“Çocuk demek ışık demek
Renk demek gelecek demek
Çocuk demek tohum demek
Fidan demek gelecek demek” demişti şair.
Mustafa Kemal Atatürk ise, “Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu, yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir.” dememiş miydi?
Doğum adı Johanna Louise Heusser, bilinen adıyla Johanna Spyri olan İsviçreli yazar, 53 yaşındayken bizlerle İsviçre’nin karlı dağlarla çevrili yemyeşil çimenlerinin üzerinde “çıplak ayaklı” minik Heidi’yi tanıştırmıştı.
Alpler’de ordan oraya herkesin yardımına koşan o kırmızı yanaklı yardımsever Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?
Her ne kadar izleyici üzerinde sempatik bir etki yaratmış olsa da Heidi’nin “çıplak ayakları” bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun bir simgesiydi.
Farklı bir deyişle o “çıplak ayaklar”, Verdingkinder’i, dilimizdeki karşılığı ile “sözleşmeli çocuklar” veya “sözleşmeli çocuk işçiler”in simgesidir.
Detaylı bir anlatımla, İsviçre’de 1789 yılında “14 yaşından küçük çocukların” fabrikalarda çalışmaları yasaklanmasına rağmen, “çocuk sömürüsü” için yeni bir kapı açılmıştı.
Böylelikle İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk emeğinin acımasızca sömürüldüğü dünyada eşi benzeri olmayan bir örnek oldu.
Boşanan ya da devlete borcu bulunan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilisenin aracılığıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştiriliyordu.
1974 yılında ise yasa yoluyla kaldırılan bu uygulamaya rağmen, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere “kiralık” olarak veriliyor veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, daha dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için “satışa çıkarılıyordu”.
“Çocukların satılmasından” itibaren, onları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmuyordu.
Zira bu çocuklar toplumun gözünde suç işlemiş, boşanmış, fakir düşmüş ailelerinden kurtarılmışlardı(!)
…ve o kurtarılmış(!) çocukların çuvaldan giysileri ile çoğu zaman aç biilaç ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşıyor olmaları toplum tarafından da son derece olağan bir şekilde algılanıyordu.
Oysa bütün bunlar düpedüz “kölelikten” başka bir şey değildi.
Hatırlayanlarınız vardır, bir zamanlar literatürümüzde “besleme” gerçeği vardı.
Sözlük anlamına baktığımızda ise besleme sözcüğü, “evlatlık olarak alınarak ev işlerinde çalıştırılan kız, yatılı hizmetçi” olarak karşılık buluyor.
Günümüzde örneğine pek rastlanmamakla birlikte “besleme almak” genellikle Anadolu’da varlıklı ailelerin bir özelliği olmuştur.
-Her nedense- saçları özensiz kesilen beslemelerin saçları için “besleme saçı” tanımı kullanılırdı.
Ne tesadüftürki(!) İsviçre Alp’lerindeki Heidi‘nin saçı da o özensiz kesilmiş hali ile ”besleme saçnı” ta kendisidir.
Aşk, acı ve yoksulluktan beslenen Türk Sinemasında da “besleme” konusun sıklıkla işlendiğine tanık olduk.
- Aşkın Saati Gelince (Nejat Saydam, 1961),
- Kanlı Nigâr (Ülkü Erakalın, 1968),
- Kınalı Yapıncak (Orhan Aksoy, 1969),
- Kopuk (Vedat Türkali, 1972),
- Açlık (Bilge Olgaç, 1974),
- Cihan Yandı Kanlı Nigâr (Memduh Ün, 1981),
- Fazilet (İrfan Tözüm, 1990),
- Asılacak Kadın (Başar Sabuncu, 1990),
- Kız Kardeşler (Emin Alper, 2019) filmlerinde “beslemeler” varlık kazanmıştır.
Bu dünyada ister Verdingkinder, ister “besleme” olsun bir bireye yapılabilecek en büyük zulüm onu bir başkasının vicdanına teslim etmektir.
Yeryüzünde kusursuz, mükemmel bir sistem veya bir ülke var mıdır dersiniz?
Kesinlikle yoktur.
Kimi ülkelerin sorunlarını çözebilecek yasaları, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi enstrümanları varken, kimi ülkeler bu imkanlardan yoksun kalmaktadır.
Ne üzücüdür ki Türkiye enstrümanları yetersiz olan ülkelerden biridir.
İnsanlar unutsa da tarih unutmuyor…
Yeri gelmişken Samsun’un Bafra ilçesinde her yıl Mayıs ayında kurulan ve kamuoyunda “Kiralık Çocuk Pazarı” olarak adlandırılan “pazar” uygulaması skandalını hatırlatmak isterim.
Söz konusu skandal 1998 yılında Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yürütülen çalışmalarla durdurulmuştu.
TKV’nın 1991‘de bölgede “çocuk kiralama” sorunu yaşanan köylerde yaptığı araştırma sonucunda, orman köylülerinin, 10-14 yaşlarındaki çocuklarını, 4-5 ay süreyle başta Samsun‘un Bafra ilçesi olmak üzere, Devrek, Alaçam, Saraydüzü, Küre ve İstanbul‘daki kişilere kiraladığını ortaya koymuştu.
Sebebi her ne olursa olsun, Türkiye’nin onayladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesi, 18 yaşından küçük herkesi “çocuk” olarak tanımlamaktadır.
ILO ise, 15-24 yaş grubunu genç işçi; 15 yaşın altında aile bütçesine katkıda bulunmak ya da yaşamını kazanmak amacıyla çalışanları “çocuk işçi” veya “çalışan çocuk” olarak ifade etmektedir.
4857 sayılı İş Kanunu’nda da, 15 yaşına kadar olanları “çocuk işçi”, 15-18 yaş arasında olanları “genç işçi” olarak kabul edilmektedir.
Geri kalmış ülkelerde geleneksel ailelerin çocuğa yüklediği anlam, çocuğun “anne-baba için ekonomik bir güç ve hastalıkta, yaşlılıkta bir sigorta olarak görülmesi” yönündedir.
Batı ülkelerinde ise çocuk ebeveyn için daha çok “duygusal doyum kaynağı” olarak algılanmakta, “çocuğun yetişmesi, geleceğe donanımlı hazırlanması” ön plana çıkmakta ve küçük yaşta çalışma gibi sorumluluklardan uzak tutulmaktadır.
Bu tanımlamalar ışığında ülkemizdeki çocukların çalıştırılması, tamamen duygusal(!) bakımdan hangi kategoride yer aldığına varın, siz karar verin.
Dünya tarihi bu tür çocuk dramları ile doludur.
Günümüzde dünya genelinde halen 5-17 yaş aralığında 160 milyondan fazla “çocuk işçi” bulunurken, bunlardan yaklaşık 80 milyonu tehlikeli şartlarda çalıştırılmaktadır.
Çin, Endonezya, Hindistan, Kongo, Kuzey Kore, Nijerya ve Pakistan, “modern köle” olarak tanımlanabilecek kişilerin sayısının yüksek olduğu başlıca ülkeler arasında yer almaktadır.
Oysa Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi, toplam beş maddeden oluşan çocuk hakları alanında kabul edilmiş ilk uluslararası yasal belgedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası çocukların daha özenli korunması ihtiyacından yola çıkılarak hazırlanan bildirge, 1924 yılında kabul edilerek Milletler Cemiyeti’ne üye devletlerin imzasına sunulmuştur.
Bildirge Türkiye’de ise Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1928 yılında imzalanmıştır.
Bildirgede;
- Çocukların sağlıklı ve güvenli bir ortam içerisinde yaşaması,
- Bir felaket anında çocuklara öncelik verilmesi,
- Çocukların her türlü istismara karşı korunması konularına vurgu yapılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Milletler Cemiyeti’nin geçerliliğini yitirmesi sonucu Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’nin herhangi bir yaptırımı kalmamıştı.
Ancak 1989 yılına gelindiğinde Birleşmiş Milletler (BM) tarafından dünya genelinde özellikle savaş, yoksulluk, açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü coğrafyalarda yaşam mücadelesi veren çocukları korumak, koşullarını iyileştirmek, çocukların karşı karşıya kaldıkları hak ihlallerini gündeme getirmek amacıyla 20 Kasım tarihi “Dünya Çocuk Hakları Günü” olarak belirlenmiştir.
Türkiye, çocuk haklarına öncelik vereceğini taahhüt ederek sözleşmeyi 1990’da imzalamış, 1994’te onaylamış ve 1995 yılında Resmi Gazete’de yayımlayarak ilan etmiştir.
Türkiye 1995 yılında Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni bazı önemli maddelerine çekince koyarak çocuklar arasında etnik köken, din ya da kültüre dayalı ayrımcılık yapılmasını meşrulaştırmıştır.
Ne var ki Türkiye’de çocuk haklarına yönelik olarak ortaya çıkan karanlık tablo, çocuk haklarının ülkemizde sadece kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.
Eğitim ve yaşam hakkı başta olmak üzere, Türkiye’de çocukların en temel haklarının tehdit altında olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Çocuk haklarının, aynı zamanda insan hakları olduğu unutulmamalıdır.
Çocukların çocukluklarını yaşayabilmelerini sağlamak, onları her türlü fiziksel, duygusal, ekonomik ve cinsel istismardan korumak; anne, baba ve çocukların bakımıyla yükümlü olanların yanı sıra devlet ve toplumun ortak sorumluluğudur.
Çocuk Hakları Sözleşmesi temelinde demokratik, eşit, özgürlükçü politikalar üretilmeli ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne konulan çekinceli maddeler kaldırılmalıdır.
Tüm çocukların parasız, nitelikli, laik, bilimsel, kendi anadilinde kamusal eğitim alması için gereken adımlar atılmalıdır.
Verdingkinder tartışmasız İsviçre’nin utancıdır ancak bizim çocuklarımıza karşı utancımız da sorgulanmalıdır.
Çocuk kitapları yazarı Theodor Seuss nam-ı diğer Dr. Seuss’ün dediği gibi; “Yetişkinler sadece tarihi geçmiş çocuklardır.”