ECZACI OLMAK İSTEMİYORUM
Anılarım
Anılarım durur mu sanıyorsun öyle elleri bağlı
Anılarım ayağına tez, dövüşken, hırçın
Anılarım tutar dağın yolunu kimseleri beklemeden
Dursam yakamdan tutar götürürler beni çocuk olmayın
ARİF DAMAR
“Eczacı olmak istemiyorum baba!” İstanbul Üniversitesi’nin ana binasındaki Eczacılık Fakültesine kayıt yaptırır yaptırmaz ağzımdan çıkacak ilk sözcükler bunlar olacak.
Fakültenin önündeki bankta oturmuş ağlıyorum. Gözyaşlarımın akmasına bir türlü engel olamıyorum. Şimdi sessizce ağlıyorum. Babamın yüzüne bakıyorum; o da üzgün görünüyor. Babam, “Üzülme kızım, belki de kontenjandan Hacettepe Tıp Fakültesine görebilirsin”, diyor. O an geleceği düşünemiyorum. Varsa yoksa az önce kaydını yaptırdığım Eczacılık Fakültesi… Ben terlik, makyaj malzemesi satan bir dükkân açmak istemiyorum, diye geçiriyorum içimden. Ağlamam hıçkırıklarla bölünüyor.
Babam yanıma oturup beni teselli etmeye çalışıyor. “Dur bakalım Canan, hiçbir şey için geç kalmış sayılmazsın. Sınıf birincisi olup Hacettepe Tıp’a kabul edilirse bu fakülteden kaydını sildiririz.”
Bir taksiye atlayıp Eminönü’ne geliyoruz. Sahildeki balık ekmek teknesi gözüme ilişiyor. Babamla birlikte tekneye doğru yürüyoruz. Kendimize birer porsiyon balık ekmek ısmarlıyoruz. Biz balıklarımızı yerken yanımızdan bir Japon turist kafilesi geçiyor. Yanlarındaki rehber İngilizce konuşuyor. Rehberim söyledikleri bölük pörçük kulağıma geliyor. Eminönü o her zamanki kozmopolit haliyle; insanları ve ışıklandırmalarıyla bize göz kırpar gibi bakıyor. Biz de ona bakıyoruz.
Karnımı doyurunca biraz rahatlıyorum. Az önceki üzgün genç kız ben değilim sanki. Babama komik bir şeyler anlatıp gülüyorum. Babam da benimle beraber gülümsüyor.
Hava serinlemeye başlıyor. Güneşin batışı ile, Eminönü’ndeki dükkanların ve eski Karaköy köprüsünün altındaki lokantaların ışıkları meydana çıkıyor. “Hadi kızım geç oldu; artık dönelim”, diyor babam. Eminönü iskelesinden kalkmakta olan vapura doğru koşar adım yürüyoruz. Vapura binince her zamanki gibi vapurun üst katına çıkıyoruz. Vapurun penceresinden İstanbul gecelerinin o kendine özgü lacivert rengini seyrediyorum. Başımı babamın omzuna yaslıyorum. Onun omzunda kendimi güvende hissediyorum.
Kadıköy’de vapurdan inip az ötedeki Kadıköy Kartal minibüs hattına doğru yürüyoruz. Uzunca bir kuyruk var. Kuyrukta beklerken ne denli yorulmuş olduğumu fark ediyorum. Minibüse binip oturunca başımı yine babamın omzuna yaslayıp uyuklamaya başlıyorum. Rüyamda belli belirsiz bir sınıf arkadaşımı görüyorum. Heyecanla bana doğru koşup, “Canan, müjde, sınıf birincisi olmuşsun “, diyor. Babamın sesiyle uyanıyorum. “Hadi Canan, iniyoruz kızım,”
Minibüsten inip Endüstri Meslek Lisesi’nin sokağından eve doğru yürüyoruz. Yokuş ikimizi de yoruyor. Eve geldiğimde annemin meraklı bakışları ile karşılaşıyorum. “Ne oldu, kayıt tamam mı?”, diye soruyor. Benim yerime babam cevap veriyor. “Evet, Fethiye, kayıt tamam.”
Odama geçip dinlenmek için yatağıma uzanıyorum. Salondan annemle babamın sesleri belli belirsiz duyuluyor. Eczacılık, Hacettepe sözcüklerini işitir gibi oluyorum. Gözlerim kapanıyor. Odada ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Az sonra annem kapımı çalıp, “Canan yemek hazır,” diyor. Banyoya gidip yüzümü yıkıyorum. Bahçeye geçip masaya oturuyorum. Babam her zamanki gibi rakı sofrasını kurmuş, demleniyor. Yavaşça yanan maltızdan köfte kokuları geliyor. Babaannem, “Nasılsın kızım?”, diyor. “İyiyim babaanne”, diyorum. Sofrada kendimi hararetli bir şekilde gündelik hayattan, siyasi olaylardan konuşurken buluyorum. Ailemin o güven verici, rahat koynunda bir gece daha geçiriyorum. İçim huzurla doluyor.
Temmuz ayında birinci, Ağustos’ta ise ikinci “Kıbrıs Barış Harekâtı” düzenleniyor. O günlerden aklımda kalanlar, geceleri yapılan karartmalar ve radyolarda çalınan kahramanlık türküleri… Hükümet 14 ilde sıkıyönetim ilan ediyor. Savaşın uzayıp üniversitelerin kapanma ihtimali beni kaygılandırıyor. Bu kaygılarını yine de anne ve babamla paylaşmıyorum.
Aradan kaç gün geçtiğini anımsamıyorum. Kolej’de sıra arkadaşım Gürcan babamın çalıştığı okulda beni bulup müjdeyi veriyor. “Canan müjde, sınıf birincisi olmuşsun.” Kulaklarıma inanamıyorum. Sevinçten adeta dilim tutuluyor. Sonunda okul hayatımla ilgili isteğime kavuşma düşüncesi içimi tuhaf bir duyguyla dolduruyor. Heyecandan sesimin titremesine engel olamıyorum. “Baba, Hacettepe Tıp Fakültesini arayalım.”, diyorum.
Ertesi gün Hacettepe Tıp Fakültesi ile yazışma yapılıyor. Bir hafta sonra beklenen yanıt geliyor. Fakülteye kabul edildiğimi; kayıt için beklediklerini söylüyorlar. Hafta başında babamla birlikte Ankara’ya gidiyoruz. Birkaç gün için dayımın kayınvalidesinin Anıttepe’deki evinde kalacağız. Yorgun argın eve varıp yaşlı kadının elini öpüyorum. Hal hatır sorduktan sonra yemek masasında uyukluyorum. Çok yorulmusum anlaşılan. Hemen izin isteyip benim için hazırlanan odaya geçiyorum. Pijamalarımı giyip kendimi yatağa atıyorum. Derin bir uykuya dalıyorum.
Birgün sonra Hacettepe Hastanesinin karşısındaki idari binaya gidip Tıp Fakültesine kayıt yaptırıyorum. Kayıt esnasında İngilizce dil sınavına girmek isteyip istemediğimi soruyorlar. Muafiyet sınavına girip başarılı oluyorum. Beni doğrudan birinci sınıfa alıyorlar. Ankarada’ki altı yıllık üniversite serüvenim böylece başlıyor. O sırada bir anlamda ülkemin tarihini yazan “Yetmiş Sekizli” gençlerden biri olacağım aklımın ucundan dahi geçmiyor. Hangimizin geçmişti ki!