Bu günlerde sık sık Aslı’yı düşünüyorum. Düşünüyorum ve ağlıyorum. Aslı, ilkokulda beş yıl boyunca aynı sınıfta okuduğum arkadaşımdı. Onu geçtiğimiz Cuma günü maalesef kaybettik. Sanki çocukluğumdan bir parça daha kopup gitmiş gibi hissediyorum. Hepi topu 13 kişilik sınıfımızda bu yaşadığımız üçüncü kayıp.
Düşüncelerimden sıyrılmak istercesine kızıma sesleniyorum:
“Tuseeem, gel kızım saçlarını tarayalım”.
“Geliyorum anneee”.
Biraz sonra elinde fırçalı bir tarak ve iki pembe tokayla yanıma geliyor. Saç fırçası mı demeliyim acaba? Ama biz çocukken böyle adlandırırdık: fırçalı tarak… Bana Aslı’yı düşünmek için bahane olsun. Hem saçlarını tarıyorum, hem de eski günlerimizi düşünüp ağlıyorum. Şu fırçalı tarak bile bana onu hatırlatıyor.
Kızımın çok güzel, siyah, uzun ve gür saçları var. Ben çocukken benim de saçlarım tıpkı onunkiler gibiydi. Annem saçlarımı kestirmeye kıyamaz, o zamanlar bana çok uzun gelen bir süre boyunca saçımı tarar da tarardı. Üstelik onca işin arasında hiç üşenmeden zevkle yapardı bunu. Bulaşık makinesi filan yoktu o yıllarda. Çamaşır makinesi deseniz üstten sıkmalı bir model.
İlkokul birinci sınıfa başladığım yıl saçlarım neredeyse belime kadar uzundu. O zamanlar görme engelliler için olan okulların hepsi yatılı okuldu. Çocukken uzun yıllar boyunca günlük yaşam becerilerimizi kazanabilmemiz gerektiğinden böyle olması gerektiği söylenmişti bize. Fakat aslında görmeyenler için açılan okulların sayısı çok azdı ve bugünkü servis imkanları da yoktu. O yıl saçlarımın yatılı bir okul için fazla uzun olduğuna karar verilmiş öğretmenlerim tarafından. Çocuk olduğumdan temizliği ve taramasına da gerekli özeni gösteremeyeceğim düşünülmüş ve ailemden saçlarımın kesilmesi istenmiş. Buna öyle çok üzülmüşüm ki kızımın saçlarını kestirmeye bir türlü kıyamıyorum. “Kestir şu çocuğun saçlarını. Ne demiş büyüklerimiz: bir traş, bir yaş.” Diyenleri de duymazdan geliyorum.
İlkokula başladığım ilk gün beni yatakhaneye götürdüler. Dolabımı gösterdiler. Soldan altıncı dolap benimkisi. Aslı’nın dolabı benimkinin hemen yanında. Ailesi o ilk günlerde zorlanmasın, dolabını rahatlıkla bulabilsin diye kapağına sevimli bir ponpon asmış. Tanıştık ve bana okulu gezdirme ve tanıtma görevi Aslı’ya verildi.
İlkokul yılları boyunca hep özendiğim bir kızdı Aslı. Bir kere evlerinde çocuk odaları vardı. En ince ayrıntısına kadar şekli bugün bile hala aklımdadır. Bana da “Senin odan Nasıl? Anlatsana…” dediğinde ben de başlardım hayalimdeki abartısız odayı anlatmaya. Çocuktum ya utanır, “Bizim evde çocuk odası yok” diyemezdim.
Derslerimiz her gün saat 15:30’da biter iki saat süren uzun bir teneffüs verilirdi. Biraz ip atlar, öğretmenler izin verirse top oynar ve çoğu zaman da ölesiye sıkılırdık. Dinleyecek radyomuz, izleyecek televizyonumuz, okulda çeşit çeşit oyuncaklarımız yoktu. Aslı böyle zamanlarda kurtarıcımız olur, müthiş tiyatro yeteneği sayesinde hem yazar, hem oynardı. Bütün sınıf onu dikkatle dinlerdik.
Amcası Aslı’ya İsviçre’den bir teyp getirmişti. 90’ların başında çıkan bütün sanatçıların albümleri vardı onda. Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, Levent Yüksel, Sertap Erener, Yonca Evcimik, Emel Müftüoğlu… Hepsinin kasetlerini defalarca dinler, A ve B yüzlerinde hangi şarkılar varsa, sırasıyla ezberlerdik.
Her pazartesi sabahı okula gelir, her Cuma akşamı da eve giderdik. Okulda kalan bazı arkadaşlarımız da olurdu. Kimisi iki haftada bir evine gidebilirdi, kimisi de ayda bir. Aslı’nın amcası taksiciydi. Onu almaya hep amcası tam saatinde gelirdi. Saat 15:30’da ders biter bitmez hemen Aslı’yı alel acele alır götürürdü. Bense babamı beklemek zorunda kalırdım. Beni asla okulda bırakmayacağını bilirdim. Ama serde çocukluk var ya, saatler geçtikçe telaşlanır, içten içe üzülmeye başlardım. Hâlbuki babam işini bitirir bitirmez saat kaç olursa olsun, sıcak soğuk demez, arabası olsun veya olmasın beni mutlaka almaya gelirdi.
Sınıfta iki kişinin orgu vardı. Tam bir yıl boyunca babamın başının etini yedim bana org alması için. Aslı’nın vardı. Çok güzel çalıyordu. Haftada iki ders müzik öğretmenimiz bize müzik aleti çalmayı öğretirdi. Ah benim de bir orgum olsa, ben de öyle güzel çalardım. Tabii o zamanlar bu aletler çok pahalıydı. Öyle ha deyince gidip alamıyordun. Neyse, babam ısrarlarıma dayanamadı. Bana bütün imkânlarını zorlayarak bir org aldı. O hafta okula nasıl sevinerek gittiğimi size nasıl anlatayım? Sanki ayakkabılarımın altında trambolin var da ben yere basmıyorum. Sevinçten adeta uçuyorum.
“Anne beş dakikadır aynı yeri tarıyorsun” diyen kızımın sesiyle daldığım düşüncelerimden sıyrılıyorum. Aslında size fırçalı taraktan söz edecektim. O zamanlar yani 90’ların başında pek yoktu bu taraklardan. Bizim okulda bir tek Aslı’nın vardı. O güzel tarağıyla tarayınca ipek gibi yumuşacık olurdu saçları. Benim saçlarım da güzeldi. Bir kerecik istesem verir miydi acaba? Aslında havalı bir kız da değildi. Ama asla isteyemedim. Şimdi bakıyorum da kızımın aynalısı, kolay tarama yapanı, lisanslısı derken renk renk tarakları var.
İlkokuldayken yaramazlık yapmaktan korkar, olsa olsa yatma saatini geciktirir, her nereden buluyorsak sessiz kahkahalarla gülecek bir şeyler bulurduk mutlaka. Bizim yaramazlıklarımız şimdiki çocuklarınkinin yanında çok masum kalırdı. Bir de çocukken heves eder, öğretmenlerden gizli oruç tutmaya çalışırdık. Sık sık geleceğe dair hayaller kurardık. Onun hayalleri genellikle müzik kariyeri üzerine olurdu.
İlkokuldan sonraki yıllarda ara ara karşılaşır, telefonda konuşur ve sanki aradan hiç yıllar geçmemiş gibi kaldığımız yerden devam ederdik. Eski günlerimizi anar, birbirimize son havadisleri anlatırdık. Onu bu kadar erken kaybedebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Öyle şaşkın ve öyle üzgünüm ki! Artık onun için rahmet, ailesi ve sevenleri için sabır dilemekten, dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yok. Siz de onun için dua eder misiniz?