ortadoğu veya Afrika ile ya da bir Asya ülkesinde başka bir şekilde de olsa, bütün dünya ülkelerinde ve bütün inançlarda “istisnasız olarak” hem güzellikleri ve güzel insanları hem de tam zıtlıklarını görüyorsunuz veya karşılaşabiliyorsunuz. Sonuçta; şairin dediği gibi, “Dünyayı güzelliğin kurtaracağını” ve kadim Anadolu kültürünüzün dediği gibi de “güzelliği insanın yaratacağını ve yaratmak zorunda olduğunu” da bir kez daha görüyor ve anlıyorsunuz.
Anlamak veya öğrenmek için de olsa, bir şekilde sorgulamaya başladığınızda da elinizde; ekonomi, finans, siyaset, politika, teoloji, sosyoloji, tarih, arkeoloji, felsefe, edebiyat, müzik ve sanat gibi çok geniş disiplin alanlarındaki kitapların yanı sıra İncil, Tevrat, Zebur, Kur’an yanı sıra Budha veya diğer teolojik alandaki kitapları da buluyorsunuz ve okuyorsunuz. Çünkü bilgi edinme veya aydınlanma amaçlı da olsa, size de çevrenizdeki iş arkadaşınız yabancı dostlarınızdan çok soru gelebiliyor ve siz de bu karşılıklı ciddi sohbetler sırasında karşı tarafı da doğru anlamak, farkında olmadan incitmemek ve yanlışlıkla kırmamış olmak, onlara yanlış bir bilgi de vermemek için, siz de onların da her yönünü öğrenmeye çalışıyorsunuz. Dolayısı ile kişisel bir gelişim ve değişim de doğal bir zorunlulukla kendiliğinden de gerçekleşiyor.
“Tanrı evrendir ve insan ancak tutkuları yenerek tanrıya yaklaşır. Beni dışarıda ararsan bulamazsın, beni sadece kendi içinde bulursun” diyen Baruch Spinoza’yı ve “İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır ve artık o kişi bir soyludur.” diyen Friedrich Nietzsche ile “Demiri demirle kırdılar; biri sıcak, diğeri soğuktu. İnsanı, insan ile kırdılar; biri aç diğeri toktu.” diyen Pir Sultan Abdal’ı , “Ben içer, ben ağlarım! O yar benim! Kime ne? Ar u namus şişesini taşa çaldım! Kime ne?” diyebilen Nesimi’yi, Ömer Hayyam’ı , Şeyh Bedrettin’i, Yunus Emre’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi , Mevlâna’yı , Şems’i ve onlarla beraber Socrates’ı , Galileo’yu, Şair Attila İlhan’ı, Nâzım Hikmet ve Sebahattin Ali’yi de ortak noktalarını keşfederek bulurken, İstanbul Yenikapı Mevlevihane’sinden Abdülbaki Gölpınarlı’yı, Selman Tüzün Dede’yi ve değerli büyüğümüz, aynı zamanda Neyzen Postnişin (Dede) Andaç Arbaş’ı ve yine yakın tarihimizden Aytunç Altındal’ı, Oktay Sinanoğlu’nu, Yaşar Nuri Öztürk’ü ve ismini burada saymak istediğim ama sayamadığım daha nice gönül insanlarını da bir araya getirerek, onların da size verdiklerini ve ortak noktalarını da tekrar daha geniş bir açıyla yeni baştan bir kez daha keşfetmeye başlıyorsunuz. Sadece bu kadarla da kalmıyor ve doğal olarak günümüzdeki ilim, teknik, tıp ve fen alanındaki gelişmelerin de bağları ile bu gönül insanlarının aynı paralelde başka ortak yönlerini yakalamaya ve daha iyi anlamaya çabalıyor ve anlamaya başlıyorsunuz. Bir Spinoza hayranı olan ünlü fizikçi Albert Einstein ile son yıllarda fizik alanındaki inanılması zor keşifler, deneyler ve gelişmeler üzerine atom altı parçacıkların olduğu kuantum fiziğinin ve kuantum mekaniğinin akıl almaz keşiflerinin ve ortaya çıkarılan bambaşka sonuçlarını da araştırmak ve öğrenmekle meşgul hale geldiğinizi de fark ediyorsunuz. Bütün bunların Anadolu sufizmindeki bazı alanlardaki temel öğretilere ait verilerle veya ortak soru işaretleriyle de nasıl örtüşmekte olabildiklerini de görüp, her şeyi daha iyi anlamaya başlıyorsunuz. Kelimelerde bile olumluluğu (pozitifi) seçerek ağaçlarla, çiçeklerle, böceklerle, taşlarla, kâğıt ve kalemle, bir mum ile, kuşlarla, hatta bir bardak su ve kar tanesi ile konuşan geleneksel olumlu (pozitivist) yaklaşımları olan Anadolu sufist ve hümanist kadim kültürünün izleriyle birlikte, bunların günümüz teknolojisinde ışınım dalga boyları, frekansları ve dijital olarak ölçülebilir hale gelen enerjileri hakkındaki bilimsel makalelerini ancak bugünlerde okuyup öğrenirken, asırlar veya yıllar öncesinden o günlerin şartları ve koşullarına göre bilgi sahibi olan gönül insanlarının yazdıkları eserler ve büyüklerinizin de sizlere anlattıkları aklınıza geliyor.
Atom altı parçacığını konu alan bilim dalı olan kuantum fiziğinin ve kuantum mekaniğinin sırlarla dolu bilimsel çıktılarını bugünlerde de anlamaya ve çözmeye çalışan fizik biliminin dünyaca ünlü akademisyenleri ile bu gönül insanlarının aynı konu temelinde benzer ortak noktalarda buluşmakta olduklarını, tam anlamıyla şok olurcasına bugün de görebiliyorsunuz. Bu gibi durumlar karşısında da hayrete düşmeniz kaçınılmaz oluyor. İşte o an, hiçbir şey bilmediğinizi bir kez daha anlıyorsunuz ve kişisel bir özeleştiri içine doğallıkla düşerek, ömrünüzün geçmiş yıllarına ait vaktinizi adeta boşa geçmişçesine de çok üzülüyorsunuz. Yenikapılı Hak’ka yürümüş olan büyükleriniz ile diğer bütün değerli büyüklerinizi de daha çok özlüyorsunuz. “Zararın neresinden dönersem kazançtır” deyip, bu kitaplara tekrar daha bir sıkı sarılıyor, daha çok okuyor veya bugünkü internet teknolojisi yardımıyla daha çok dinleyerek de bilgi sahibi oluyor ve konuları takip edebiliyorsunuz.
Dünyanın gerçekleri ve özellikle uluslararası güç savaşları; sadece teknik konulara değil, mecburen sosyo-politik ve sosyo-ekonomik konuların da içine girmenizi adeta zorluyor. Böylece, önünüze bir başka yelpaze daha çıkıyor. Bu yelpazede; en sağdaki vahşi kapitalizmden en soldaki Kuzey Kore modeli bir komünizm sistem bütünlüğü kavramına kadar her bir başlığı ve sistemler bütünlerini de çok iyi bilmeniz gerekiyor. Tam burada, bu konudaki yelpazeyi de tanıdıktan sonra bir ezber bozmaya daha devam edelim: “Dünyadaki en mükemmel ekonomik model Mustafa Kemal’in model olarak oluşturup uygulamaya koyduğu karma ekonomik sistemdir!” Bunu G8 ülkelerinin liderleri ve bu modelin uygulamaya konulması ile başarıyı yakalamakta olan diğer ülke liderleri ile çok ünlü ekonomistler de söylemektedir. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk sadece 19’ncu yüzyıla değil 20’nci yüzyıla da damgasını vururken, içinde olduğumuz 21’nci yüzyılda da “liderlik” kriterleri içinde halen kendisini aşabilen bir lider dünyada ortaya çıkabilmiş değildir. Hayatı cephelerde geçen ve 1923 yılında henüz 41 yaşında bir genç iken, bütün dünyaya meydan okuyarak zafer kazanan ve cumhuriyeti ilan edebilen Mustafa Kemal’imiz bu ekonomik modeli nasıl ortaya koymuştur? Çünkü Anadolu sufizmi ve hümanizmi ile 4 kitap ve özellikle Kur’an bu alanda iyi incelenecek olursa, verilen ortak mesajlarda anlatılan sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir yaşam düzenine ait sistem bütünlüğünün, karma ekonomik bir sistem bütünlüğü olduğunu da çok net görebilirsiniz. Kendisi ve arkadaşlarının da ışıklar içinde uyuması için her zaman duacı olduğumuz Mustafa Kemal’imizin bu konudaki alt yapıya doğal olarak sahip olmasının özeti de budur. Çünkü o; bu edep ve terbiye ile bilgi donanımına zaten içsellikle özümseyerek sahip olmuş bir liderdi. Bu sistemi de kurmuş olması, inanın, hiç şaşırtıcı değildir. Bu anlattığım bir iddia değil, 1971 yılında başlayan dünyadaki kırılmalardan günümüze kadar uzanan son 50 yıllık sürecin sonunda dünyaca da kabul edilen bir tespittir. Ancak, şu da çok üzücüdür ki; ülkemiz bu karma ekonomik sistemi 1980 yılında terk ederken veya terk etmeye zorlanmışken, Çin ve Rusya federasyonu başta olmak üzere, çöküşte olan sistemlerin ülkeleri buna geçmiş, diğer taraftan da diğer dünya ülkeleri de yine bu sisteme yönelmişler veya dünyanın ekonomik ve finans koşulları gereği yönelmek zorunda kalmışlardır. Bu küçük not sonrası tekrar konumuza devam edelim.
Sonuç olarak; bu zihin ve gönül dünyanız gerçeklerle yüzleşerek böylesine yoğurulurken, yıllarınızı geçirdiğiniz 4 kıtada bambaşka müthiş birkaç gerçeği daha keşfediyorsunuz. Bunlar;
Mustafa Kemal Atatürk tartışmasız örnek bir dünya lideridir ve bütün dünyada çok tanınıp, çok da seviliyor. Bu konuda inanılmaz ve unutamayacağım şekilde yaşanmış sayısız diyebileceğim kadar çok olaya ve övgülere şahsen ve iş arkadaşlarımla birlikte şahit oldum. Büyük önder Mustafa Kemal’imizin birçok ülkede de büyük bir hayranlıkla çok kıskanıldığını da gördüm.
Anadolu sufizmi ve hümanizmi, bu alanda bütün dünyaca çok iyi biliniyor. Mevlâna’nın Mesnevi’si teolojik ve felsefe alanındaki kitap raflarında, başta özellikle G8 ülkelerinin tümünde ve diğer ülkelerde de 5 kıtada da en çok satan “best- seller” kitap sıralamasında yıllardır ilk sıradadır. Dünya bizi, bizden çok daha iyi bilmektedir.
Dünyada 4 mevsimi aynı anda yaşayan müthiş güzel bir vatanımız vardır ve bizlerin hepimizin de bu vatana çok daha duyarlı olmamız gerektiğini net bir şekilde görebiliyoruz. 4) Türk insanı çok renkli, çok çalışkan ve “duygu yelpazesi “gerçekten çok geniş bir yapıdadır. “Türk insanı” derken bu vatanda yaşamakta olan her bir bireyi kesinlikle ayırt etmeksizin kast ediyorum. Zaten bu nedenle, çok güzel ve eşsiz zengin değerde bir mozaik kültür zenginliğimiz var. Psikoloji ve psikososyal alandaki “duygu yelpazesi” tanımlamasını özellikle seçerek kullanıyorum.
5) Dünya çok küçük bir gezegen gerçekten. Bu küçük gezegeni de maalesef koruyamıyoruz. Bu 5 başlık konusundaki izlenimlerim her coğrafyada ve her zaman benim dikkatimi çok çekmiş ve üzerlerinden ciddi dersler çıkarılması gerekliliğine inandığım konular olmuştur.
Sorunuzun İzmir tarafına gelince; her İzmirli gibi, böyle bir şehirde yaşama şansım nedeniyle, öncelikle yürekten bir “huzur” hissettiğimi söylemeliyim. Biz bütün İzmirliler, kendi çapımızdaki yaşam kültürümüz ve değerlerimizle hep bir arada çok büyük ve çok da mutlu bir aile gibiyiz. İzmirli olup da İzmir dışında kalan İzmirli yoktur. İşleri nedeniyle veya başka bir sebeple İzmir’den ayrılıp gitmek zorunda kalan İzmirliler ilerideki günlerde ve ilk fırsatta, gittikleri yerlerden mutlaka tekrar İzmir’e geri dönerler. Doğa ve doğa paydaşlarımız konusunda ise maalesef güzel İzmir de dünyadan ve ülkemizden de payına düşeni almak zorunda kalmakta ama İzmir halkı bu konuda gönüllü bir titizlikle mücadele vermektedir. Ancak; yukarıda belirttiğim doğaya karşı vefasızlık konusunda İzmir ve Karaburun için de çok üzüntülü olduğumuzu söylemeliyim. İzmir vatansızlara vatan olan bir şehridir. Çok da zengin bir kültür mozaiği vardır ama artık aynı okulda, aynı sınıfları paylaştığımız Musevi, Rum, Ortodoks ve İtalyan göçmeni çocukluk arkadaşlarımızı da özleyerek arıyoruz.
Bugünkü adı Şirinyer olan, eski ismiyle Kızılçullu’yu ve inanılmaz güzel üzüm bağlarını, Köy Enstitüsünü ve oradan yetişip bizi de eğiten öğretmenlerimizi, Roma döneminden kalan su kemerlerinin üzerinden aşağıda pırıl pırıl akan Kızılçullu deresine 15 metre yüksekten atlayan büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı da hem hatırlıyor hem de özlüyoruz. Bu derede 1979 yılı sonuna kadar tatlı su kefali ve sazan balıklarının havaya zıpladığı inanılmaz güzellikleri özlüyoruz. Son yıllarda diğer şehirlerimizin başına geldiği gibi, İzmir’in de hızla betonlaşacak olmasından çok korkuyoruz ve bu konuda da hep birlikte direniyoruz. Elden geldiğince yeşili ve doğa paydaşlarımızı da hem karada hem denizde ve hem de havada korumaya çalışıyoruz.
Artık “kumru” dediğimiz “yusufçuk” kuşlarını da daha az görüyoruz. Denizimizdeki Akdeniz Foklarını da özlüyoruz. İzmir körfezi kuzeyine gelen lüfer ve palamut balıklarının da eskisi gibi gelmediğini görüyoruz. Mercanlarımız, barbunlarımız da bize küsmüşler gibi. Ülkemiz balıkçılığında kullanılan ağları ve ağ gözlerinin standart dışı oldukları halde, neden halen düzenlemedikleri için de üzülüyoruz.
1970’li yılların başında Alsancak’taki Atatürk Lisesi’nde okurken, öğlen tatili arası Kordon boyuna koşarak denize atlayıp balıkların, hatta yunusların arasında yüzdüğümüz günleri de çok özlüyoruz. Ailemizin bir ferdi gibi bize son 15 yıl arkadaşlık yapan Sivas Kangal dostumuz Segah hanımı da çok özlüyoruz. Çocuklarımızın ve torunlarımızın yüzüne miraslarını koruyamadığımız için nasıl bakacağımızı da artık çok düşünüyoruz ve bu duruma da çok üzülüyoruz. Bütün İzmirliler doğa ve doğa paydaşları konusunda gerçekten bilinçli ve hassas insanlardır. Bu konuda bütün belediye başkanlarımızı da çok sıkıştırıyoruz ve elden geldiğince de bir şeyler yapıldığını da görüyor ama yine de yeterli bulmuyoruz. Bütün bunlara rağmen, İzmir halkı olarak gerçekten bu konuda çok umutluyuz. Daha iyisini ve güzelini de İzmir’in mutlaka yapacağına samimi olarak inanıyoruz. Çünkü bu konuyu, bütün hepimiz, belediye başkanlarımızın gölgesi gibi de çok yakından izlemeye devam ediyoruz. İzmirliler, çok genel anlamda, romantik ruhlu, beklentilerini düşük tutan ve bu nedenle de çok basitçe mutlu olmayı becerebilen insanlardır ama bizler için doğamız ile doğa paydaşlarımız olmazsa olmazımızdır. Bu konuda güzeli yaparak ve paylaşarak sonuca ulaşmış olmak en büyük ortak mutluluğumuz olacaktır. Mevlâna’nın da dediği gibi; “Güzel düşün, güzel yaşa! Düşüncen konuşmana, konuşman hareketine, hareketin kaderine yansır!” İzmir’in daha güzel olmasını da hep birlikte düşünüyor ve bunun için de hep beraber uğraşıyoruz.
Kısacası; işleriniz nedeniyle gidip yaşadığınız ülkeler ve kendi ülkeniz de kendi şehriniz de ilgi alanlarınız ve yetiştiğiniz çevre de sizi hep bir araya gelerek, keskin köşeleriniz varsa da o keskin köşeleri de yontarak alıp harmanlıyor ve bir şekilde de pişirip ortaya koyuyor. Bütün bu konuşmakta olduğumuz konuların hepsini, gün geliyor ve kendi kendinizle sohbet ederken kâğıda dökmeye başlıyorsunuz. Ben bir edebiyatçı değilim ama keşke olabilseydim. Ben yazıp yayınladığım ve halen yazıp bitirmeme rağmen, zaman aşım sürelerinin dolmasını da beklemek gibi bazı nedenlerle, yayına ve baskıya hazır beklettiğim kitaplarımda da bu yaşananları roman türünde anlatarak aktarmaya ve paylaşmaya gayret ediyorum. Aslında, benim için yazmak; kendimle de yaptığım çok iyi bir sohbet oluyor.