Şükrü Bilge Bey ile sanat, edebiyat ve doğa konusundaki sohbetlerimiz derinleştikçe kendisinin deneyimlediği hayat görüş ve bilgisinin gelecek kuşaklara aktarılması gerektiği kanaatine vardım.
“Estetik Mimaride Büyüyen Çocuklar Onu İçiyorlar Ruhlarına!”
(Sayın Rengigül URAL)
Bir olgu bu kadar mı güzel ifade edilirdi? Şükrü Bilge” ile derinleşemeye başlamıştı.
Çizimlerime atıfta bulunarak beni onurlandıran sözleri ile başladı dostluğumuz. Ve zaman içerisinde kendisindeki benzer yeteneğini keşfettim. Çok da mutlu oldum. Zira kendisi de “Rönesans tipi” bir insandı.
“Üniversite döneminde cam boyamaya merak sarmıştım. Penceremin camına yapıştırmıştım. Bunlar yıllarca pencerede kaldılar. Sonra tıpkı tual üzerindeki boya gibi güneş yıllar boyunca renklerini ağarttı, bazı yerleri silindi… Pentimento gerçekleşti yani Sevgili Rengigül Ural.” demişti.
Tıpkı “Küçük Prens” ile karşılaşmışım hissinde idim ve kendisine çizimleriyle ilgili sorular sormaya başladım.
“Gerçekten çok ilginç her biri. Devam etseniz. Demek siz de Rönesans tipi bir insansınız. Koç Ailesi’nin dostlarından protokol uzmanı iş adamı Hasan Başar Bey bana böyle demişti ve açıklamasını yazmıştı. Doktor ressamlar var, müzisyenler gibi. Değişik bir çalışma olmuş. Kuşlar gibi… Diğeri fil mi? “Contemporary art” olmuş. Tebrik ederim.” diye devam etti söyleşimiz. “Küçük Prens” konuşmaları tadında değil mi sizce de?
“Aslında biraz çocukça kompozisyonlar sanırım, arkadaşlar çocukça bulmuşlardı. Ben de “çocuk olmanın ve çocuk kalmanın” ne sakıncası olduğunu sordum onlara. Çocukluğumdan beri yaralı veya acı çeken hayvanlara olması gerektiğinden fazla duyarlıyım, bu nedenle vahşi doğa belgeseli seyredemem. Tıp fakültesine başladığımda mesleğe çok saygı duymama rağmen bu yara iyice depreşti. Çaresiz ve acı çeken insanlar üniversite yıllarımın çok sıkıntılı geçmesine neden olmuştur. Bu nedenle kendimi sanatın o güzel merhemiyle avutmaya çalıştım. Cam boyadım, Boğaziçi Üniversitesi’nin seramik kulübüne misafir öğrenci olarak kayıt oldum, orada 3 sene seramikler yaptık. Sonra zorunlu hizmet başlayınca bu fotoğraf çekmeye dönüştü. Evet tespitiniz doğru. Kesinlikle Rönesans Çağı’na aitim.”
“Ben de seramikte bir süre çalışmalar yapmıştım okulum Boğaziçi’nde ama biraz güç istiyor. Benim bileklerim çok ince! Ben çalışmalarınızda çocukça bir olgu görmedim. Ayrıca içimizdeki çocuk hep var olmalı. Biz de tüm doğa paydaşlarımıza sizin baktığınız gibi bakarız. Bu insan olmaktır bence. Çizimleriniz duru (pure). Üzerine pullar döksek o çok güzel pullu “xmas cards” gibi olur. Çok severdim. O kartların içine girerdim sanki. Çalışmalarınıza devam etseniz ne güzel olur.”
“Pullar çok güzel olurdu gerçekten… Harika fikirleriniz var. Sanatçı görüşü ve algıda seçicilik bu olsa gerek… Tekrar başlayabilirim. Buna hem vaktim hem imkânım var. “Pure” tespitinizi çok sevdim. Başak (Virgo) burcuyum, belki oradan geliyordur. Oradaki Martı, Martı Jonathan Livingston’dur. Kitabı yeni okumuştum ve çok etkilenmiştim.”
“Başak burcu. Mükemmellik, insancıllık, sanat ve bilim, mantık… Lütfen sanatınızı devam ettiriniz. Farklı yeni iç dünyanız yansıyacak eserlerinize.”
“Tual üzerindeki yıllanmış boya eskidikçe bazen saydamlaşır. Böyle olunca, özgün çizgileri görmek olasıdır. Bir kadın giysisi ardında bir ağaç görülür, bir çocuk yiter, bir köpek gizlenir, koca bir tekne artık açık denizde yüzmez olur. Buna ‘Pentimento’ denir. Ressam “pişmanlık” duymuştur, caymıştır. Ya da şöyle diyelim; eski kavram, yerini yeni bir düşün aldı mı, görmenin ve de bir daha görmenin bir yolu oluverir. (Lillian Hellman)
Bugün oturup daha önce de defalarca izlediğim “Julia” filmini bir kez daha izledim. Boya artık eskimiş; ben de bir zamanlar bencileyin ne vardı, şimdi ne var, onu görmek istedim.”
“Alttaki dört tanesi Martı Jonathan. Üstteki sağdan üç tane kuşlar. Sizin “fil mi?” diye sorduğunuz üç yavru kuşun ağzından çıkan notaların bir hâle ile çevrelenerek doğaya karışması. Üstteki en soldakini ben de çıkaramadım.”
“Bir de annesinden meme emen ponny mi var üstte? Atları çok seviyorum. Gerçi tüm doğayı ama filmlerde timsahın bir geyik yavrusu avlamasını değil.”
“Evet. Anne at ve yavrusu. At çok özel bir hayvan… Daha yüksek bir gezegenden dünyamıza gönderilmiş bence. Bu kadar mı her yerinden hayır ve bereket fışkıran ve aynı zamanda da çok ama çok güzel olan bir hayvan olur.”
“Vahşi atların Aladağ’da koşmalarına şahit oldum. Çok güzeldi. Bizim büyüklerimizin atları varmış. Kedi köpeklerle büyüdük zaten. At, kedi, köpek evin ferdi. Bir de Pamucak’ta atların deniz kenarında dolaşmasına şahit oldum. Bayıldım. Denizin köpükleri ve atların yelleri bir harmoni… Müthiş estetik.”
“İlahi bir güzelliği ve estetiği var. Leonardo da Vinci kedi için “Bir mühendislik harikasıdır” demiş, en ince yerlerden geçebilmesi, düşerken paraşüt formu alıp dört ayağının üstüne inmesi. Çok da doğru söylemiş. At da bir “Yaratılış Harikası”dır bence.”
“Alt köşedeki Küçük Prens mi?”
Pearl Buck’ın “Dost Toprak” kitabından esinlenerek yaptığım bir cam boyama alttaki. O zamanlar Küçük Prens’e bugünkü kadar vakıf değildim. Şimdi tekrar cam boyarsam Küçük Prens ile başlayacağım.”
“Ne güzel olur. Siz de bir İnsan Prens’siniz.”
“Rengigül Hanım. Bana bugüne kadar olan hayatımdaki en güzel sözü siz söylediniz. Bu değerli sözü daima kalbimde saklayacağım. Bana çok iyi gelecek ve hayata umutla devam etmemi sağlayacak. Çok kıymetli bir insansınız. Bazı insanlar başka gezegenlerden, bizimkinden daha gelişmiş gezegenlerden bu planete insanlığın evrimini hızlandırmak ve savaş içindeki dünyamızı güzelleştirmek için gelirler. Siz onlardan birisiniz.”
Sohbetimiz Vincent van Gogh’un “Çiçek Açan Badem Ağacı – Almond Blossoms” eseriyle devam etti.
“Ben van Gogh’un resimlerindeki “gizi” hâlâ çözemedim. Bütün atölyelerden yeteneksiz olduğu gerekçesiyle kovulmuş, hayatı boyunca itilmiş kakılmış, ama azim ve sürekli çalışma ile “el tembelliğini” yenmenin mümkün olduğuna inanmış ve bunu başarmış ve çok basit çizgilerden oluşan resimlerine “gizi” hâlâ çözülemeyen o büyüyü katmış ve o büyü 100 yılı aşkındır hiç eksilmeden, her gün biraz daha artarak sürüyor. Kardeşi Theo’ya yazdığı mektupları (Pınar Kür’ün çevirisinden) okumuştum. Azim ile nasıl adım adım insanın önündeki duvarı yıkabileceğini müthiş bir analiz ile anlatıyordu. Resimleri kadar zekâsına da hayran kalmıştım.”
Gizem, büyü diye ifade ettiğiniz doğayı üç boyutlu izleyene hissettiriyor. İçine giriyorsunuz eserin ve içinde kayboluyorsunuz. Alice harikalar diyarında gibi hissediyorsunuz.”
“(1882) Sevgili Theo, anladığım kadarıyla, doğadaki kara renk konusunda elbette aynı görüşteyiz. Aslında kesin, mutlak siyah yok. Ama beyaz gibi siyah da hemen hemen her rengin içinde var ve sonsuz gri çeşitleri oluşturuyor… Hepsi de ton ve güç bakımından birbirinden değişik. Öyle ki, doğada bu ton ve koyultulardan başka bir şey görmüyor insan. Yalnızca üç tane temel renk var: Kırmızı, Sarı, Mavi; “Karışımlar” ise Turuncu, Yeşil ve Mor.
Ama bunlara siyah, biraz da beyaz ekleyince sonsuz gri çeşitleri elde edilebiliyor: Kızıl Gri, Sarımsı Gri, Mavimsi Gri, Yeşilimsi Gri, Turuncumsu Gri, Leylağımsı Gri. Kaç tane yeşilimsi gri olduğunu, örneğin, söylemek olanaksız. Çeşitlilikler sonsuz çünkü. Oysa, tüm renkler kimyası bu birkaç basit kuraldan daha karmaşık değil. Ve bunu açık seçik kavramış olmak, yetmişten fazla boya tüpüne sahip olmaktan daha değerli çünkü bu üç temel renk ve siyah ve beyazla yetmişten fazla renk çeşidi ve ton elde edebilirsin. Renkten anlamak demek, doğada gördüğün bir rengi hemen irdelemesini bilmek, örnekse, “Bu yeşilimsi gri, sarı, siyah ve maviden oluşmuştur” diyebilmek demektir. Bir başka deyişle, doğadaki grileri kendi paletinde yakalayabilmek demektir. (Van Gogh)”
“Gri duman gizemi mi acaba? Sis… “Surreal bir güzellik sis.”
“Evet, sis böyle bir gizem, tül gibi… Moda dünyası da tülü kullanıyor. Neden? Gizemli bir güzellik, çekicilik veriyor. Uçucu…”
“Muhteşem. En sevdiğim havadır sisli havalar… Kendimi bir masalın içinde hissediyorum. Sis. Tül gibi çok doğru bir tespit. Ve uçucu doğru. Ellerinizle tutamıyorsunuz. Yağmuru ve karı tutabiliyoruz oysa. Sizin çizimlerinizde de tül hissediliyor.”
“Babaannem Nevzat Yaltırık rol modelim.”
“Kayalara gerilmiş bir tül gibiydi” der Virginia Woolf annesini tanımlarken… Çelik kadar sağlam ve ipek kadar yumuşak olduğunu anlatmak için. Babaanneniz de bu tanıma uyuyor. Değerli fotoğrafı bana bu tanımı çağrıştırdı. El yetisi ve becerisi ondan geçmiş size demek ki… Ben görünmeyen güçlerin kişilerden kişilere sevgi yolu ile geçtiğine inanırım.”
“Evet, çizim yaparmış. 1940’da terzihanesinde 7-8 terzi genç hanım çalıştırıyor. Hepsini meslek sahibi yapıyor. Kendisi diplomalı ve vergi mükellefi. Bu mekân iki yazlık sinemayı görüyor. Filmlerden etkileniyor ve bu çizimlerinden makasına yansıyor. Kumaşı müşterisinin üzerine koyar bir bakar ve neredeyse elbise, tayyör, tuvaleti üstünde biçermiş. Bu sayede adı duyuluyor ve dört katlı bir apartman alıyor. Bu tip insana İngiliz “clever hand” diyor. Güçlü bir kadındı. Azimli. Vatan sevgisi müthişti. Savaş görmüşler tabii. Udi idi aynı zamanda. Eski Türkçe nota kitapçıkları da bana yadigâr. Ruhunu şad ettiniz. Teşekkür ederim. Sizin büyüklerinizin de ruhu şad olmuştur.”
“Bu öyle bir öykü ki, filme çekilmesi gerekiyor. Hem o dönemi yansıtan hem de bir insanın azmini ve sanat gücünü anlatan… Filmlerden etkilenip bunun çizimlerine yansıması kısmı muhteşem görsel bir anlatım ve olay. Çok etkilendim. O zamanlar çok farklı zamanlarmış. Şimdi siz anlattıkça bir kez daha ayırdına varıyorum… Duanız için de yürekten Âmin.”
“Çok teşekkür ederim Değerli Şükrü Bey. Evet, oğlum Utku da sizin gibi ifade etmişti. Müthiş güzel, lezzetli öyküler var bu yaşamda. Acı-tatlı tabii. O zamanlar pek hoşmuş. İşte tül, gizem, sis bu belki de!..”
“Yazmayı düşünmez misiniz?”
“Yazdım Değerli Şükrü Bey. 150 yıllık aile kitabımız Rengigül’de. 994 sayfa yıl içinde yeni versiyonu ile okur ile buluşacak. Utku “bir tek Nevzat Hanım’ı kitaplaştır” diyor. Onu da başarmak için uğraşacağım.”
“Ben de onu kastetmiştim. Sadece babaannenizin öyküsünü anlattığınız bir kitap. Diğer kitaptan haberim var, sayfanızı ziyaret ettiğimde gördüm. Bu öyküler çok kıymetli. Toplumun belleğini “unutmaktan” koruyor. Gençler o devri hiç bilmiyor, o devrin değerlerinden ve erdemlerinden haberleri hiç yok. Ancak bu kitaplarla bunlardan haberdar olabilirler. Elinize sağlıklar olsun. Ama lütfen sadece Nevzat Hanım’ı da yazın. “Karşıdaki sinemalarda oynayan filmler çizgilerine esin taşıyordu” demeniz bile benim o kitabı almam için bir sebeptir. Ürperdim. “Ruhun gıdası, derler ya!” Klasik bir terim ama çok doğru. Fotoğraf çok şık ve zarafet taşıyor. O devrin insanları çok ama çok başka bir dünyanın insanları imiş. Siz anlattıkça ben de anneannemin İzmir’deki evini hatırlıyorum. Dantel örtüleri, hep güzel bir kolonya kokusu olurdu evde… Çocuklar mutlaka öğle uykusuna yatırılırdı… Çok büyük ve uzun balkonunda büyük bir saksının içinde (dedemin çocuğu gibi baktığı) neredeyse ağaç olmuş kocaman bir yasemin uzanırdı. Akşam olup güneş çekilip hafif serinlik çıkınca akşam esintisi o yaseminlerin insanın başını döndüren kokusunu taşır, bütün ev bu koku ile dolardı. Fastfood diye bir şey yoktu. Mis gibi tencere yemekleri yapardı anneannem. Bir somun ekmek bütün aileye yetecek kadar büyük ve bereketliydi. Evet… Eskidendi. Çok Eskiden.” “Bence siz de İzmir’i yazınız lütfen. Betimlemeleriniz çok güzel. Belki kitap olur belki makale.
Sizde edebi ve çizim yetisi var. Tıp ile birleştirirseniz müthiş olur. Belki de bir ilk.”
“Bu öneriniz beni de harekete geçirecek sanırım. Sizin kadar olmasa da acemi ama samimiyim ve bir şeyler çıkarabilirim sanıyorum. Bunları konuştukça inanın aylardır hissetmediğim kadar yaşamın sahiciliğini hissettim, kan dolaşmaya başladı damarlarımda. İzmir benim kalbimde bir yaradır. Çok sevdiğim ama şartlar nedeniyle bir türlü tam olarak yerleşemediğim bir şehir. Bir yurt.”
“Bizim büyüklerimizin bir kısmı Selanik’ten İzmir’e yerleşmişlerdir. Ben çok severim.”
“Ben çocukken okuduğum kitaplardaki her şeye inanırdım biliyor musunuz Rengigül Hanım? Gerçek ile hayal arasındaki çizgim hep böyle biraz flu kaldı… Yabancı kökenli bir kelime kullanmak istemezdim ama en çok bu uyuyor. Andersen ve Oscar Wilde Masalları.
Büyüleniyordum onları okurken… Çocukluğun ilk yaşlarından itibaren bunları içerek (sizden çaldım bu kelimeyi) büyüyen çocuklar yetişkin olduklarında isteseler de kötülük yapamazlar. Toplara, tüfeklere, dikenli tellere hiç ama hiç ihtiyaç yok. Sıcak bir el uzansın yeter. Gerisi kendiliğinden gelir.”
“Çok güzel ifade etmişsiniz. Hep kullanın. Belki bir damla faydamız olur. Evet, gerisi kendiliğinden gelir.”
“Siz şelalesiniz. Hem de Niagara.
Çok hassas bir ayarla dengelenmiş ve büyük bir emekle adeta değerli bir dantel gibi işlenmiş çok ince bir duyarlılığı keskin bir zekayla birleştirmek ve üstüne toplumsallığı ve çok yüklü ve de çok yönlü bir kültürü eklemek. Buna “Rengigül Ural” deniyor sanırım.
Aynı zamanda bir eliyle gökyüzündeki yıldızlara uzanmayı başarırken diğer eliyle de topraktaki yeşile dokunuyor. Beni çok duygulandırdınız.
Kapadım Balkonumu,
Duymak İstemiyorum Ağıtı…
(Federico Garcia Lorca)” Şükrü Bilge
Şimdi sorularımla sözü kıymetli Dr. Şükrü Bilge’ye bırakıyorum.
Sizinle paylaşımlarımızda beni etkileyen sanata bakış açınız Değerli Şükrü Bey. Yapmış olduğunuz dışavurumunuzdaki sanatınız. Etkilendiğiniz sanatçılar.
Sanat çocukluğumdan itibaren ilgisiz kalamadığım bir alan. Gerçekle gerçek olmayanın kesiştiği ve aradaki bariyeri beraber yıktıkları, birbirleri ile etkileşimde bulundukları ve nihayetinde birbirlerine karışarak en sonunda iç içe geçtikleri “Düşsel bir Ülke”.
Sonsuzluğa fırlatılmış bir nefes… Bir kelime.
Sanatı “Bir Ülke” olarak tanımlamak güzel olurdu, diye düşündüm, o yüzden bu terimi kullandım.
Tıpkı “Çocukluğumuz”un bizim en güzel ülkemiz olduğu gibi.
İstediğimiz zaman gittiğimiz, istediğimiz kadar kaldığımız ve aslında ona sığındığımız, orada dinlendiğimiz bir ülke.
Acıların üzerine sürülen sakinleştirici ve huzur verici bir merhem.
Sizin de ifade etmiş olduğunuz gibi ben çocukken okuduğum kitaplardaki her şeye inanırdım. Andersen’in “Kurşun Asker”i, Oscar Wilde’ın “Mutlu Prens”i hep gerçektiler benim için. Bir yerlerde yaşıyorlardı kesinlikle ve ben bir gün onlarla mutlaka tanışacaktım. Öyle inanıyordum. Bugün bile bir parça inanıyorum sanırım.
Bu masalları hâlâ zaman zaman okurum.
Eğer bu kadar korkunç şeylerin olduğu bir gezegende yaşıyorsanız mutlaka masal okumalısınız. Masallar çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de gereklidir bence. İnsanı arındırırlar, temizlerler ve güç verirler. İnsanın içindeki iyiyi ortaya çıkarırlar.
Benim çocukluğumda çok güzel ciltli çocuk kitapları vardı, şimdi göremiyorum öyle kitaplar. Bir kitabın ciltli olup olmaması insanlara önemsiz gibi görünebilir ama bence son derece önemlidir. Kitaba kimlik verir ve okuyucuya aidiyet kazandırır.
Biz o zamanlar Fatih semtinde oturuyorduk ve çok iyi hatırlıyorum Fevzi Paşa Caddesi’nde sıra sıra kitapçılar vardı. Onlara gidip kitap almayı, sonra Arnavut kaldırımı taşlarla döşeli sokaktan yavaş yavaş inip evin sakin ve huzur dolu loşluğunda onları adeta içer gibi (sizden çaldığım bir terimdir) okumayı çok severdim.
Her kitabın önümüzde açılan yeni bir dünya olduğunu düşünüyorum.
Belki de gerçeklerden kaçmama yardımcı oluyorlardı, böyle de yorumlanabilir. Bakın bu Arnavut kaldırımı taşlar bile insana bir aidiyet duygusu veriyor. Bu duygu çok önemli. Eğer çarpık yapılaşma ve yanlış yaşama biçimleri ile bu duyguyu bozmasa idik (bozmasalar idi) belki bugün dünyada bu kadar kötülük ve şiddet olmazdı.
İnsandaki aidiyet duygusunu yok ettiler.
Küçük yerlerde cinayet, şiddet gibi olaylar neredeyse hiç yoktur. İnsanlar anahtarlarını bile kapılarının üstünde bırakırlar.
Günümüzde dünyada giderek yükselen şiddetin başka sebepleri de var elbette, multifaktöriyel bir konu bu.
Ama dediğim gibi, insanlar aidiyet duygusunu kaybettiler. Bu da herkesi birbirine yabancılaştırdı ve gittikçe de yabancılaştırmaya devam ediyor. İnsanların arasındaki mesafe gittikçe açılıyor.
Belki sanat ile bunun üstesinden gelebilir insanoğlu. Sanat çok birleştirici bir unsurdur çünkü. Müziğin dilinin, renginin ve ırkının olmaması gibi sanatın da dili, dini, rengi ve ırkı yoktur. Tüm insanlığa aittir.
Sizin Rönesans tipi insan tespitiniz çok doğrudur. Kendimi hiçbir zaman bu yüzyıla ait bir insan olarak hissetmedim. Bu yüzyıl fazla mekanik ve metalik benim için. Metropoller asla bana göre yerler değiller.
Geçmiş çağlar ile nereden geldiğini bilmediğim bir bağ var aramda. Eski dönemlerde geçen bir film seyrettiğimde içimde orada olmak için karşı konulmaz bir istek oluşuyor. Reenkarnasyoncular bunu istedikleri gibi yorumlayabilirler.
Bir de eski zamanlardan kalmış siyah beyaz fotoğraflar çok etkiler beni, çocukluğumda da öyleydi çok iyi hatırlıyorum. Geçmiş yüzyılda çekilmiş, daha doğrusu benim yaşamadığım dönemlerde çekilmiş ve hiç tanımadığım insanların fotoğrafları. Onları dakikalarca inceler ve o eski fotoğraflardaki o hiç tanımadığım insanların hayatlarında neler yaşadıklarını ve neler hissettiklerini “tahayyül etmeye” çalışırdım. Bir nevi büyüleniyordum eski fotoğraflardan ve o fotoğraflardaki artık hayatta olmayan insanlardan.
Böyle bir çocukluk geçirdim yani. Düşle gerçeğin birbirine karıştığı bir çocukluk. Ve olabildiğince geç büyümeye çalıştım bu nedenle.
Sanatla olan ilişkim yaşamımın sonraki yıllarında da hep devam etti.
Galatasaray Lisesi’ndeki tüm eğitim hayatım boyunca kitap, sinema, tiyatro ve olabildiğince resim oldu hayatımda. Okulun şartları ve bulunduğu konum da buna izin veriyordu.
Sahne, eğer doğru kullanılıyorsa, kutsal bir yerdir benim için.
Sinema perdesi biraz sonra üzerinde güzel bir büyünün başlayacağı ve iki saat boyunca bize tüm günlük sıkıntılarımızı unutturacak sihirli beyaz bir bezdi.
Kitap ise zaten her zaman en başı çekti. Okumaktan hiçbir zaman vazgeçmedim.
Hiçbir şey okumanın yerini tutamaz kanımca.
Okumak eyleminde okuyucunun kitaba (yani sanata) aktif katılımı vardır çünkü. Bu özellikle yeni yetişen çocuklarda çok önemli. Zihnin başka türlü şekillenmesini sağlıyor çünkü. Tabii doğru kitaplar olması kaydıyla.
Sizin de değerli yazılarınızda çok güzel bir şekilde ifade etmiş olduğunuz gibi, bunları “içerek” büyüyen çocuklar asla kötülük yapamazlar.
Liseden sonra doktor olmaya karar verdim.
Psikiyatri stajı yaparken bir hocamız “Tıp mesleğini seçen herkesin içinde bir parça mazoşizm vardır.” demişti. İstisnai durumlar olsa da genel olarak doğruluk payı olan bir söz. Çünkü, eğer mesleği layıkı ile ve Hipokrat yeminine bağlı kalarak yaparsanız tıp gerçekten çok yıpratıcı bir meslek. Hastayla hem empati kurmak zorundasınız hem de o empatiyi kendi özel hayatınıza taşımamak ve hastanede bırakmak durumundasınız. Çaresiz kaldığınız hastalıklar ve durumlar olduğunda bunlara metanetle katlanmak mecburiyetindesiniz. Yani çelik kadar sağlam olmanız gerekiyor.
Tıp kutsal bir meslektir. Öyle olmak zorundadır.
Ama bir yandan da korkunç sahnelere ve insan acılarına tanık olmanıza neden olur. Eğer bu korkunç şeylere tanık olmak ve onları kabullenmek size diğerlerinden daha zor geliyorsa mutlaka bu acıyı hafifletecek bir şeylere yaslanmak zorundasınız. Nefessiz kalmamak ve devam edebilmek için.
Bu nedenle tıp eğitimim boyunca fakültede tanıklık ettiğim insanların acılarını içimde dengeleyebilmek için gene sanata dokunmaya çalıştım. Ama bu sefer aktif olarak sanatın içinde yer almaya başladım. Çünkü bu beni dengeliyordu.
Yani özetle, sanatın güzelliğine ve huzuruna sığındım.
Bir dönem ciddi ciddi cam boyama çalıştım, çok keyifli bir iştir. Boyadığım camları odamdaki pencerelere yapıştırıyordum ve o camlar yıllarca orada kaldılar.
Ta ki, güneş onların renklerini silene ve üzerlerindeki şekiller belirsizleşinceye kadar. Sizin de ifade etmiş olduğunuz gibi bir çeşit pentimento oldu.
Pentimento aslında insanın kendi yaşamında da mevcut, yaş aldıkça yavaş yavaş başka kavramlara evriliyorsunuz.
Cam boyamalarından sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin seramik kulübüne misafir öğrenci olarak kayıt oldum. Beni severek aralarına aldılar, buradan hepsini sevgiyle anıyorum. Orada üç yıl kadar aktif olarak seramik yaptım. Hâlâ görüştüğüm arkadaşlarım var oradan. Seramik yapmak sizin de çok iyi bildiğiniz gibi fiziksel güç isteyen bir iştir. Çamurla adeta savaşırsınız ve sonunda ona şekil vermeyi başarırsınız. Çamuru yenersiniz yani.
Ben daha çok çömlek çalışmayı seviyorum. Alev Ebüzziya’ nın gerçek bir hayranıyım.
Orada çömlekler yapmaya çalıştım, diyeyim.
Yaptığımız seramiklerle üniversitede bir sergi bile açmıştık o zaman.
Okul bitip zorunlu hizmet başlayınca bu güdü sizin de söylemiş olduğunuz gibi fotoğraf çekmeye dönüştü.
Ben zorunlu meslek hizmetimi iki yıl Kastamonu’da yaptım.
Kastamonu son derece otantik ama bir o kadar da dışarıya kapalı (kendi gittiğim dönemlerden bahsediyorum) bir yerdir. Akşam hava kararınca herkes evine çekilir. Sosyal hayat nerdeyse hiç yoktur. Ama muhteşem güzelliklere sahiptir.
Uçsuz bucaksız bir doğa uzanır ayaklarınızın altında ve siz bazen bunun gerçek olduğuna inanamazsınız. Tıpkı masallardaki gibi. Yeşilin her tonu neredeyse her yerdedir. Şehrin dışında o kadar ulu ağaçlar vardır ki tepelerini görmeniz mümkün değildir. Tarlalar ekose kumaş parçaları gibi uçsuz bucaksız uzaklara, neredeyse ufka kadar uzanırlar. Bazen çorak bir toprağın tam ortasında bir ağaç ölüme karşı direnir. Yaz serin geçer. Kış soğuk ama nemsizdir. Aşağıda şehirde bahar hükmünü sürerken Ilgaz Dağı’ndaki ulu çam ağaçlarının dibinde tüm yaz mevsimi boyunca kar olur. Ve bütün bu görüntüler bende çocukluğumda okuduğum kitapları canlandırır. Köy evlerinde binbir anlam ve çileyle dokunmuş kilimler asılıdır. Her birinde bir sevda öyküsü vardır. Bakırlar Çarşısı’nda durmaksızın süren çekiç sesleri bir çeşit transa geçmenize bile neden olabilir.
Her şeyden öte, İstanbul’un ve diğer metropollerin bitmek bilmeyen koşuşturma ve kalabalığından sonra bu Anadolu Şehirleri’nde “Zaman” adeta durmuş gibidir.
Öyle bir an gelir ki, zaman sanki somut bir şeymiş gibi, onu sanki elinizle tutabilirmişsiniz gibi gelir.
Eğer fotoğraf çekmeseydim orada kaldığım iki yıl boyunca mutlaka soluksuz kalacaktım, hatta zorunlu hizmeti bitirmeye dayanamayacaktım. Fotoğraf bir nefes oldu benim için.
Çok eski evler vardır orada içinde artık içinde kimsenin oturmadığı… Terkedilmiştirler ama yaşarlar ve insanı büyülerler.
Şehrin merkezinden uzaklaşıp ta eğri büğrü dar yokuşlardan asıl “Eski Şehir”e çıkmaya başladığınızda bambaşka bir dünya karşılar sizi.
Kapılarda yün eğiren yaşlı teyzeler, pencerede ihtiyar bir kedi, dönerek çıkan tahta merdivenler, inanılmaz güzellikteki kapı tokmakları, önlerine kış için kömür yığılmış eski ahşap evler, oymalı yemenileriyle çilekeş kadınlar, kim bilir ne zamandan kalmış ve kim bilir ne dertler anlatan çeşmeler… Bütünüyle geçmişe ait bir dünya. Ait olduğum dünya.
Şimdi değerlendirildiğini duyuyorum bu eski güzel evlerin ve çok mutlu oluyorum.
Orada iken dört doktor arkadaş bir “Karadeniz Gezisi” yaptık. Yaklaşık 10 gün sürdü. Kastamonu’ dan başlayıp Safranbolu, Amasra, Sinop, Samsun, Trabzon (Sümela Manastırı’nı unutmak mümkün değil), Ordu, Giresun ve Artvin… Karadeniz’in doğudaki en uç noktasına kadar gidip tekrar geri döndük. Yüzlerce fotoğraf çekme imkânım oldu o gezide.
Çektiğim tüm fotoğraflarla şehirde Valilik Onayı’yla “Kastamonu ve Ötesi” isimli bir sergi açtık.
Genel anlamıyla tüm Karadeniz’i kapsayan ve temeli otantizme dayanan bir sergiydi. Açılışı Vali Bey yapmıştı, güzel bir sergi oldu. Oradan iki fotoğrafımı da Kastamonu tanıtımı için seçtiler. Gurur verdi.
Hizmetim bitip tekrar İstanbul’ a dönerken “Hoşça kal” dedim Kastamonu’ya ve beni tanık ettiği kendisinde barındırdığı bütün güzelliklerine. Daha sonra da bir kez ziyarete gittim ama hiçbir şey içinde yaşamak gibi olmuyor.
Kastamonu’dan İstanbul’a döndükten sonra uzun bir süre Üsküdar’ da çalıştım. Üsküdar da eskiyi yaşayan ve yaşatan semtlerden birisi kanımca, o nedenle çalışmak için özellikle bu semti seçtim. Orada da hiç bozulmamış, dokunulmamış, geçmişe ait güzellikler vardır. Bazı yerlerin, semtlerin, şehirlerin bir “Ruhu” oluyor. Bursa da öyle bir şehirdir mesela. Bunu oraya girer girmez hissediyorsunuz ya da seziyorsunuz. Orada yüzyıllar boyunca yaşanmış olan her şey eşyaya ve mekâna siniyor ve orada yüzyıllarca kalıyor. Çok garip ama bu böyle. Okült konularla ilgilenenler buna mutlaka bir açıklama getireceklerdir.
İstanbul’ a döndükten kısa bir süre sonra İstanbul Tabip Odası’nın Yayın Kurulu’na girdim ve Tabip Odası’nın her ay düzenli olarak çıkardığı “Hekim Forumu” dergisine yazılar yazmaya başladım.
Bunlar daha çok sinema ve edebiyat üzerine yazılardı ve bu yazı çalışmaları epey uzun sürdü.
Bir de zorunlu hizmetim boyunca yaşadıklarımı anlatan “Hekimin Not Defteri’nden” başlıklı beş bölümlük bir yazı dizisi hazırladım dergi için. Bunu daha sonra tek parça halinde Ankara’ya bir yazı yarışmasına da gönderdim. Oradan bir birinciliğim var ve diğer öykülerle beraber bir kitap halinde basıldı.
Değerli Şükrü Bey, “Hekim’in Not Defteri’nden”i çok okumak isterim. Eminim okurlarımız da gelecek nesiller de okumak ister. Ayrıca Kastamonu Valiliği’nce il tanıtımı için seçilen fotoğraflarınızdan dolayı sizi gönülden tebrik ediyorum. Gurur duydum.
Böyle şeyler insana şevk veriyor. En güzel tarafı da hiç tanımadığınız insanların bunları okuması. Bir yerde yolunuz kesişiyor ve yeni tanıştığınız biriyle konuşurken laf dönüp dolaşıp bu konuya gelince birden sizin yazınızı okuduğunu söylüyor. Dünyada bundan daha büyük bir mutluluk yoktur herhalde.
Yazı yazmayı seviyorum, kendimi her zaman yazıyla daha rahat ifade ettiğimi düşünüyorum.
1997-98 döneminde tıbba bir süre ara verdim ve Ziya Öztan ile yapılan bir mülakat sonrasında TRT tarafından çekilen “Cumhuriyet” filminde sekiz ay kadar reji asistanlığı yaptım.
Burası İstiklal Caddesi üzerindeki çok büyük bir mimari büro. “Cumhuriyet” filminden önceki ön çalışmalar. Geniş bir masam vardı. Dosyalarda sahne planlamaları var. Elimdeki de senaryo. Ciltletip hepimize dağıtmışlardı.
Yorucu ama değerli bir deneyim oldu benim için.
Film öncesinde üç ay kadar bir ön çalışma yaptık. Araştırma, planlama, sahneleri ve sahnelerin çekileceği zamanları senkronize etme, oyuncu ve mekân seçimleri ve nihayetinde her şey tamamlandığında “motor” diyerek çekimlere, yani saha çalışmasına başlama. Çekimlerin büyük kısmı Ankara’da gerçekleşti. Orada set arkasındaki dayanışmayı gördüm, sinemanın gerçek emekçilerini tanıdım.
Sinema tam bir ekip işi. Onlarca kişi çalışıyor ve herkesin tıpkı bir saatin çarkları gibi uyum içinde olması gerekiyor. Ortaya iyi bir işin çıkması için bu olmazsa olmaz bir şart.
Bütün bunlar hayata bakış açımda daha geniş bir perspektif edinmeme ve dünyaya farklı renklerle bakmama neden oldular.
Ayrıntıdaki gerçeği yakalayabiliyorsanız ve bu gerçeği insanlara aktarabiliyorsanız dünya çok daha güzel bir yer olurdu emin olun.
Sanat güzellikle aktarılmalı ama içeriğinde mutlaka gerçeğe dayalı bir öz olmalı ve bu öz izleyiciye, dinleyiciye veya okuyucuya onu hiç rahatsız etmeden ama mutlaka idrakına varabileceği bir şekilde aktarılmalı. Bunun sanatın en önemli işlevi olduğunu düşünüyorum.
Sanat ne sanat içindir, sanat ne toplum içindir. Sanat hem sanat hem toplum içindir. Tıpkı sizin güzel ve değerli eserleriniz gibi Rengigül Hanım.
Virginia Woolf “Her bir başyapıtın arkasında sessiz bir ordu durur” der. Buna katılıyorum. İnsanlar ve yarattıkları yapıtlar kendinden önce var olmuş ve kendini oluşturmuş kişilerin ortak eserleridirler. Tek bir kişiye ait değildirler.
Bu nedenle, sanat tüm insanlığa aittir, diyebiliriz sanırım.
İnsan yaşamı boyunca kendisini oluştururken etkilendiği kişiler ve eserler elbette oluyor.
Çocuk kitaplarının daha önce de söylemiş olduğum gibi üzerimde büyük etkisi olmuştur. Andersen ve Oscar Wilde’ın masallarını hiçbir şeye değişmem. Üzerimde bir çeşit büyü etkisi bıraktılar ve hâlâ da bırakıyorlar.
Çocukluğumda hemen hemen bütün çocuk kitaplarını okudum, diyebilirim. Sevdiğim kitapları bıkmadan tekrar ama tekrar okurdum.
Okuma sevgim sonraki yıllarda da aynı şekilde devam etti.
Klasikleri severim, her zaman sevdim. Geçmişle olan bağım nedeniyle herhalde.
Ama iyi yazılmış modern edebiyat yapıtlarına da açık olmak gerekiyor, gündemi ve yaşamı doğru takip edebilmek için.
Rus edebiyatından hep etkilendim ve hâlâ çok etkileniyorum, beni sürekli şaşırtmaya devam ediyor. Samimiyeti, anlatım gücü, aktardığı duygu ve gerçekçiliği ile. Rus edebiyatı bence belki de dünyadaki en “sahici” edebiyat. Doğrudan içeriğe girdiği için. Edebi süslemelere yüz ve yer vermeyen bir edebiyat.
Rusya başlı başına farklı bir alem zaten. Ne yazık ki, onlar da artık kapitalizmin etkisine girdiler ve ülkelerindeki tüm geleneksel değerler yavaş yavaş yok olmaya, millî kimliklerini kaybetmeye başladılar.
Mihail Bulgakov‘un “Usta ve Margarita”sı en çok etkilendiğim eserlerden biridir. Faust’ tan büyük izler taşıyan ama gene de kendisi olarak kalabilen ve mitolojiden çok güzel özdeşleşmeler taşıyan tamamen özgün bir eserdir.
Dostoyevski‘yi yazardan öte bir hatip olarak kabul ediyorum. Yapıtları tamamıyla “ruhsal hammadden” oluşmuşlardır çünkü, yürek çığlığı gibidirler.
Tolstoy‘un gözünden asla hiçbir şey kaçmaz.
Çehov “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” sorunsalını bambaşka bir yoldan anlatır. Gogol, Gorki ve diğerleri, hepsi birbirinden sahici ve değerli.
Virginia Woolf baş tacım. O artık aileden biri benim için.
Türk edebiyatında en çok etkilendiğim kişi Sabahattin Ali’ dir.
Onun öykülerinin insan yüreğine koyduğu acıyı başka kimse koyamaz kanımca.
Ve Anadolu gerçeğini başka hiç kimse bu kadar güzel anlatamaz.
Üç satıra tüm dünyayı sığdırabildiği için Orhan Veli’ ye hayranım. O hakikaten “Bir Garip Orhan Veli”.
Türk şiiri ve edebiyatı dünya düzeyinde ve çok zengin bir edebiyattır. Kimsenin eline su dökemeyeceği şairlerimiz ve yazarlarımız var.
Ben üniversite yıllarımda iken Zülfü Livaneli İsveç’ ten yeni dönmüştü ve Türkiye’ de bir dizi konserler vermeye başlamıştı. Onu ilk kez o zaman dinledim. İnsan sürgündeyken veya hasret çekerken ürettiği şeyler çok daha yüreğe dokunur oluyor.
Onun İsveç’te sürgündeyken büyük şairlerin şiirlerinden yaptığı besteleri o zamanki Şan Tiyatrosu’nda dinlerken (özellikle Nazım Hikmet’ in Hiroşima/Kız Çocuğu) gözümden yaş gelmişti.
Sonra, kendisinin konuşmacı olduğu bir panelde kendisinden Tabip Odası’nın dergisi için röportaj talep ettim. Kırmadı, kabul etti. Levent’ teki müzik stüdyosunda randevu verdi.
Yaklaşık iki saatten fazla konuştuk.
Orada ona “Sanat nedir?” diye bir soru yöneltmiştim. Bana şöyle bir cevap vermişti: “Bir kahveye bir teyp koysanız ve akşama kadar orada konuşulanları teybe kaydetseniz, sonra da dinleseniz. Ve bu konuşmalardan bir film yapsanız. Herhalde dünyanın en saçma sapan filmi olurdu. İşte sanat, yaşamın içindeki bu malzemeyi alıp tekrar yoğurup ona şekil vermek ve bu malzemedeki cevheri insanlara düzgün, sağlam ve estetik bir yolla aktarabilmektir.” Bu tanıma katılıyorum.
Sinemada “Yeni Gerçekçilik” akımının özel bir yeri var tabii. O dönem çekilen filmler içinden çok etkilendiklerim oldu.
Bir dönem İngmar Bergman sinemasını çok takip ediyordum. Sonra çok karamsar olduğuna karar verdim.
Tarkovski‘yi çok severim, yeri ayrıdır.
Lars Von Triers‘in “Karanlıkta Dans” ve “Dogville” filmleri hayatımda “7” şiddetinde deprem yaratmıştır. Her iki filmin de üniversitelerde ders olarak okutulması gerektiğini düşünüyorum.
En sevdiğim tür ise kara mizahtır.
“Tatie Teyze” ve “Halkımız Avanta Peşinde” filmlerini herkese tavsiye ederim.
Fransızlar koydukları kanunlarla millî sinemalarını çok güzel korudular ve karşılığını da aldılar. Hollywood’un 1980’lerin sonunda tüm ülke sinemalarını işgal etmesi ile diğer ülkelerin sinemaları birer birer devrilip giderken onların sinemaları ayakta kaldı ve şimdilerde gerçekten güzel filmler çekiyorlar.
Sinema 1990’ların ortalarından itibaren önemli bir değişim geçirdi ve bence iyi de oldu.
Tüm dünya gibi sinema da evrildi.
Artık konunun üzerinde çok durulmuyor, film daha çok “Hayattan Manzaralar” şeklinde veriliyor. “Yaşamdan Kesitler” yani. Bu anlamda çok güzel filmler izledim. Bu tür filmleri de çok seviyorum. Konuyu takip etmek yerine insanların duygularını takip ediyorsunuz.
“Sinema gökyüzünden insanların, toplumun arasına indi yani, yeryüzüne ayak bastı.”
Şimdilerde ise Balkan sinemasına özel bir ilgim var. O ülkelerden gerçekten çok güzel ve ilginç filmler seyrettim.
Artık internet sayesinde her şeye anında erişebiliyorsunuz. Kahvenizi yapıyor ve keyifle içerken istediğiniz filmi seçip izleyebiliyorsunuz.
Tabii ki Türk sinemasında da yapılmış çok iyi filmler var. Kendi sinemamızı asla inkâr etmemek lazım. Zamanla daha da iyi olacak.
1960’ların Yeşilçam’ını da ayrı severim, pek çok kişi gibi.
Hem izleyiciyi bir anlamda rehabilite ettiği için, hem de o yılların İstanbul’unu bize taşıdığı için.
Ya Virgina Woolf’tan etkilenmeniz Değerli Şükrü Bey? Biliyorsunuz kendisi Kew Gardens ile de ilgili.
Yıllarca İstiklal Caddesinde bir yere giderken, o zaman Taksim Sıraselviler girişinde yarı açık kitapçılar vardı, şimdi hiçbiri yok, orada yere sıra sıra dizilmiş kitaplar içinde Virginia Woolf ismi gözüme sürekli çarpardı ve bende sanki bir yerden tanışıyormuşuz hissi uyandırırdı. Ama bir yandan da bir çeşit sezgi ile onu alıp okumak için daha vaktimin olduğunu düşünürdüm. Virginia Woolf’u ilk kez 36 yaşımda okudum ve (bilmeden) son yazdığı kitap olan “Perde Arası” ile başladım. Bir daha da elimden bırakamadım. Kitap bittiği zaman ilk defa bir kitabı hiç ara vermeden tekrar baştan başlayıp ikinci kez okudum. Kitap “Sonra perde kalktı, konuştular.” diye biter. Bu bile Woolf’un bütün hayatı boyunca ait olduğu ruhani dünyayı çok güzel ifade ediyor.
Woolf’un hayata “Görünüşte Alaycı ama Derininde Korkunç Duyarlı” yaklaşımı her zaman çok ama çok etkiledi.
Kimsenin önem vermediği küçücük ayrıntılardan dünyanın en büyük gerçeklerini büyük bir ustalıkla çıkarabiliyordu. Ve bunu kelimelerle adeta piyano çalar gibi oynayarak, kelimelere çok büyük anlamlar yükleyerek büyük bir ustalıkla yapıyordu.
Yıllar içerisinde tüm kitaplarını ve ayrıca onun hakkında yazılmış tüm kitapları da okudum, hatta tekrar tekrar okudum… Onlardan aldığım notlarla da kendime ait ciltli bir defter bile oluşturdum.
Sizin yıllardır bildiğiniz ama bir türlü tespit edemediğiniz, adını koyamadığınız şeyleri size ismini koyarak söylüyordu. Bir çeşit tanı koyuyordu yani, hekimlerin yaptığı gibi. Belki inanmayacaksınız ama bazen onu okurken kendisinin oturduğum koltuğun arkasına yaslanmış, yarı alaycı, yarı sevecen bir bakışla beni seyrettiğini hissederdim. Elimi uzatsam sanki tutacaktım. O kadar yakın oldu bana yani.
Hayat belki de zannettiğimiz gibi çok büyük şeylerde değil de, yaşamın önem vermeden yanından geçtiğimiz küçük ayrıntılarındadır, der.
İpek kadar yumuşak ve çelik kadar da sağlam bir yazardır kendisi, bence. Benim bir dönemimi çok etkilemiştir.
Onun Kew Garden ile olan ilgisini biliyorum ve sizin de bu konuya ilginizi de biliyorum. Çok ilginç olan bu bahçenin ismini taşıyan kısa hikayesinde Woolf Kew Garden’da yerde süzülen çiçeklerin taç yapraklarının renklerini, kelebeklerin düzensiz görünen (görünüşte düzensiz) hareketlerine benzettiği bahçeyi ziyarete gelmiş olan ziyaretçilerin rastgele hareketleriyle karıştırır ve karşılaştırır.
Tüm yazılarında olduğu gibi, anlaşılmaz ve saçma görünen şeyler sonunda bir düzen içine girer ve anlam kazanır.
“İşte bu!” dersiniz.
Boğaziçi Üniversitesi’nde. O muhteşem banktayım. Hayatta bana ait tek bir yer oldu. O da o banktı.
“Above all nations is humanity” yazan taş bankımız mı Şükrü Bey?
Evet o bank.
Kedilere ve diğer doğa paydaşlarımıza duyarlılığınızı sizden okuyabilir miyiz?
Kedilere özel bir ilgi duyduğum doğru. Belki davranış biçimleri ile sevgiyi değişik bir biçimde göstermeyi seçtikleri için.
Köpek sadakati ve koşulsuz bağlanmayı temsil eder ama kedi eğer sizi severse sizi sahibi olmaya layık görür ve bu sevgisinde bağımsızlığından ve gururundan asla ödün vermez ve sevgisi kesinlikle ölümüne kadar devam eder.
“Cats” müzikalinde kediden insana ithafen söylenmiş “Sana sahibim olma onurunu verdiğimden beri…” şeklinde bir cümle vardı, çok hoşuma gitmişti. Tamamen bağımsız yani.
Kedi öleceğini hissettiği zaman yaşadığı evi terk eder biliyor musunuz, kimsenin hatta sahibinin bile ölüsünü görmesini istemez. Bu hayvanın karakter özellikleri beni etkiliyor.
Ve hiç te kendilerine atfedildiği gibi nankör değiller. İnsan kendisine koşulsuz hizmet edecek bir varlık aradığı için köpeği sadık, kediyi ise nankör olarak nitelemiş.
Gerçekten yakından tanıdığınızda son derece sıcak ve sevecen bir hayvandır kedi. Hırçın ve sevecen. Tıpkı kadın gibi yani.
Hayvanlar insanın dünyayla doğru entegre olmasında bence birincil faktördür. Onları asla yok saymamak gerek. Onlardan öğreneceğimiz çok şey var.
Bu yüzden çocuklarımıza hayvanlardan korkmayı değil, onları sevmeyi öğretelim. Ve daha da önemlisi, onlara saygı duymayı.
Kedileri ve köpekleri doğal ortamlarından biz kopardık. Eve bir hayvan alındığı zaman sonuna kadar sorumluluğunu üstlenmeyi bilerek almalıyız.
Bir hayvana yapılabilecek en korkunç şey (birebir defalarca tanık olduğum için söylüyorum) onu çocuğunuza bir oyuncak alıyormuşçasına eve almak ve birkaç ay sonra veya birkaç yıl sonra tekrar sokağa bırakmaktır. Bunu hiç kimse asla yapmasın.
Hayvanları yaşlandıkları için onları sokağa terk eden insanlar gördüm. Sonuçları korkunçtu.
Onların da tıpkı bizler gibi hisleri var. Bağlanıyorlar, sadece söyleyemiyorlar.
Ve evin sıcak, sevgi dolu ortamından sonra hayvan bir daha asla sokağın vahşi yaşamına adapte olamıyor.
İnsanlar hayvanlara gerçekten korkunç şeyler yapıyorlar.
Doğa hepimiz için çok önemli. Bugün ona yaptıklarımız yüzünden bu felaketlere maruz kalıyoruz zaten.
Belki size belki garip gelecek ama ben kapalı havaları çok severim. Ruh yapıma daha uygunlar.
Güneşle aram çok iyi değil. Ama sıkıntı vermeden tatlı tatlı ısıtan sonbahar güneşi tabii ki hiçbir şeye değişilmez.
Bana yağmur deyin, sis deyin, rüzgâr deyin veya kar deyin.
Kapalı havalarda kendime geliyorum, kendimi buluyorum, iyi hissediyorum. Bu çocukluğumdan beri böyle ve ben de bunun nedenini bilmiyorum.
Yaz sıcağını hiçbir zaman sevmedim. Belki soğuk değil ama serin havayı ise her zaman sevdim. Sisli havalara kesinlikle bayılırım. Gerçeküstü geliyor bana. Ve bir masalın içinde olduğum hissini veriyor. Dönüp dolaşıp hep masallara geliyoruz.
Bu söyleşiden önce masalların hayatımda bu kadar önemli yer tuttuğunu ben de bilmiyordum.
Ailenizin kökleri hakkında neler aktarmak istersiniz Kıymetli Şükrü Bey?
Baba tarafım Erzurumlu. Dadaşlar. Oradan da Kafkasya’ya kadar uzanıyor. Kafkas halk oyunlarını seviyor olmam herhalde atalarımdan taşıdığım genlerden kaynaklanıyor.
Erzurum isminin kökeni Arz-i Rum’dan geliyor. Kökleri çok çok eskilere dayanan bir şehir.
Ne yazık ki, orayı ziyaret etmek kısmet oldu ama orada yaşamak nasip olmadı. Zira babam subay (kurmay albay) olduğu için kendisi de doğduğu şehirden genç yaşta ayrılmış. Orada yaşayan çok az akrabamız var şu anda.
Aile, çocuklar üniversite okuyabilsin diye İstanbul’a, Beşiktaş semtine göçmüşler. Beşiktaş’ta Sinanpaşa semtindeki dört katlı evi hayal meyal hatırlıyorum, o yıllar benim çocukluğuma denk geliyor.
Anne tarafım İzmirli, İzmir’ e de Girit’ten gelmişler.
Erzurum’u da çok seviyorum ama Ege’nin yeri gönlümde her zaman başka oldu. Güzel İzmir, deriz biz kendi aramızda. Annemin baba tarafı dedesinden bir Bulgar göçmenliği de var. Türkiye çok zengin bir mozaiğe sahip. Her ailede bir göçmenlik hikayesi var galiba. Ben de o mozaikten payımı aldığım için çok memnunum.
Bir şehir deniz kıyısında ise deniz o şehrin halkına çok şey katıyor.
İzmir’de uzun süreli yaşamadım ama nispeten kısa süreli de olsa yaşanmışlıklarım oldu. Anneannem hep orada yaşadı ve orada öldü. Evine ve şehrine çok bağlı bir kadındı. Eşini çok genç yaşta (26) veremden kaybedince iki kızının hem maddi hem manevî sorumluluğunu üstlenmiş. Bu da onu daha güçlü ve sert bir insan yapmış. Bu nedenle köklerine sıkı sıkı tutunmayı seçmiş. Bu onun kendini dış dünyaya karşı kendini savunma biçimiydi, bunu çok daha sonraları idrak ettim.
Konak semtindeki o güzel evi hiç unutmadım.
Renkleri, kokuları, sesleri ve duyumları… Yasemin kokulu akşamları…
Fırından yeni çıkmış taze ekmeğin tadını… Kolalanmış masa örtülerini…
Anneannemin tütün kolonyası kokulu tertemiz çarşaflarını… Akşamüstü çaylarını…
Alt kattaki komşu Gülbahar Hanım’ın boydan boya tüm bahçeyi kaplayan ortancalarını…
Açık hava sinemasını ve geceleri, oradan gelen film seslerini.
Her şey çok ama çok güzeldi. Burnumda tütüyor şimdi hepsi.
Türkiye’nin görmediğim çok az yeri kaldı. Hepsi birbirinden güzeldi. Muhteşem bir ülkede yaşıyoruz gerçekten. Her anlamda muhteşem.
Dediğim gibi, Ege’nin gönlümde ayrı bir yeri var. Ama, Erzurum’unda başımın üstünde yeri var. Böyle bir coğrafyada doğduğum ve yaşadığım için çok şanslı addediyorum kendimi.
Değerli Şükrü Bilge Bey ile röportajımız “yaralı veya acı çeken hayvanlara olması gerektiğinden fazla duyarlıyım” ve “çaresiz ve acı çeken insanları görünce kendimi sanatın o güzel merhemiyle avutmaya çalıştım” dediği ana eksenimizdi. Duyarlı, insanca yaşam mücadelesinde sanatın tıptaki öneminin vurgulanması açısından da yol gösterici niteliğinde.
Şükrü Bey’in “Sanat ne sanat içindir, sanat ne toplum içindir. Sanat hem sanat hem toplum içindir. Tıpkı sizin güzel ve değerli eserleriniz gibi Rengigül Hanım.” sözlerine çok teşekkür ediyorum. Onur duydum.
Ve… Şükrü Bey ile kendimi “Küçük Prens” kitabının, filminin içinde hissettim. Yazar ağlarsa okur da ağlar, yazar gülerse okur da güler” ifadelerine izdüşüm sanırım şimdiki ve sonraki devirlerde “Küçük Prens” öyküsünü sevenler zevk alacaklardır diye düşünüyorum. “Küçük Prens’in hemen her tercümesini okudum diyebilirim ama bir tanesi daha kıymetli benim için. Zira “Sınıfımda olsaydınız size direkt öyle hitap ederdim; “Mademoiselle La Couleur des Rosiers” diyen Erhan Kayaalp hocanın çevirisi kitap, imzalı. Filmini de Zorlu PSM’de izlemiştik. Bazı sahnelerinde duygulanıp, ağladığımda “Güzelim, senden başka ağlayan olmuş mudur dünyada acaba Küçük Prens’i seyrederken?” demişti Ersin bana sarılarak. Tebessüm etmiştim.
Şükrü Bey gibi “Rönesans tipi insan” nasıl olur:
“Sayın Rengigül Hanım. Please allow me to reply in English to your question regarding my observation about you being a ‘Renaissance Woman’… Through our various interactions over many years I had known and admired you as a very courteous and modest lady who was always understated in her speech and behaviour. As I had greater occasion to spend more time with you, year by year, I discovered you had a multitude of artistic talents… from drawing and painting, to music, to poetry. In an age when there has been increasing pressure for deep specialisation in one’s professional life, I have often noticed how this has also spilled across to people’s personal hobbies and pleasures in life. What is important is not so much whether one has a great talent in one or other art form, but rather that one is interested in several art forms and actually has the commitment to practice in each field oneself, and take pleasure in that practice. The fact that you happen to do so with considerable success is an added surprise… What came to my mind during that afternoon, as you were showing me some of your drawings, was how artists during the Renaissance were also ‘multi-talented’ people, able to work in many mediums to express themselves and their feelings, and it occurred to me that you were a similar type of person, which is why I called you a ‘Renaissance Woman’. I hope this explains why I made that remark. Warmest wishes, Hasan, 26.2. 2013. Bangkok”
Geleceğe kaynak olacak değerdeki bu kıymetli röportajımız, RE Books Arts Kitaplığı İnceleme-Araştırma ve Röportaj bölümüne kayıtlı olacak ve gelecek kuşaklara da kayıtlı bir belge olarak aktarılacak. Bu yöntemim şu açıdan da önemli; tüm röportajlar birleştiğinde çok kıymetli bir sosyal tarihi de geniş yelpazede yansıtmış olacak. Şükrü Bey’e çok teşekkür ediyorum ve olumlu düşünce içindeki “İnsan Prens” örnek kişiliğinin örnek alınmasını diliyorum.
Dr. M. Şükrü Bilge
25.08.1962 İzmir Konak semti doğum.
1962-63 İzmir.
1963-69 Ankara (ilkokula Ankara Namık Kemal İlkokulunda başlayış ve ilk yılı orada okuyuş). 1969-1971 Babamın askeri görevi nedeniyle Belçika Shape’ te (Amerikalıların kurduğu bir üs ve yerleşkesi) iki sene okuyuş.
1972-74 Fatih.
1974 Zincirlikuyu – Galatasaray Lisesi hazırlık sınıfına Ortaköy’ deki binada başlayış ve bir yıl yatılı okul (Ben GS 1974-1982 dönemiyim).
1975-82 Galatasaray Lisesi (gündüzlü) okuma.
1982-88 İstanbul Tıp Fakültesi (Çapa).
1989 Ekim-1992 Ocak Kastamonu zorunlu hizmet.
1992-97 İstanbul Üsküdar Verem Savaş Dispanseri (1992 Haziran ve Temmuz aylarında Heybeliada Deniz Lisesi Reviri’nde iki ay bedelli askerlik).
1997-2002 İst. Beykoz Verem Savaş Dispanseri.
2002-2010 İst. Şişli Verem Savaş Dispanseri.
2010-Günümüz İstanbul Beşiktaş 5 Numaralı Aile Sağlığı Merkezi’ nde Aile Hekimliği (halen devam ediyor).