Her şey o falcıya gidişiyle başlamıştı. Dün gibi anımsıyor. Nisan yağmurları henüz dinmemiş; dalları evinin balkonuna uzanan mimoza ağacı çiçeklerini dökmemişti. Üç kadın arkadaş balkonda oturup çaylarını yudumlarken, söz dönüp dolaşıp falcılara gelmiş; Çağla, sesinin en gizemli tonuyla, şehrin o ünlü, ünlü olduğu kadar da pahalı semtlerinin birindeki tarot falcısından bahsedivermişti. Falcının ustalığından, kehanetlerinin tam da o ustalığa yaraşır biçimde bir bir gerçekleştiğinden bahsederken, Çağla’nın çocuksu bir parıltıyla yanıp sönen menekşe rengi gözlerini unutamıyor.
İşte ne olmuşsa ondan sonra olmuştu. Biraz merak, biraz da eğlence olsun diye falcıdan hemen ertesi güne randevu alınmış; orta yaşlı üç kadın, falcıya gitmeden önce Çağla’nın evinin önünde buluşmak üzere sözleşmişlerdi. O gece Halenur heyecandan uyuyamadığını anımsıyor. Hayatının o faldan sonra allak bullak olacağını mı sezmişti? Heyecanı ondan mıydı, bilmiyor. Bildiği bir şey varsa, hayatının akışının o günden sonra bambaşka olduğu. Kalbinin o kadar heyecana nasıl olup da dayandığını anlayamıyor. Bir mucize olmalı. “Böylesi gizemli olayları oldum olası sevmezdim”, diyecekti arkadaşlarına sonradan. Onlar da inanmış görünüp, sessizce başlarını sallayacaklardı.
“Dostluk, bir bakıma karşındakini sorgulamadan onaylamaktır”, diye düşünüyor Halenur. Salonda sessiz çıtırtılarla yanan şöminenin karşısındaki berjer koltuğa oturuyor. Geçmişe dalıp gidiyor.
Halenur, ertesi gün her zamankinden erken uyanmış; uyur uyanık geçen gecenin ardından yapılacak en iyi şeyin bir fincan kahve içmek olduğunu düşünerek ocağa kahve suyunu koymuştu. Mutfaktaki çaydanlıkta kaynayan suyun çıkardığı ses duyulur duyulmaz, el yordamıyla neskafe kutusunun kapağını açarak bir kaşık tepeleme kahveyi sıcak suyla dolu fincana boca edivermişti. Kahvesinden bir yudum aldı. Oldum olası kahvaltı öncesi acı bir kahve içmeyi alışkanlık edinmişti. Gazetede çalıştığı günlerden kalma bir alışkanlık. Stajyer genç bir gazeteciyken nöbet ertesinin mahmurluğundan sıyrılmak için mutlaka acı bir kahve ile güne başladığı zamanları anımsadı. O günleri özlüyor muydu ne…
Artık diğer günlerden farksız bir güne başlayabilirdi. Sakin bir güne… O haftanın yazısını yazıp dergiye vermesi için önünde beş gün vardı. Oturma odasındaki sallanan koltuğuna oturup kahvesinden bir yudum aldı. Sabahın sessizliğini içine çekerek bir süre hiçbir şey yapmadan öylece durdu. Mahmurluğu geçmemişti. Mutfağa girip kaynayan kahve suyundan bir fincan daha doldurdu. Yazı taslağını kafasında tasarlamış olmanın rahatlığıyla bir kahve daha içebilirdi. Günün ilk haberlerini izlemek üzere televizyonu açtı. Siyasi parti liderlerinin birbirine benzeyan demeçlerinden sıkılıp televizyonun düğmesini kıstı. Sessiz ekrana bakarken beyazcamda trafik kazası görüntüsüyle, tanıdık bir sima birbirine karışır gibi oldu.Televizyonun sesini açtı. Kadın spiker kelimelerin üstüne basa basa, “ Hasarlı araçtan ölü olarak çıkarılan kişinin sosyetenin tanınmış isimlerinden Nilgün Başaran olduğu tespit edilmiştir”, diyordu. Beyazcamda beliren fotoğraftaki kadını görür görmez Halenur’un içinden acı bir çığlık yükseldi: “Nilgün!” Kolejden sınıf arkadaşı Nilgündü bu. “Kentin ünlü ailelerinden Başaran’ların gelini olmuş.” Aradan geçen onca yılı düşündü. Koskoca yirmi yıl. Dile kolaydı. Haber sona ermişti. “Çağla’yı arayıp cenazenin kaldırılacağı camiyi öğrenmeli”, diye mırıldandı.
Üç kadın sınıf arkadaşlarının cenazesinde buluştuklarında ağızlarını bıçak açmıyordu. Sessiz ve hüzünlüydüler. Arkadaşlarının tabutunu gözyaşlarıyla izlerken her biri aslında kendi ölümünü düşünüyordu. Bir gün onlar da böyle koyu renk gözlüklerin ardına gizlenmiş kalabalıklar eşliğinde hiçliğe gideceklerdi. Sıra kimdeydi; bilinmiyordu.
Cenaze namazı kılınıp, kalabalık dağılmaya başladığında Çağla az ötedeki adamı gösterdi. “Nilgün’ün kocası” Esmer adam, sanki Çağla’nın sesini duymuş gibi onlara doğru baktı. Bir an Halenur’la bakışları karşılaştı. Halenur, insanın içine işleyen bu gri gözlerin sahibine aşık olacağından habersiz aceleyle gözlerini kaçırdı.
“Falcıyla olan randevumuzu unutmamışsınızdır umarım.” Halenur, Çağla’nın sesiyle irkildi. Daldığı sisli düşüncelerden sıyrılıp, kederli bir tonla cevap verdi. “ Çağla, böylesi bir günde nasıl olup da falcıya gitmeyi düşünebiliyorsun. Anlayamıyorum doğrusu.”, derken yüzünde haset, şaşkınlık karışımı bir ifade belirdi; birden susturamadığı hıçkırıklara boğuldu. Elindeki kenarları dantelli mendiliyle gözyaşlarını kurulamaya çalışırken, o ana kadar sessizce arkadaşlarını izleyen Sena, “Haydi bize gidelim. Hepimizin biraz dinlenmeye ihtiyacı var.Falcı meselesini sonra düşünürüz.” diye konuşmalara son noktayı koydu.
Az sonra Sena’nın evinde porselen çaydanlıkta demlenmiş çaylarını sessizce içerlerken ilk konuşan yine Çağla oldu. “Haydi kızlar, güç bela randevu alabildiğimiz şu falcıya gidelim artık. Beni kırmayın ne olur.”
“Peki”, dedi Halenur sözlerin muhatabı kendisiymişçesine. Saatine baktı. Dörde geliyordu. Randevuları beşteydi. Hemen hazırlanıp arabalarına atlarlarsa falcıya yetişebilirlerdi. Sena çay fincanlarını toplarken bir yandan da söyleniyordu. “Ne güzel oturuyorduk. Nereden çıkardınız şu falcıyı bilmem ki. Yaşını başını almış kadınlarız. Bir falcımız eksikti.”
“Sena’cığım, itiraz istemiyorum. Halenur razı olduysa gidiyoruz demektir.İtirazlarını başka bir güne sakla.” derken Çağla muzip bir kız çocuğu edasıyla gülümsüyordu.
Otomobilini şehrin en işlek caddelerinden birinin kaldırım kenarına park eden Çağla, karşıdan gelen değnekçiye haracını verip arabasını garantiye aldıktan sonra arkadaşlarına seslendi. “Halenur, Sena bu taraftan.” Elindeki adrese bir kez daha baktı. “Nispetiye Caddesi, Belkıs Apartımanı, 14/8 “
Birkaç metre ilerledikten sonra verilen adresi bulmuşlardı. Halenur apartmanın asansöründe saçını düzeltirken belli belirsiz önündeki aynaya baktı. Sarışın, orta yaşlı, balık etinde bir kadındı gördüğü. “Haydi hayırlısı” dedi kendi kendine. Dördüncü katın düğmesine bastı. Asansör hızla yukarıya çıkarken üç kadın heyecanlarını birbirlerine belli etmemek için göz göze gelmemeye çalışıyorlardı.
Asansörden dışarı ilk çıkan Halenur olmuştu. Sekiz numaralı dairenin ziline bastı. İçeriden şıpıdık terlik sesleri geliyordu. Sarışın, hayli geçkin bir kadın kapıyı açtı. Soran gözlerle üç kadına baktı. İHalenur kekeleyerek, “Şey, tarot falcısı değil mi ? Yanlış gelmedik ya…” “Randevunuz saat beşteydi değil mi?. Buyurun buradan.”
Falcı kadın uzun bir koridorun sonunda kapısı açık duran salonu gösterdi. Yüzündeki kırışıklıkları koyu bir fondotönle beceriksizce kapatmaya çalışmış; hala güzel olan gözlerini siyah bir göz kalemiyle iyice belirginleştirmişti. Dudaklarına sürdüğü cart kırmızı rujla filmlerden fırlamış bir cadıyı andırıyordu. “Bir cadıya fal baktıracağız. “ diye düşündü Halenur.
Üç kadın salonda sıranın kendilerine gelmesini beklerken hiç konuşmuyorlardı. Her biri kendi dünyasına dalmıştı. Halenur elindeki moda dergisinin sayfalarını okumadan dalgınca çeviriyor; Çağla, eski bir alışkanlıkla tırnaklarını kemiriyor; Sena sessiz sedasız önüne bakıyordu.
Falcı kadın aniden içeri girdi. Üzerinde hint işi kırmızı bir elbise vardı. Halenur’a işaret etti. “İsterseniz sizden başlayalım.” “Olur.” dedi Halenur isteksizce. “Bir an önce sıramı savıp şu can sıkıcı işten kurtulayım.” diyen iç sesini duydu. Kadının peşi sıra odaya yürürken Halenur yüzünü bir sıcak dalgasının kapladığını hissetti.Odadaki aynaya baktı. Yüzü kızarmıştı. Falcı kadın elindeki tarot kağıtlarını önündeki sehpaya bırakırken Halenur’a baktı. “Sıkılacak bir şey yok hanımefendi. Rahat olun. “ Halenur’un kalbi çatlayacak gibi çarpıyordu. Falcı kadının sözlerini bir sis perdesinin ardından duyar gibiydi. Odadan çıkarken, “ Esmer bir adam, gri gözler, aşk” sözcükleri beyninde yankılanıyordu.
Halenur, neden sonra daldığı hatıralardan sıyrılıp oturduğu koltuktan kalktı. “ Az sonra Sinan da gelir” diye mırıldandı. “Mutfağa gidip yemek yapayım.” Şöminenin üstündeki, gri gözlerin sahibiyle çekilmiş fotoğrafına baktı. Balayından hemen sonra günübirlik gittikleri Ağva’daki o şirin motelde el eleydiler. Fondaki Göksu deresi ve yemyeşil ağaçlar ortama egzotik bir hava katıyordu.