Tam dört aydır yazı yazamıyorum. Ama bunda benim bir suçum yok. Hep onun yüzünden. Sizlere biraz içimi dökeyim de ne halde olduğumu anlayın sevgili arkadaşlar.
İki yıl kadar önce oğlum sormuştu:
“Anne insanların kaç tane midesi vardır”?
“Bir tanedir oğlum”.
“Yooo, bence yanılıyorsun anne. Şişmanların iki tane midesi olmalı”.
Keşke öyle olsaydı arkadaşlar. Eh ben de pek zayıf olmadığıma göre bana da iki mide düşerdi. Ben de şu anki midemi devre dışı bırakıverirdim hemen. Diğerini kullanıma sokardım. Neden mi? Çünkü sanırım benim çok kıskanç bir midem var. Beni bir başkasıyla asla paylaşamıyor. Aramıza bir kişi daha katılınca hemen arsız, huysuz bir şey olup çıkıyor. Bana yapmadığını bırakmıyor. Empati kurup onu anlamaya çalışıyorum. Tamam, karın boşluğunda gönlünce salınmak varken orayı bir başkasıyla paylaşmak onun açısından zorlayıcı olabilir. Ama bu geçici bir durum. Üstelik çok tatlı bir ufaklık var yanında. Tanışıp kaynaşsana onunla.
Bundan önceki yazılarımdan birinin satır arasında üçüncü çocuğa hamile olduğumu yazmıştım sizlere. “Aramızda kalsın” demiştim ama sağır sultan bile duymuş bu haberi. Size güveniyorum. Siz söylemezsiniz. Demek o da okuyor benim yazılarımı.
Biz bu tatlı habere ailece sevinirken midem bu durumdan hiç hoşnut olmadı. Bir başladı ki bulanmaya durdurabilene aşk olsun… Ne ilaç kar etti, ne doktorlar. Hâlbuki bulanacak ne var? Birinci değil, ikinci değil, artık üçüncü çocuk. Bu hormonu da bal gibi tanıyorsun artık. Mis gibi beta hcg hormonu işte. Bunun yükselmesinden rahatsız olacak ne var? O hormon düşmesin diye kaç tane iğne yediğimi bilmiyor sanki. Vallahi saymadım ama iğnesi, serumu, kan vermesi, kan sulandırıcısı derken ben diyeyim 300, belki de daha fazla…
Ne kadar dil döktüysem, tatlı tatlı konuştuysam da kar etmedi. Ne yediysem hoşnut edemedim. Tutturdu su bile istemem, yemek filan sindiremem diye. “Dinlenmek istiyorsan bir şey yememeye razıyım. Yeter ki şu bulantıyı kes” dediysem de nereden bulduysa buldu, hiçbir şey yemediğim içmediğim halde bile kusturdu beni. 24 saat dur durak vermeden bulandı da bulandı. Sonunda düştük mü hastaneye! Bu arada nasıl yaptıysa corona virüse de davetiye göndermiş bizimki. Üzerine bir de o eklenmesin mi! İyice yerle yeksan oldum anlayacağınız. Doktorların biri gelip biri gidiyor. Hemşireler çifter çifter serum takıyor da bizimkisinin inadı tuttu bir kere. Kimseyi iplemiyor, kendi bildiğini okuyor. Ateşim yükselmeye başladı. Şu küçük hapı bir kabul etse düşecek ama onu bile kabul etmiyor. Herkesler vitaminin 29 harfini, magnezyumu, demiri, çinkosunu içerken bizimkisi “Kesinlikle istemem” diye diretiyor.
Bir de yandaşlar bulmuş kendisine. Burnum narkotik bir köpeğin burnunun hassasiyetiyle görev başında. Akan suyun kokusunu bile duyuyor. Komşuların yemek menülerini sayıp döküyor. Hatta pilavın şehriyelerini biraz yakmışlar galiba, onu bile haber veriyor.
Burun iş başına geçer de kulak durur mu? Neredeyse yerdegezen karıncanın sesinden rahatsız olacak. Yarasalarla yarışıyor. Evde çıkacak ufacık bir sese dahi tahammül edemiyorum.
Çocuklarım beni öpmek istiyor. Midem ona bile karışıyor. Hemen başlıyor bulanmaya. Eşimin sesine, soluğuna bile tahammülüm yok onun yüzünden.
Yemeyi içmeyi anladım da televizyonlardaki programlardan, telefonumdaki uygulamaların gelen bildirimlerinden niye rahatsız oluyorsun? Bunda bulanacak bir şeyi nasıl bulabiliyorsun?
Senin ilgi alanın yiyecekler. Geleni sindir gitsin. Hatta yanındaki ufaklık kızsa ekşi, erkekse tatlı şeyler iste de biz de cinsiyetini anlayalım değil mi? Karalahana çorbası isteyince haliyle cinsiyet tahmininde de bulunamıyor insan. Bir de beyaz lahanadan sarma istedi de yaptı canım anneciğim. Bu sefer de tutturdu “Bir ısırık bile yemem” diye. Tabi sen her şeyi katıp karıştırdığın için sarma yapmanın zahmetini nereden bileceksin.
Su içmeyecekmişim. Tutturdu “Karpuz isterim” diye. Mart ayında karpuzun kaç para olduğunu biliyor musun sen? Oradan bakınca Karun gibi mi görünüyorum? Alıp da yiyince de mutlu olmuyor ki. Ağzıma metal yemişim gibi bir tat gönderiyor.
Sağdan soldan herkes bildiklerini anlatıyor. Ne denirse yapıyorum. Sabahları tuzlu kraker yemek, o olmazsa beyaz leblebi atıştırmak, o da olmazsa ayvayı çekirdekleri ve kabuğuyla az suda kaynatıp içmek… Daha neler neler… Sadece bir hemşire sabahları uyanınca yere bakmamamı, direkt karşıya veya tavana bakmamı tembihledi. Bir tek onun dediğini yapmadım. Gözleri görmeyen birinde bu ne işe yarayacak ki? Sözün bittiği yerdeyim.
Bütün bu yaptıklarına rağmen yine de alttan alıyorum. “Birbirimize ölene kadar ihtiyacımız var. Senin yerini kimse tutamaz. Üç ay kaldı. Sabret. Ufaklıkla da iyi geçin canım midem” diyorum. O da bana “gurrrr” diye cevap veriyor. Acaba ne demek istiyor?