Tanrılar, tanrıçalar ve mitoloji… Sayısız hikaye ve sayısız kahraman, farklı kültürler ve farklı coğrafyalarda insanın anlam arayışına destek verirken, acaba kendi hikayemizi nerede unutmuştuk? Hep başkalarının hikayeleri vardı, hep başkaları büyük aşklar yaşıyordu, hep başkaları kahramandı… Peki ya biz kimdik ve bu hikayenin, yani varoluşun neresindeydik?
Koca evrendeki bir toz zerreciği kadar olsak da, o kumsalda olduğumuz su götürmezken, varlığımızın bir mucize olduğunu unutmuştuk. Aldığımız her nefes bir mucizeydi belki ama nefes almak mıydı yaşamak?
Ben de varım, buradayım diyenlerin bir kısmı kabul görmüş, hiç sesini çıkarmadan hayata karşı seyirci kalmayı tercih edenlerin bazıları anılmamak üzere yok olmuş fakat her ne olursa olsun hayatın sürekliliğini sağlayan yapı taşlarından biri olarak varlığını sürdürdüğünü farkedemeyecek kadar büyük bir melankolik yapıyı da içinde barındırmayı başarmıştı insanoğlu.
Ama baktığım her yerde o vardı sanki. Bir tanrıça… Tanrıça olduğunun farkında bile olmayan, tanrıçalığını unutmuş kadınlarla, tanrılığını unutmuş erkeklerle doluydu etrafım. Oysa mitolojideki her kahraman, her türden yaşanmış olan her konu bizlerin birer parçası, bugünümüze ışık tutmuş kişiler ve olaylardı. Bizler küçük birer tanrı ya da tanrıçaydık özetle. Kimliklerimizi günün boğucu ve yönlendirici yanılgılarıyla, olduğumuz değil de olmamız gereken kişiler olmakla harcıyorduk. İçimizdeki tanrıçayı saklamamız öğretilmişti ve unuttuk… Kendi içimizdeki tanrı ve tanrıçaları unuturken, onları da unuttuk… Her dönemde yaşamış, her dönemde farklı bir isimle anılmış olan tanrıları hayatlarımızdan tamamen çıkartarak yok olmalarını sağladık. Tanrılar unutulduklarında, çağırılmadıklarında ölürlermiş! Ve ben onların hayatımıza belki biraz olsun ışık tutmalarını istedim. Var olmalarını… En azından küçük bir hayal dünyasında olsalar bile.