AYDINLIĞIN KARANLIK YANSIMASI
ANNABEL LEE
Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz
İsmi; Annabel Lee
Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee
Göklerde uçan melekler
Kıskanırlardı bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü bir rüzgarından bulutun
Güzelim Annabel Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni
Mezarı oradadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskanırdı bizi
Evet! Bu yüzden ‘Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi’
Bir gece rüzgarından bulutun
Üşüdü gitti Annabel Lee
Sevdadan yana kim olursa olsun
Yaşca başca ileri
Geçemezlerdi bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiç biri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee
Ay gelir ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee
Orda gecelerim uzanır beklerim
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni…
Çev. Melih Cevdet Anday
Gotik dönem Kuzey Avrupa’nın altın çağıydı ama 18. Yy. Avrupa aristokratları Gotik kelimesini etimolojik anlamını da göz önünde bulundurarak ‘’barbar, ‘’yaban’’ anlamlarında, küçük düşürücü bir sıfat olarak kullanmışlardı. Bir Töton kavmi olan Gothlar M.S. 1. Y.Y. dan 5. Y.Y. a kadar dillerini ve kültürlerini Avrupa’ya yaymış Germenik bir ırktır ve aslında bahsedilen barbarlar onlardır. Fakat asıl üzücü olanı bu anlam kargaşasının günümüze kadar süregelmesindedir. Elbette ki 70’lerin sonu, 80’lerin başında Punk’tan etkilenerek doğan bir alt kültür olması da, belki halen günümüzde Gotik sanatın çıkış noktasını bilmeyenler için sadece Vandal bir etki yaratmakta olup, oysa her Avrupa seyahatinde ziyaret etmekten büyük haz duyulan, yüzlerce fotoğrafını çektikleri o muhteşem katedrallerin, Gotik mimarisinin ne derece önemli ve günümüz sanatına ışık tutan paha biçilmez eserleri olduğunu bilmemelerinden kaynaklanmaktadır.
Orta Çağ sonlarından (12. Y.Y.) Rönesans’a açılan Yakınçağ başlarına (14.Y.Y.) kadar süren ve Roman (Latin) sanatına tepkisel bir tavırla doğan Gotik sanatının mimarideki etkisi oldukça etkileyicidir. Tanrısal bir varoluşu simgelercesine göğe doğru uzanan sivri kuleler, ayağınızı bastığınız toprakla birlikte size yapının köklerinin bu dünyada olduğunu hatırlattığında Gotik anlayışın karşıtlıkları başlamış demektir. İçinde hem simetriyi hem de asimetriyi barındıran bu yapılar, bize Düalizmi hatırlatırcasına, her şeyin iki yüzlü olduğu gerçeğini önümüze koyacaktır. Yerde kutsal olmayan ve yüksekteki kutsalı hatırlatan abartılı dikey hatları ve aşırılıklarıyla var olan Gotik sanatı her anlamda aynı aşırılığı taşır…
Çıkış noktası Fransa olsa da Avrupa’da her ülkede hemen hemen aynı zamanda görülmüş olan bu yapılar genellikle katedraller ve kiliseler olarak önümüze çıkmaktadırlar. Bu konuda bir tek İtalya istisnadır. Milano’da bulunan Duomo Di Milano ‘’fleche’’ olarak adlandırılan sivri kuleleri, duvara kaynamış olan dış sütunları, keskin hatları ve klasik İtalyan mimarisinde kullanılan kubbeleri olmayan, Gotik tarzdaki ender örneklerden biridir.
Dış çatının hizasını aşan kulelerin öncesinde, kaleler ve erken orta çağ yapılarının yaşamak ve ibadet etmek için oldukça depresif mekanlar olması, daha fonksiyonel olan bu yapıları belki de zorunlu kılmıştı ancak modern sanatlara göre hala etkileyiciliğini koruyan görkemli Gotik katedrallerin en güzel ve önemli örneği olan Paris’teki Notre Dame Katedralinin çan kulesinin geçtiğimiz Nisan ayında yanarak tahrip olmuş olması 850 yıllık bir dünya mirasının üzüntüsünü halen yaşatmaktadır.
Notre Dame yani ‘’Our Lady’’ katedrallerinin yerleşimi virgo (virgin yani bakire, astrolojideki anlamıyla ise başak burcu) yerleşimiyle birebir örtüşür. Bunun nedeni ise Meryem için yapılmış olmasıdır. Yani ana tanrıçaya adanarak yapılmıştır. Geçi bu aynı zamanda bir tartışma konusudur. Bakire Meryem midir, yoksa Mary Magdelene midir? Yani bir diğer adıyla Black Madonna!
Taş duvarların çatılarla desteklenemediği ve bu yüzden tahtadan yapılan çatılara sahip erken orta çağ yapılarının yerine inşa edilen Gotik yapılar sayesinde ilk kez doğanın merhametine ihtiyaç duyulmuyordu. Tanrının varlığını işaret edercesine göğe yükselen sivri kuleler içeriden ince ayaklar ve kaburgalarla oluşturdukları bir tavan sistemiyle destekleniyordu. Artık karanlık iç mekanlar yerine, büyük pencereler ve azaltılmış duvarlarla ışıklı iç mekanlar vurgulandı. Dini ögelere göre renklendirilmiş camlar kullanılarak vitray sanatı gelişmeye başladı. Kutsal kitaptan alıntılanan öyküler camlara ve taşlara resmedilerek, dönemin çoğunluğu okuma yazma bilmeyen halkı için bir İncil’e dönüştürüldü. Katedrallerin içine girildiğinde görülen ihtişam insana kendisini küçük ve değersiz hissettirecek kadar fazlaydı ve korkunç!
Çatılara ya da siperlere yerleştirilen heykeller sayesinde su zemine gürültülü bir şekilde dökülmüyor, suyun heykellerin ağızlarından yavaşça dışarıya aktarılması sağlanıyordu. Mimari artık daha fonksiyonel ve estetik olmuştu. İnce işçilikle işlenen kireç taşı süslemeler, sanatçıların iç dünyasıydı artık. Ve işte sanatçı kavramı bu dönemde heykel ve resimle ortaya çıktı.
Fransız saray kütüphanesi için ısmarlanan el yazmalarına yapılan resimlerle 13. YY. ın ortalarında başlayan Gotik resim sanatı, daha sonrasında inşa edilmiş olan katedrallerin resimlerle süslenmeye başlamasıyla ilerlemiştir. Sanatçılar önceden belirlenmiş olan konu ve olayları birer hikaye gibi anlatarak yeni bir akım başlatmışlardır.
Aynı dönemde bir gurup Flaman sanatçının natüralist eğilimleri Paris, Dijon ve Bourges gibi sanat merkezlerinde Gotik sanatın devamıyla kaynaşarak, uluslararası Gotik sanatın ortaya çıkmasına zemin olmuştur.
Kilise ve aristokrasinin desteğiyle kurulan Floransa ve Siena’daki sanat okullarının sanatçıları da Rönesans öncesi geçiş döneminde sanata önemli seviyede katkıda bulunmuşlardır. Artık resimde insan figürünü daha gerçekçi olarak betimleme kaygısına girilmiş, heykel sanatında ise üç boyutlu ve bağımsız formlar oluşturulmaya başlanmıştır. Uzayan formlarındaki değişimi fark edilen heykeller, mimariye her ne kadar bağımlı olsalar da başlı başına eserler olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Ve artık heykellerde kumaş kıvrımlarına daha dikkat edilirken, Gotik sanat akımı günlük kıyafetlere de yani modaya da sıçramaya başlamıştır. Din kavramının içten bir bağlılıkla büyüklük ve yücelik hissini yaratan Gotik mimari, artık kıyafetlerde de yansımalarını bize gösterecektir. Barınma ve giyinme ihtiyacının her dönemde birbiriyle paralel bir bağlantısı olduğu düşüncesiyle yola çıkarsak bu hiç de yadırganamayacak bir önemdedir. Tarih boyunca sanattaki dönemler ve akımlar modayı desteklemiş ve etkilemişlerdir. Ancak moda hep kadınlar içindir düşüncesini, dönemin hiyerarşik yapısı nedeniyle yıkabiliriz. Yani bu dönemde önce erkek kıyafetleri etkilenmiş, daha sonrasında ise kadınlara sıra gelmiştir.
Gotik mimarideki kuleler gibi sivri burunlu ayakkabılar (daha sonraları burunlar yuvarlatılmış ancak topuklar yükseltilmiştir.), şapkalar, birbiriyle bağlantılı kemerler, uzun ve sivri biten kol manşetleri, yukarıyı gösteren sivri omuzlar günümüzde de birçok tasarımcının kolleksiyonlarında yer almaktadır. Oldukça iddialı, gösterişli ve şatafatlı kıyafetler dönemin mimarisiyle gerçekten uyum içerisindedir. Her ne kadar erken dönem (1200-1350) kıyafetlerde dini unsurlar geçerli olsa ve kadınların saçları file ya da örtülerle örtülse ve kıyafetler halen minimalist bir havada olsalar da geç dönemde (1350-1450) vücuda daha fazla oturan hatlara sahip kıyafetlere geçilmesiyle terzilik de başlamıştır. Artık dar, düğmelerle süslenmiş ve zıt renkleri içeren hem simetriyi, hem de asimetriyi aynı zamanda barındıran kıyafetler boy göstermeye başlamıştı. Kadınlarda daha fazla göğüs dekolteleri kullanılırken buna bağcıklı korseler eşlik etti. Koyu renklerin hakimiyetinde artık kıyafetlerde o korkunç şatafatın izleri vardı.
İşte Kuzey Avrupa’nın bu altın çağı oldukça trajik ve vakitsiz bir şekilde sonlanmıştı. Avrupa nüfusunun büyük bir çoğunluğunu öldüren kara veba, iklim değişiklikleriyle yaşanan kıtlıklar bazı insanlar tarafından tanrının gazabı olarak yorumlanmış, Gotik katedralleri Babil’in kulelerine benzeterek bunun aslında kibir ve gururun simgesi olarak görenler kendilerince haklı çıkmış ve 14. YY. Gotik sanatı sonrasında hep aşağılanarak rafa kaldırılmıştır. Ta ki 1764 yılında Sir Horace Walpole ‘’Otranto Şatosu’’ isimli kitabını yazarak klasisizmin akıl ve mantık egemenliğini sonlandırıp, insanın zihnini ve hayallerini zincirlerden kurtarana kadar.
- YY. da Freud’cu bir perspektifle yoğurulan Gotik edebiyat; insanın bilinçaltının derinliklerindeki korkuları ve karmaşayı esas alır.
Orta Çağ şatolarının karanlık ve gizemli tarafından, yeraltı mahzenlerinden, kasvetli odalarından, cehennem yaratıklarından yola çıkar ve bilinçaltımızda şekillenen korku ve çelişkilerimizle, iç dünyamızdaki toplum dışı ve aykırı yönümüzle bizi yüzleştirir.
Aynı mimaride olduğu gibi edebi anlamda da aşırılık taşımaktadır… Her türlü duygu, davranış ve olayda…
Gotik edebiyatı tezatların yazınıdır. Gerçekler gün gibi ortadayken bir anda hayaller kendisini gösterecektir. Karakterlerde ya çok iyi ya da çok kötü kahramanlar vardır. Ve insanın içindeki iyiliğe inanmayarak korkuyu hep ön planda tutar. İnsanın en karanlık, çirkin ve olumsuz yönlerini gözler önüne sermektedir. Aynı 1990’ların başında kendini gösteren Gotik müzikte; genellikle Soprano olan güzel sesli bir kadın vokal ile brutal (vahşi, sert, kaba) vokalin birarada kullanılması gibidir. ‘’Beauty and the beast’’ (güzel ve çirkin) olarak adlandırılan bu tarz, Doom Metal’in ağır rifflerini (kısa ve arka arkaya tekrar eden bir ritim motifi) ve Death Metal’in brutal vokalini karıştırıp, içine kilise orgları, kemanlar, yan flütler eklenmesiyle ortaya çıkmıştır. Mumlarla dekore edilen karanlık ortam, sahne ve kıyafetlerin içerdiği Gotik hava izleyiciyi etkileyerek atmosfere kendisini kaptırmasını sağlar. Bu şarkıların ana temaları hemen anlaşılacağı üzere korku, depresyon, bunalım, ölüm, din, cennet, cehennem ve ilahi varlıklar yani melekler ya da düşmüş melekler üzerine ya da cehennem varlıklarını içerecek şekilde ve tarzdadır. Ve bu da bize ünlü sanat tarihçisi ve ‘’Sanat’ın Öyküsü’’ kitabının yazarı olan E.H. Gobrich’in ‘’göksel kiliseler’’ olarak tanımladığı Gotik mimarinin ‘’Gotham City’ olarak günümüz görsellerinde karşımıza çıkmasını hatırlatmaktadır. Animasyona kadar yansımış olan Gotik tarz, 20. YY. da karamsarlığın ve içselliğin sembolü olduktan sonra edebiyata, müziğe, sinemaya ve en son olarak da tekrardan kendisini hatırlatacak şekilde modaya yansımıştır. Özellikle 70’lerin sonu, 80’lerin başında tarihe, edebiyata, müzik ve mitolojiye ilgi duyan ‘’Goth’’ dediğimiz alt kültür grupları zamanla kendilerini kabul ettirmişlerdir. Siyah deri, tül ve dantellerle zenginleştirilen kıyafetlerde dönemin bağcıklı korseleri tekrar kendisini göstermiş, hiçbir yer neredeyse boş bırakılmayacak şekilde takı ve aksesuarlarla doldurulmuş, siyah kıyafetlere kırmızılar, bordolar eşlik etmiştir. Çünkü Gotik kan’dır, kırmızıdır…
Tutku ve şiddetin yoğun bir şekilde hissedildiği Gotik sanat her alanda aşırılıklarını ve abartılarını hissettirmiştir. Korkunç, Şatafatlı ve Grotesk olması birçok insanı rahatsız etse de bazıları için hayatın kendisi öyle olduğundan yani aslında bir tozdan yaratılmamıza rağmen cenneti arzulayabiliyor olmamız içimizdeki tezattır. Yani düalizm her yerde karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda Gotik olan mükemmeldir!