Yin Yang felsefesine göre doğadaki her şeyin bir zıttı vardır. Bu iki zıt güç olmadan düzen ve hareket mümkün değildir. Kavramsal düzeyde de her kavram zıttı ile bir arada bulunur. Diyalektik materyalizmde de bu olgu “karşıtlıkların birliği” yasası ile kendine yer bulur. Buradan yola çıkarak dünyamızın geleceğini ve insanlığı tehdit eden iki sorundan bahsetmek istiyorum. Hızla küreselleşen dünyamızın bu iki önemli sorunu da karşıtlıkları barındırıyor. Birincisi “küresel gıda krizi ve açlık” ve de ikincisi “tüketim çılgınlığı ve küresel israf”. Tahterevallinin bir ucunda açlık ve susuzlukla mücadele eden “tüketemeyenler” varken diğerinde “israf boyutunda “aşırı tüketenler” var. Çok derin ve kapanması çok güç bir uçurumdan bahsediyoruz, açlıkla mücadele bir yanda tüketim çılgınlığı ve israf bir tarafta.
Dünyanın hızla küreselleşmesinin bir sonucu olarak Batı altyapısı ve üstyapısı ile tüm dünyaya hakim olma savaşında, hegemonya savaşları hala devam ediyor. Batı da ideolojik boyutta bunu kapitalizm ile gerçekleştiriyor. Kapitalist sistemin çarklarını döndürebilmesinin olmazsa olmazı işletmelerin kar elde etmesi, bunun için de her yol mubah. Vahşi kapitalizm sözü yok yere türemiş değil, sistemin çarkları savaş ekonomileri ile dönüyor. Sadece kar elde etmek üzerine kurulmuş acımasız rekabet koşullarında işleyen bir sistem söz konusu. Bu sistem insanların tüketim alışkanlıklarını şekillendiriyor. Bize tektipleştirici bir yaşam biçimini empoze ediyor. Üretim teknolojilerindeki devasa gelişmeler, küreselleşmeyi çok daha hızlandıran dijitalleşme ile birleşiyor. Yaratılan yeni tüketici modeli alışveriş yapmak için evinden çıkmak zorunda bile değil. Bilgisayar başında çoğu kez ihtiyacı olmayan şeyleri satın alan, evi hiç kullanmadığı eşyalarla dolu tüketim köleleri haline hızla dönüşüyoruz. Teknolojik gelişmelere uyum sağlamak adına; gerçekten ihtiyacımız yokken cep telefonlarımızı, bilgisayarlarımızı, arabalarımızı değiştiriyoruz. Reklamcılığın geldiği boyutta başarılı algı operasyonları ile hep daha fazlasına, daha iyisine, daha gelişmişine ihtiyacımız olduğu hissiyatı ile yaşıyoruz. Bozulan eşyalarımızı tamirciye götürmek gibi bir alışkanlığımız kalmıyor artık, hemen yenisini alıyoruz.
Dünyada en çok satan kitapların yazarı Yuval Noah Harari’nin, ‘Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi’ kitabındaki; “Ortaçağ Avrupası’nda aristokratlar paralarını hiç düşünmeden aşırı lükslere harcarlarken, köylüler her bir kuruşu hesap ederek tutumlu yaşarlardı. Şimdi her şey tersine döndü. Zenginler varlıklarını ve yatırımlarını dikkatlice yönetirlerken, fakirler aslında ihtiyaçları olmayan arabaları ve televizyonları satın alabilmek için borca giriyorlar.” saptaması çok doğru. İçine koyacak benzin parası olmadığı halde otomobil kredisini ödemeye devam eden insanların ülkesinde yaşıyoruz.
Restoranlardaki porsiyonların boyutlarına dikkat edin. Gitgide büyüdüler. Yemeklerin çoğu yenmeden dökülüyor önemli olan gözümüzün doyması, XXX Large yiyecek- içecek siparişleri veriyoruz. Obezite ile mücadele en önemli sağlık problemlerimizden biri iken Afrika’da çocuklar temiz su kaynaklarına ulaşamıyor. Her yıl 10 milyon insan açlıktan kaçmak için göç ediyor. Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2018 raporuna göre eldeki yeni kanıtlar dünyada aç insan sayısının artarak 2017 yılında 821 milyona ulaştığını, başka bir deyişle dünyadaki her 9 kişiden birinin aç olduğunu gösteriyor. Bu küresel sorunun çözümü için devletlerin, sermayeleri ülkelerin bütçelerinden büyük çokuluslu şirketlerin, uluslararası örgütlerin, sivil toplum kuruluşlarının el birliği ile hareket etmesi kadar önemli bir nokta da bizlerin de dünya vatandaşı duyarlılığında hareket edebilmemiz. Daha minimal hayatlar sürebiliriz. Yani “sadeleşebiliriz” Tüketim çılgınlığına kapılmadan sağduyulu, duyarlı, gerçek ihtiyacımız kadar az tüketen, tutumlu, israf etmeyen bireyler olarak yaşam tarzımızı düzenleyip, gelecek nesillere fazlalıklardan arınmış “Az’ın ‘çok’luğuna ve gücüne” işaret eden minimalizm (sadecilik) felsefesini kazandırabiliriz. Unutmayalım ki “bizi insan yapan ne tükettiğimiz değil ne ürettiğimiz….”