Günümüzde Avrupa kadının ruhunun olup olmadığı tartışıladururken, Türk kadınının İslâm öncesinde özgür ve erkekle eşit statüde olduğunu hatırlatmak gerekir.
Eski Türklerde, Hakan ile hatun yönetimde eşit düzeyde söz sahibi olduğu gibi hüküm sürmüş olan Tomris Hatun da unutulmamalıdır.
Gelin görün ki İslâm dininin benimsenmesi ile birlikte bu eşitlik bozulmuş ve Osmanlı döneminde kadın “kafes ardına / harem dairesine” mahkûm olmuştu.
1.Meşrutiyet’le birlikte kadınlar bu konumlarına itirazlarını yükseltmeye başlamış, dernekler kurup dergiler çıkarmışlardır.
Türk kadınının özellikle Kurtuluş Savaşı döneminde gösterdiği büyük fedakârlıklar, “muasır medeniyet seviyesi ”ne ulaşmayı hedefleyen Cumhuriyet rejiminde onun İslâm’la birlikte yitirdiği eşitliği yeniden kazanmaya layık olduğunu kanıtlamıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün iradesiyle girişilen bir dizi “devrim” (Tevhid-i tedrisat, Medeni Kanun ve nihayet önce belediye, ardından da genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkının tanınması…) ile birlikte Türk kadını tam eşitliğe kavuşmuştur.
Türk kadını “Seçme ve Seçilme Hakkı’na birçok medeni Avrupa ülkesinden bile önce kavuşmuş, böylece eşitlik süreci tamamlanmıştı…
(Öneri, 5 Aralık 1934‘te Mecliste görüşüldü. Yapılan oylamada, 317 üyeli Meclis’te, oylamaya katılan 258 milletvekilinin tamamının oyuyla değişiklik önerisi kabul edildi. Anayasanın 10. ve 11. Maddeleri değiştirilerek her kadına 22 yaşında seçme, 30 yaşında seçilme hakkı verildi.)
Bundan böyle yapılması gereken, Cumhuriyet’in “Kadın Devrimi’nin eğitim yoluyla köylere yayılması ve “irtica”ya karşı savunulmasıydı.
Ayrıca bugün Almanya ve Avusturya gibi ülkelerde hâlâ mücadelesi süren iş kanunları cabası!
1930 yılında “halk sağlığının korunması” amacıyla çıkarılan 1593 sayılı “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda ise çocuk ve genç işçiler ile gebe kadınların korunmasına yönelik hükümlere yer verilmiştir.
Sanayinin de gelişmeye başlamasıyla işçi ve işveren arasındaki ilişkileri kapsamlı olarak düzenleyecek bir kanunun çıkarılması ihtiyacı doğduğundan, 15 Haziran 1936 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 3008 sayılı İş Kanunu kabul edilmiştir.
Türkiye’de ilk kez sosyal sigortaların kuruluşu bu kanunla öngörülmüştür.
Atatürk’ün kalkınma stratejisi, gerçekleştirdiği büyüme oranları açısından çok çarpıcıydı.
Ekonomik kalkınma gibi birçok sorun için kaynak yaratırken, işçilere ve memurlara önemli haklar sağlaması, onların gerçek gelirlerini artırması açısından da çok önemli bir çalışma olmuştur.
Birçok ülkede ekonomik kalkınma için kaynak yaratılırken işçi sınıfı üzerinde yoğun bir sömürü ve baskı uygulanmışken, Türkiye’de bunun tam tersi yapılmıştı.
Daha Magna Carta ortada yokken İbni Fadlan seyahatnamesinde, “Türklerin tuhaf bir kavim” olduğunu ve “bir liderleri yok, biat etmiyorlar, varılan karara toplumun en alt sınıfından biri itiraz ettiğinde karar bozuluyor” diye yazıyordu.
“Demokrasi“nin ne olduğunu Magna Carta‘dan öğrenenler için tuhaf olabilir ancak İbni Fadlan‘ın seyahatnamesinde yazanlar doğrudan “demokrasi“nin ta kendisidir.
*Jean Paul Roux, Histoire des Turcs: Deux mille ans du Pacifique à la méditerranée (Türklerin Tarihi) adlı kitabındaTürklerin yönettikleri her ülkede her inanca hoşgörülü olduğunu, her dinden din adamına saygı gösterdiklerini ama devlet yönetiminde töreyi uyguladıklarını ifade etmiştir.
Laiklik ve sekülarizmin Avrupa kaynaklı olduğu ifade edilse ve bu ne kadar doğru olsa da bu olgular bize tam da tarihi geçmişimizde öğretilmedi mi?
Sonuç olarak, bizlere “Avrupa“dan olduğu öğretilen birçok değer ve erdeme, aslında tarihte verdiğimiz mücadelelerimizle sahip olduk.
Bugün Türkiye‘de mevcut bir demokrasi sorunu varsa, bunun nedeni eğitim sistemindeki “tek adamlık” rejiminin kutsayıcılığıdır.
Ayrıca süregelen bir laiklik sorununun nedeni ise çok eski çağlardan beri laikliğin Türklerde olduğunu öğretmek yerine “gavur icadı” olarak geldiğinin söylenmesidir.
İşte tam da bu nedenle ihtiyaç duyduğumuz tek şey gerçek tarihimize sahip çıkarak bu yolda sürdürürlüğümüzü eşitlik ilkesi çerçevesinde sağlamaktır.
6284 sayılı kanunun kaldırılmaya çalışılması ise Türk kadınını 1944 öncesindeki Fransa’dan, öncesindeki Japonya’dan, 1946 öncesindeki İtalya’dan, Arajantin’den, Meksika’dan ve 1971 öncesindeki İsviçre’den daha da geriye götürecektir.
Aile içi şiddete, töre cinayetlerine kurban giden kadınlarımızın sayısı her yıl binleri bulurken, yönetim kademelerinde, sivil toplum örgütleri içerisinde, çalışma hayatında kadının adı neredeyse yok.
Kadınların hukuki haklarını kullanması için yasal düzenlemelerle birlikte, hukuk kurallarını hayata geçirecek olan bireylerin de yeterli olgunluğa erişmesi ve uygun toplumsal kültürün oluşturulması gerekmektedir. Bu nedenle öncelik mutlaka, evrensel, eşitlikçi bir toplumsal kültür oluşturmak olmalıdır.
Kadını ikinci plana iten toplumlar, kendisini ayakta tutacak dinamiklerden birini kaybettikleri için çökmeye mahkûmdur.
askimtan@yahoo.com
*Kitapta özetle:
Kuzey ormanlarından çıkıp geldiler, cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar.
Önce bozkıra, sonra Çin içlerine ve sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi Garba doğru yayıldılar…
Türkler adıyla tarihe geçen bu boylar, aileler ve kavimler bütünü batılıların gözüyle çoğunlukla barbarlığın simgesi olsalar da Orta Asya’nın yüksek uygarlıklarından birini ve bazen küçük devletlerinin bazen de devasa imparatorluklarının sınırları dahilinde kültürler arası barışı ve huzuru tesis ettiler.
Bazen memluk, bazen efendi ve bazen de birbirlerinin en amansız düşmanıydılar.
O en baştan beri inandıkları dinlerinden hiç vazgeçtiler mi, ne kadar Budist ne kadar Hıristiyan ne kadar Yahudi ve ne kadar Müslüman oldular?
Tüm bu yüzyıllar boyunca tek arzuları, tüm o savaşlar, yağmalar, fetihler, din değiştirmeler ve sergilenen bilgelikler sadece barışa ve huzura kavuşmak için miydi?