Evrensel hukukun olmadığı ülkelerde demokrasiden bahsedilemez. Demokrasinin olmadığı ülkelerde ise ekonomik krizler, toplumun yoksullaşması ve mafya düzenini ortaya çıkarır.
Yargı bağımsız olduğu sürece adaleti adil bir şekilde dağıtır.
Adil bir biçimde adalet dağıtmayan yargı siyasal iktidarların parçası haline gelir.
Bu bağlamda siyasal iktidarların çıkarlarına hizmet edecek yargı yerine toplumun çıkarlarına göre yargı oluşturulması kaçınılmazdır.
Avukat Özge Özdemir ile ülkemizdeki hukuksal sorunlar kadın, çocuk cinayetleri, tecavüzler ve uygulanan cezalar üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi beğenerek okuyacağınızı umuyoruz.
İyi Okumalar
Sizi tanımayanlar için kısaca Özge Özdemir’i nasıl anlatırsınız?
Merhaba ben uzman arabulucu avukat Özge Özdemir. Sekiz yıldır İstanbul barosunda avukatlık mesleğini icra etmekteyim. Değişik hukuk uyuşmazlıklarında taraf vekilliği görevi üstlendim aynı zamanda uzman arabuluculuk mesleğimi halen yürütmekteyim. Erdemli her davranışı kendime ahlak edinen ilkeli sade bir vatandaş olarak kendimi tanımlayabilirim.
Avukatların mesleki olarak ne gibi sorunları oluyor Ve Baro nasıl çözüyor, çözebiliyor mu? Ya da çözülmeyen sorunlar olabiliyor mu?
Avukatlık mesleği özü gereği geçmişten bugüne sosyal bir misyon yüklenmiştir. Mesleğin icrası sırasında farklı kişilerle karşılaşmaktayız. Taraflar kimi zaman avukatı dosyanın tarafı olarak hedeflerine koymakta ve husumet beslemektedir. Ne yazık ki; bu sebeple, görevi başındayken öldürülen nice meslektaşımız olmuştur. Onları da buradan büyük üzüntü ve rahmetle anıyorum. En büyük sorun ise; kamusal faaliyet güden bir meslek mensubu avukatın, mesleği sebebi ile öldürülmesidir. Bu vahim olaylara gün geçtikçe daha sıklıkla rastlanmakta. Avukatlık mesleğinin itibar ve güven iadesine ihtiyacı vardır. Son zamanlarda mesleğin gereklerini yerine getirmeyen, ne yazık ki; etik kurallara aykırı hareket eden meslektaşların da mesleğin itibar ve güvenini zedelediğini duymaktayız. Bu duruma sebebin, meslek etiği hususunda başlangıçtaki eğitimi vermeyen eğitim kuruluşlarının ve aynı zamanda meslek ettiğine uygun hareket edilmemesine ses çıkarmayan baroların olduğu kanaatindeyim. Geçen süre içerisinde yaşam gayemizin kazanç sağlamak, dünya ve ülkemiz koşullarının bu amaca evrildiğini göz önünde buldurduğumuzda avukatın yeterli kazanç elde edemediğini geçim sıkıntısı çektiği, bu sıkıntıya aynı zamanda mesleğin tehlikesi ve stresin eşlik ettiğini görebilmekteyim. Bu haliyle ne yazık ki son zamanlarda avukatlık mesleğini icra etmekten vazgeçen bir işletme kurup hizmet sektörüne bu kanaldan atılan nice meslektaşlarımız olmuştur. Ayrıca Ruhsatlarını yeni almış meslektaşlarımızın asgari ücret ile ağır şartlarda çalışmış olduğunu duyuyoruz bunlar mesleğin belli başlı sorunlarıdır. Serbest meslek mensubu olarak çalışan avukatların işçi statüsünde olduğu bir değil birden fazla işvereninin bulunduğu avukatlığın stresli bir meslek olduğu ortadadır. Bir de mesleğin adliyelerde duruşma bekleyerek ömrü tüketen yönü vardır. Yargılamada hedef süreleri riayet edilmemesi dosyaların üst mahkemelerde geçen süresi kaybolan menfaatlerin sorumlusu olarak avukatın tutulması bir diğer meslek sorunudur. Baroların burada yüklenmesi gereken görev ise öncelikle katılımcı bir yapıya sahip olması her üyesinin ihtiyaçlarına karşılık verebilmesidir. Üyesi bulunmuş olduğum İstanbul Barosu’nun bu konuda eksik kaldığını üzülerek belirtmekteyim. Bugün yaklaşık 65.000 üyesi bulunan İstanbul barosu yapısı itibari ile en güçlü barodur. Öncelikle avukatın adalete erişimi, hakları ve mesleki sorunları konusunda baromuzun yetersiz kaldığını düşünmekteyim. Bu anlamda ekim ayında yapılacak olan baro seçimlerinde birden fazla grup bir araya gelerek baroyu yönetmeye talip olacak. Seçim sonrası bu sorunlara çözüm getirilmesini dilemekteyim. Baro içerisinde sadece bir kesimin değil; her kesimin sesini duyacağını birlikte üretmek birlikte tartışmak ve karar almak adına katılımcı bir baro yönetimi oluşturacağını umut etmekteyim. Avukat edinmiş olduğu görev tanımı içerisinde her zaman Yargının sacayağı siyasetin ise kırbacı olabilecek adaletli bir duruş sergilemektedir. Bu haliyle Türkiye Borlar Birliği’nin yürütmenin hukuksuz tutumlarının siyasi haksızlıklara ilişkin denetçisi konumunda olduğunu ve imkân dâhilinde sorunlara hukuki çözüm getirmek adına söylemleri 0lduğunu düşünmekteyim.
58 Baro Başkanlarının 2020 Yılında Ankara girişi neden engellenmek istendi?
80 baro bir araya gelerek engellenen geçişlerle ilgili bir sonuç bildirgesi yayınlamıştır avukatlık kanununda baroların yapıları ve seçim sistemlerine yönelik yapılan değişiklik ne yazık ki; avukatlık mesleği, seçilmişlerin, TBB ve Baroların yokluğunda yapılan ihtiyaca karşılık gelmeyen düzenlemelerine kurban edilmiştir. Ayrıştırıcı bir düzen oluşturulmuştur. Bu anlamda bir araya gelen barolar kamuoyu oluşturmak istese de anayasal hakları olan bu davranışları engellenmiş bu ülke vatandaşı olan meslektaşların ülke içerisindeki serbest dolaşımları dahi engellenmiştir.
Geçtiğimiz yıllarda mevcut Baro ’ya karşı yeni Barolar kuruldu. Geldiğimiz noktada kurulan yeni Baroların başarı şansları nedir? Neden Baro içinde kalmadılar böyle bir oluşuma gittiler?
Yargı, hiçbir zaman yürütme erkinin bir parçası olmamıştır. Yargı mensubu avukatlar bağımsız, eğilmez bir yapıya sahiptir. Her dönem hedef alınan ve kabz altına alınmak istenen yapılar öncelikli olarak bölünmek ardından yönetilmek istenmiştir. Bu haliyle bölünen yapıların bölen yapılardan daha güçlü olduğu geçmişten gelen yüksek iradeleri temsil ettiği, bölünen köklü baroların Bölen yapılara nazaran daha güçlü şekilde faaliyetlerine devam ettiği açıkça görülmektedir. Her görüş karşıtını bulurken çok sesli yapıya sahip köklü barolar bu yapıları ile üye sayılarını günden güne arttırmaktadır. Neden mevcut barolar içerisinde kalmadıkları sorusuna cevap verebilecek konumda olmadığım için bu soruya cevap verememekteyim.
Çocuklar ve kadınların öldürülmesi, cinsel tacizler, tecavüzlerin artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Önlemek için neler yapılmalı?
Aslında öncelikli olarak bu sorunları psikolojik ve sosyal yönleriyle değerlendirmek gerekir. Ne yazık ki; çocuk cinayetleri kadına şiddet ve cinsel saldırı suçları bugün artmış değil; geçmişten bugüne var olan bir kriminal durumdur. Sosyal medyanın etkin olarak kullanılması kamuoyu oluşturulması ve bu sorunlara halkın daha güçlü şekilde kolektif bir bakış ile eğilmesi bu sorunların gözden kaçmadığını ortaya koymaktadır. Hali ile halk, bu olayların benzerlerini görmezden gelmemiş ve habercisine kaynağını araştırması noktasında yardımcı olmuştur. Yayılan bu durum aslında tepki ile benzer olayların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu inanılmaz güzel bir durum nitekim Adalete erişim noktasında ne yazık ki ideallerimize aykırı şekilde engeller yaşanmakta, bunun önüne geçmek adına halkın sosyal medya kanallarını dahi kullanarak bunu ortaya koyması büyük önem taşımaktadır. Kadının zayıf olan sosyal statüsü, çocuğun savunmasız yapısı, kendisine karşı yapılan tehdidin şiddetini de aynı oranda arttırmıştır. Hukukta önleyici tedbirler aynı zamanda suçun meydana gelmesinden sonra caydırıcı yaptırımlar bulunmaktadır. Bu iki düzenlemede de ne yazık ki kanun koyucunun büyük eksiklikleri olduğu gibi yargının suçu ele alış biçimleri ve cezaların uygulanması noktasında büyük hak kayıpları yaşanmaktadır. Suçu ispat oluncaya kadar herkes masumdur. Kesinlikle ceza yargılaması temel ilkesi haline gelmiş olan bu ilkenin kötüye kullanımı her aşamada karşımıza çıkmaktadır. İspat için yetersiz kalan iddia makamı delilleri toplamak konusunda maalesef ki geç kalmakta hızlı aksiyon alamamakta bir iddianamenin oluşumu dahi uzun süre almakta haliyle suçlu lehine yargılamalar yürütülmekte ve bu cezasızlık karşısında erkek hegemonya Bir ülkede bu olaylar artarak yaşanmaktadır.
Son olarak Diyarbakır’da Narin Güran’ın öldürülmesi halen sır perdesini koruyor. Ama AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız. Konu çok hassas olduğu için onları da çok fazla üzecek bir şey söylemek istemiyoruz” Ve daha sonra“Narin’in görmemesi gereken bir şey gördüğü için,…” Bu açıklamaları hukuksal olarak nasıl görmeli?
Biz hukukçular medyada mevcut argümanlar üzerinden hukuki yorum yürütmez iken bir milletvekilinin bu yöndeki söylemlerinin hukuki olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca dosyanın seyri açısından milletvekilinin tanık sıfatına sahip olduğunu söylemek mümkündür. Tanık, beş duyu organı ile olayın yaşandığına tanıklık etmektir. Burada milletvekilinin bildiği hususlar delil veya delil başlangıcı olabilecekken suç ve suçlu gizlenmekte deliller saklanmaktadır. Kimi zaman tanıklar, Bildiklerini söylememenin sebebi olarak iftira etmek istemediklerini belirmektedir. Sebep iftira suçuna sebebiyet vermemekse; bir olgunun söylenmesi elbette beklenemez ama bir olayın aydınlatılmasında kilit hususlar ise gizlenmemesi yargılamanın salahiyeti için büyük önem arz etmektedir. Bu halde iftira suçunun da oluşmayacağını belirtmek isterim. Burada aslen görevi gereği gücünü millet iradesinden almış milletvekilinin, bildiklerini bütün açıklığı ile yargı mercileri önünde ortaya koyması savunmasız küçük bir canın ruhunun rahatlamasına yardımcı olacak hukuken de bir olayın çözülmesine adalete olan güvenin artmasına yardımcı olacaktır.
Ayrıca gündemin çok hızlı değiştiği ülkemizde, toplumun sanal yas tutmanın ötesine geçmesi gerektiği gerekirse sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, üniversiteler ve basın temsilcileri tarafından olayın takibinin yapılması ve araştırmaların derinleştirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu tür trajedilerin bir daha yaşanmaması için gerekli önlemleri almalı ve farkındalık yaratmalıyız. Narin cinayeti, arama çalışmaları, köydekilerin sessizliği, ailenin köydeki
hâkimiyeti ve iddia edilen bu yakınlık ile yargının bağımsızlığına etki edecek bu söylemler Türkiye’deki çok ciddi bir sorunu ortaya koymaktadır.
Yazımız içerisinde birden fazla kadın cinayeti ve istismar, cinsel saldırı ve şiddet olaylarına yer verildi. Bu olayların yaşanmış olduğu zaman periyodu son 2 aya rasgelmektedir. Çatısından her yerinden kan damlayan Ülkemizde çocuklara yönelik şiddet vakalarının ve çocuk cinayetlerinin sayısında kaygı verici bir artış olduğunu görmekteyiz. Sayısal verilere göre son beş yıl içerisinde Türkiye genelinde yaklaşık 250’den fazla çocuk cinayeti işlenmiştir. 2023 TÜİK verilerine göre 26 bin çocuk saldırı mağduru, 134 bin çocuk yaralama mağduru, 10 bin çocuk tehdit mağduru, 20 bin çocuk kaçırılma, ihmal ve kötü muamele mağduru, 30 bin çocuk diğer suçlardan kaynaklı mağdur. 220bin çocuğun mağdur olduğu ülkemizde geleceğe umutla bakmanın mümkün olmadığını hepimiz anlayabiliyoruz. Deprem dönemi kaçırılan aynı zamanda mağdur edilen onlarca çocuğun, akıbeti daha belli değilken; denetimsizlik ve güvensizlik içerisinde bir de devlet erkânının bu söylemleri güvensizlik duygusunu ziyadesiyle perçinlemektedir.
Milletvekilinin bildiği sırrı yetkililer bilmiyor olabilir mi? Bu sır neden açıklanmıyor?
Bütün ilişkilerin yetkililer tarafından bilinmesi gerekmez. Ama hukuka aykırı bütün sırların ortaya çıkarılması yargının işidir. Bilen bildiğini suçun ve suçlunun ortaya çıkması için söylemek ve bildirmek zorundadır. Bunu bilen bir milletvekili veya vatandaş olabilir. Hepimiz asgari ölçülerde ihbar yükümü altındayken bir milletvekilinin millet iradesini en iyi şekilde temsille, toplumsal çürümenin önüne geçerek önlem alması ve toplumsal tedbir uygulaması gerekmektedir. Yetersiz infaz yasaları sebebi ile caydırıcılığı bulunmayan ceza yöntemleri toplumu bu hale getirmiştir.
Ve Tekirdağ’daki küçük Sıla’ya tecavüz! Toplum ahlak olarak nereye gidiyor? Neden bu kadar yaygınlaştı?
Toplum, sosyologların belirttiği gibi bir çürüme yaşamakta bireylere yansıması da ne yazık ki; ekonomik değil, kriminal olaylarla gerçekleşmektedir. Sosyal çürümenin yaşandığı bu dönem geçmişten gelen olgunlaşan bir evredir. Sadece bugün ile bağdaştırmak doğru olmayacaktır. Burada özellikle tartışılması gerekenin birey- toplum- devlet olabilmenin çekirdek yapısı olan bireyin gelişimidir. Aile – akraba ilişkileri karmaşık şekilde yapılanmakta, ebeveynlerin yönetimsizliği çocukların gelişimlerinde temel faktör haline gelmektedir.
2020 yılında kısmi afla tahliye edilenlerin de katıldığı suçlular salıverilmiştir. Bir felsefe yazarının da dediği gibi. “Ceza görmemiş bir suçtan daha cesaret verici bir şey yoktur”. Marques de SADE. İdeal toplum düzeninde devlet, koruyucu, kollayıcı, yol çizici otoritesiyle en üstte yer alır. Bu doğrultuda izlenen politikaların, suçu önlemek adına tedbirler ile ve gerçekleşen suçun aydınlatılması ve tekrarlanmaması adına caydırıcı cezalarla izlenmesi gerekmektedir. Bir annenin çocuğuna karşı gerçekleşen bir eylemi korku ile gizlemesi halinde suçun sadece annede olduğu düşünülemeyecektir. Bir diğer çocuğu olan annenin 57 yaşındaki ikinci eşle birlikte yaşamasına sebebiyet veren durumun ayrıca araştırılması gerektiği kanaatindeyim.
Büyük üstat Neşet Ertaş ın da dediği gibi , “kadın insan, biz insanoğlu” kadını korumaya alamayan bu doğrultuda koruyucu kollayıcı politika yürütmeyen idarelerin yargılamalarda sorumluluğu irdelenmemektedir. Bakanlıklarla ilgili eskiden gensoru verilirdi bakanlıkların düzgün çalışması nispeten de olsa sağlanırdı. Şimdi Narin Güran Cinayetinin araştırılması konusunda grupların önerisi reddedilmekte. Bu da nasıl bir politika izlendiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
Yaşanan onca kötü olaylara yazımı yazdığım sırada eklenen ve büyük acı duyduğum İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil cinayetleri aslında izlenen politikaların ne kadar yetersiz kaldığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Şiddeti önlemek konusunda devlet politikalarının yanlış işlediği aşikâr. Suçun önlenmesi, şiddete uğrayanın suçtan, suçludan korunması ve cezalandırma açısından bütüncül şekilde hareket edilmesi gerekmekteyken bugün suç meydana geldikten sonra harekete geçilmekte ve infaz yasaları ve ceza sisteminin eksiklikleri sebebi ile bu tip suçların işlenmesinin önüne geçilememektedir. Katil Semih Çelik, daha 19 yaşında hayata yaşama ve geleceğe yönelik umutlarının kalmadığını bir videoda anlatıyor. Ölüme dahi yalnız gitmek istemediğini ve İkbal’i öldürmek istediğini bu çabasının o gün için başarısız olduğundan bahsediyor. Bir yıl önce çekilen bir videoda “bu hayattan çıkarken can almak istiyorum, bu insanın sen olması daha değerli kalbini çıkartmak gözlerini orasını sen biliyorsun ….”diyor. Bu videonun analizi ve hatta Semih Çelik’in önleyici politikalarla rehabilite edilmesi mümkünken harekete geçmek için olayın yaşanması beklendi. Çocuklarımızın hayatına ekilen belirsizlik, değersizlik, tatminsizlik duygusu onları sanal aleme itiyor.
Semih çelik intihar etmeseydi ne olacaktı. Yargıya güvenin azaldığı ülkemizde katil, cezalandırılacaktı ama adalet sağlanamayacaktı. Bu şekildeki bir suçlu olay yaşanmadan rehabilite edilseydi suç işlemeyecekti; bu tip suçlular ne yazık ki; olay yaşandıktan sonra rehabilite edilemez topluma kazandırılamaz. Yaşanan onca olay sebebiyle sürgün yasasının geri getirilmesi gerektiği inancına sahibim. Ama en önemlisi, madde kullanımındaki artışın önüne geçilmesidir. Özellikle çözüme ulaştırılması gereken dumanlı kafaların saf görü almasını sağlamak oksijen ile beslemek gerekmektedir. Yaşanan şiddet eylemlerinin genelinin temelinde madde kullanımı ile sanal ortamın soyutluğunun birleştiği görülebilecektir.
Konunun başına dönmek gerekirse, Polis Memuru Şeyda Yılmaz’ı şehit eden suçlu, suç makinası olarak yetişen bir çocuktur. Bu çocuğun madde kullandığı yetkililer tarafından bilinmekte iken potansiyel suçlu olduğu bilinmekte iken ve hatta aranması var iken dışarıda olması yargının ve denetim mekanizmasının geldiği noktayı açıkça gözler önüne sermektedir. Aslında bu tip şiddet ve suçların araştırma aşamaları büyük öneme sahiptir. Özellikle failinin çocuk olduğu suçlarda Çocuk İzleme Raporlarında, düzgün raporlamalar yapılabilse ve ıslahı mümkün olmayan ve entegre edilemeyen kimselerin bu anlamda topluma kazandırılmaksızın soyutlanması suç oranlarını azaltacaktır. Yargının geldiği noktada idam cezasının gelmesi asla düşünülemez zira bu yetki eline geçtiğinde bunu kötüye kullanabilecek kimselerin aleti haline gelebilecek bir cezalandırma yöntemi de düşünülemez.
Bu sebeplerle, Kadına ve çocuğa karşı gerçekleşen eylemlerin politik olduğu kanaatindeyim.
2015 Yılında Konya’daki Ensar Vakfı’nda taciz olayları yaşandığında dönemin Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu Şöyle demişti : “Bir kereden bir şey olmaz” Yine o dönemde Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “ Küçüğün rızası var” Söylemleri toplumu bugünlere taşımış olabilir mi?
Yukarıda da belirttiğim gibi bu olayların yaşanması yanlış politikaların izlenmesi neticesinde yaşanmaktadır. Bir kere, bağımlılığa iten başlangıç hareketidir. Aile bakanının bir kere olması ihtimaline karşı harekete geçmesi gerekmekteyken bu gibi söylemlerde bulunması tabi ki toplumu bu hale getirmiştir.
Çocuklara yönelik cinsel istismarı ve kadınlara yönelik şiddeti önlemede ihmali bulunduğu gerekçesiyle Bakan Ramazanoğlu hakkında gensoru önergesi MHP ve AKP milletvekillerinin oyları ile reddedildi. Aslen bu ihmale karşılık istifası beklenen bir bakanın o sandalyeyi işgal etmesi aslen politikaların ne kadar eksik denetimin yetersiz ve yargının geldiği noktayı açıkça gözler önüne sermektedir. İhbar alan bakanlığın ihtimal halinde dahi hukuki açıdan hemen bildirimde bulunması gerekmekteyken ihmali davranışları, hareketsiz kalması ile bu eylemlerin artmasına sebebiyet verdiği ortadadır.
Dönemin adalet bakanının avukat olması ve hukuki yorum dahi denilemeyecek bu söylemlerinin kanun lafzında ve hatta hukuk etiğinde dahi yeri yoktur. Cinsel suçlarda rıza kavramının detaylı değerlendirilmesi gerekmektedir. Küçüğün rızasının olması hali ise asla suçu ortadan kaldıramaz. Öncelikli gruplara( engellilere, yaşlılara, çocuklara ) karşı işlenen suçta her iki bakanlığın mekanizmalarının bu grup bireyler lehine öncelikli hareket etmesi ve suçu önlemesi gerekmekte iken aksi yönde yapılan yorumlar bakanlıkların tanımları dışında ve yüklendikleri misyon harici hareket ettiğini göstermektedir. Zira burada işlenen suç kamu düzenine karşı işlenmiş sayılmaktadır. Toplumun düzenini ve huzurunu bozacak güvenliğini zedeleyecek bir suçta kurumların davalara müdahil olarak suçtan zarar gören yanında yer alması gerekmekte iken; fail lehine yorumlarda bulunması hukuki açıdan gelinen noktayı gözler önüne sermektedir.
AYM kararlarını alt mahkemeler neden uygulamıyor? MHP Lideri zaman zaman “AYM kapatılmalı” ? Diyor. Size göre böyle bir şey mümkün mü? Size göre evrensel hukuk mu? Ya da iktidarlara göre Anayasa olur mu?
Yargıtay ilgili daireleri anayasa mahkemesinin üst mahkeme olmadığı, yetkisini aştığı yorumu ile kararları uygulamamaktadır. Anayasa mahkemesi soyut norm denetimi, somut norm denetimi yapmakta ve 2012 senesinden beridir bireysel başvuruları karara bağlamaktadır. Sanığa, mağdura, davalı, davacıya hangi sıfatla olursa olsun dosyaya taraf olan kimselere verilen haklar ilke halinde anayasada sayıldığı gibi anayasaya uygun şekilde eşit şekilde uygulanmalıdır. . Buna uygun hareket edilmemesi halinde bireysel başvuru ile denetleme yapılması Anayasa Mahkemesinden talep edilebilecektir. Talep neticesinde verilen karara bütün merciilerin uyması zorunludur. Zira Anayasal denetim yapılmaktadır. Bugüne kadar uyulan Anayasa mahkemesi kararlarına bu aşamada uyulmaması açıkça Yargıtay tarafından gerçekleştirilen hukuki bir ihlaldir. Ayrıca Yargıtay ilgili ceza dairesi anayasa da anayasa mahkemesinin dahi kanun koyucu yerine geçip dolduramayacağı boşlukları terör yorumu ile doldurmak isteyerek yetki aşımına yol açmaktadır.
MHP Lideri zaman zaman “AYM kapatılmalı” ? diyor. Size göre böyle bir şey mümkün mü? Sorusunun yanıtını vermeden önce yaşanan tartışmayı değerlendirmek isterim. Burada yargısal aktivizmden bahsetmek mümkündür. Anayasa yargısının benimsenmiş olduğu ülkelerde Anayasa Mahkemesinin önüne gelen birçok sorunun siyasi niteliğe sahip olması sebebi ile mahkemeler ile siyasiler arasında çatışmalar meydana gelmektedir. Anayasal meselenin muhtevasını iki temel konu oluşturmaktadır. 1) Devletin teşkilât ve yapılanması ile alakalı hükümler 2) Temel hak ve hürriyetler ile alakalı hükümler. Bu hali ile anayasal denetimin hem siyasi hem de hukuksal yönü bulunmaktadır. TEZİÇ, anayasa kitabında ; “Anayasa, devlet iktidarını sınırlayan, hak ve hürriyetleri teminat altına alan bir belge niteliğine sahip olması itibariyle “siyasî bir tercihi” yansıtmaktadır. Anayasanın, devletin teşkilat yapısını düzenleyen normları sebebiyle devletin statüsü olması ise onun “hukuki niteliği”ni yansıtmaktadır” demektedir. Hali ile yapılan yargılamada, temel anlamda yetki dahilinde hukukilik denetimi yapılmaktadır. Anayasa maddelerinin siyasi yön teşkil etmesi yargılama neticesinin siyasi olduğu anlamına gelmemektedir. Tamamen hukuki denetim ile yerindelik denetimi yapılmıştır. Verilen kararların ideoloji eksenli yorumlanması halinde çatışmalar doğmaktadır. Anayasa mahkemesi , . 1962 senesinden beridir gücünü, kuruluş amacını Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sından alan bir yargı merciidir. Yargı kolları anayasa yargısı ve adli yargı olarak ayrılmaktadır. Adli yargıda en üst karar mercii olan Yargıtay Genel Kurulu’dur. Her iki yargı kolunun denetimi ayrı görünse de temelinde Anayasa’ya aykırı herhangi bir kanun maddesinden bahsedilemeyeceğinden genel mahkemelerin Anayasa Mahkemesinden verilecek kararlara riayet etme zorunluluğu bulunmaktadır. Örnek vermek gerekmekteyse; adil yargılanma hakkı AİHS 6. maddesinde Anayasa’nın 36. Maddesinde düzenlenmiştir. Genel yargı mercileri önünde yargılaması yapılacak kimselerin nasıl yargılanması gerektiği anayasal olarak düzenlemeye alınmış ve anayasaya uygunluk denetimi yapan kurumun buradaki ihlalleri yargılayarak karara bağladığı hepimiz tarafından bilinmektedir. Şimdi 1961 anayasası ile gelen ve uzun yıllar boyunca işlevini sürdüren bu mekanizmanın yürütmenin çıkardığı yasalar ve genel yargının verdiği kararlar üzerindeki denetimi neden tartışılmakta asıl sorulması gereken sorunun bu olduğu kanaatindeyim.
Ayrıca 2014 senesinde “iyi ki Anayasa Mahkemesi vardır” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli bugünkü kapama söylemlerini anlayabilmek mümkün değildir. Ne yazık ki bu ihlalin, bir müeyyidesi de bulunmamaktadır. Hukuki açığın olduğu noktada hiyerarşi çöker ve boşluk kötü şekilde kullanıma açık hale gelir yaşanan durumun bu olduğu kanaatindeyim. Siyasilerin hedefi haline gelen Anayasa Mahkemesi, anayasal denetim ve evrensel yasaların uygulanmasının denetimi açısından yaptırımdan yoksun olduğundan ve ancak tazminat kararları ile süreci sonuçlandırabildiğinden işlevsiz hale getirilmektedir. Kapatılması yeni bir anayasa ve anayasa değişikliği ile mümkündür yalnız bir parti liderinin söylemleri veya mevcut koşullarla bunun gerçekleşmesi mümkün değildir.
AHİM kararlarına rağmen cezaevinde bulunan siyasetçiler, serbest bırakılmıyor. AHİM’ de birikmiş dosyalar her geçen gün artarken Türkiye hukuk açısından nereye gidiyor? Bu süreç nereye doğru evrilir?
AİHM yapılan başvurularda aleyhe kararlar alınmaması ve yaptırımlar uygulanmaması adına 2012 senesinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açılmıştır. Insan hakları ihlallerinin varlığının denetimi açısından açılan bağımsız Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruların yanıt vermemesi ve uygulanmaması sebebi ile mağdur taraflar AİHM başvurmaktadır. İktidarın, yapılan yargılamanın ülkenin egemenlik meselesi olduğu gerekçesiyle “Tanımıyoruz, bizi bağlamaz” dediği AİHM kararına, uymasını zorunlu kılan AİHS maddesi bulunmaktadır. AİHS 46. Maddesinde taraf devletler, AİHM kararlarına uymayı taahhüt etmektedir. Kararların yerine getirilip getirilmediği konusunda bir denetim mekanizması yer almaktadır. Denetimde görev alan hukukçular, bu kararların yerine getirilip getirilmediğini inceliyor. Kararların denetlenmesinden, yerine getirilmeyen bir karar varsa, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne kararın yerine getirilmediği bildiriliyor. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin alt düzeydeki birimlerinden olan Delegeler Komitesi, siyasi olarak AİHM kararlarının yerine getirilmesinden sorumlu birim. Bakanlar Komitesi her yıl dört kez toplanıyor. Toplantıda Bakanlar Komitesi, kararın yerine getirilmemesinden dolayı sözleşme hükümlerine göre bazı tavsiye kararları alıyor. Alınan tavsiye kararları Avrupa Konseyi’ne bildiriyor. Avrupa Konseyi de bu kararlarla ilgili yaptırım kararları alabiliyor. Bu yaptırım kararlarının sözleşmeye taraf her ülke tarafından mutlak surette yerine getirilmesi gerekiyor. Bu yaptırımlar kimi zaman siyasi, kimi zaman ekonomik olabiliyor. En ağır yaptırım kararı, ülkenin Konsey’den çıkarılması oluyor.
Türkiye ye karşı uygulanan yaptırımlar çoğunlukla ekonomik olmakla Türkiye’nin konseyden çıkarılması halinde büyük hak kayıplarına uğranılacağı aşikârdır.
.