Bir seçimi daha arkamızda bıraktık ve her seçimde olduğu gibi kazanan taraf mutlu, kazanamayan taraf ise üzgün ve “biz nerede yanlış yaptık?” sorusuna dair düzinelerce kritikler yapılıyor.
Ancak ortada bir gerçek varsa, o da siyasal yapının gitgide doksanlı yılların o çok parçalı kaotik çehresine büründüğüdür.
Kısaca hatırlamak gerekirse;
2002-2007: AKP-CHP
2007-2015: AKP-CHP-MHP (ve mecliste parti grubu kuran bağımsız Kürt Milletvekilleri ile üç buçuk partili)
2015-2018: AKP-CHP-MHP-HDP
2019: AKP-CHP-MHP-İyi Parti-HDP
2023 seçimin kazananı da değişmedi ama kaosun da yine bolca artacağı ayan beyan ortada.
Değişmeyen başka bir gerçek ise ülkenin çoğunluğunun “itaat” geleneğinden vazgeçmediğidir.
AKP Genel Başkan Danışmanı Prof. Dr. Yasin Aktay’ın, Sinan Oğan’ın, sığınmacıların gönderilmesi hakkında bir takvim oluşturulduğu iddiasını yalanlaması bu konuya noktayı koymuş oldu.
Ne de olsa sığınmacılar 20 yıl sonrası için Türkiye‘nin parçası haline getirilir, Türkleştirilir, Türkiye‘ye sadık bir kitle haline gelirmiş.
Üç-beş cesur ve sorgulayan vatandaşla yapılan sokak röportajları yeterli olmadığı gibi, fanatikler tarafından peygamber kadar değer gören bir Recep Tayyip Erdoğan gerçeği de –beğenilse de, beğenilmese de- göz ardı edilmemelidir.
Ayrıca “X, Y ve Z” Kuşağı’nı istediğiniz kadar konuşabilirsiniz.
Özellikle Z Kuşağı’nı peşinen apolitik olarak yaftalamadan önce siyasetle aralarına mesafe koymalarının nedenini mevcut siyasi ortamdaki kutuplaşma trendi ve gençlerin etkin rol alabilecekleri siyasi oluşumların azlığında da aramak gerekebilir.
Siz hayatı basket sahasında, parkta geçen genci, sürekli bilgisayar başında yayın izleyen GAMER‘ı(!), hayata küsmüş çöp toplayan adamı, ikametgâhı olmayan evsizi oy kullanmaya ikna edemediğiniz ve topluma politik bilinç kazandırmadığınız sürece bu ülkede iktidar da değişmeyecektir.
Sığınmacılara adeta pazarda meyve satar gibi kimlikler dağıtıldı.
Pek tabiidir ki cebinde yepisyeni kimlikleri ile AKP’den yardım alan, iş imkânı sağlanan, partili yeni T.C. vatandaşları oylarını ülkelerine gitmeleri için direkt uçak bileti alacak olan muhalefetten yana kullanmayacaklardı.
Diğer yanda ise “ilk kez oy kullanacak kuşak” dediklerinin gerçek anlamda dünyada olan bitenden haberi yok!
Toplum bilincinden uzak yetiştirilen o çocuklar parkta yere çöp atarken kendilerine söz söyleyene “sana ne, sen mi temizliyorsun?” karşılığı ile ilkokul eğitimini bile layığıyla alamıyorlar.
Hadi gelin bu bilinç(sizlik)le yetiştirilen kuşağın oylarına umut bağlayın!
Peki ya Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu?
Sayın Erdoğan ile bir dönem daha devam etmek isteyenler, zaten 2023 seçimlerindeki stratejilerini Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylığı üzerine kurmuştu.
Bu konuyu biraz araştırırsanız, Kemal Kılıçdaroğlu’nu Millet İttifakı’nın adayı yapma çalışmalarının esasında 2020’de başladığını siz de fark edeceksiniz.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun adaylık kararı çok önceden verilmiş ve “Adayı masa belirleyecek” gibi sözler sadece kamuoyunu adaylığına hazırlama taktiğinden ibaretti.
Özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’na ciddi zararlar veren ABD gezisi, başörtüsü girişimi, Almanya gezisi gibi hamleler, adaylık çalışmalarının birer planlanmış parçasıydı.
Özetle, Erdoğan ile bir dönem daha devam etmek isteyenler bütün stratejilerini Kılıçdaroğlu’nun adaylığına bağlamıştı.
Oysa 5 Temmuz 2020’de Sayın Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, “Parti liderlerinin aday olmasını doğru bulmuyorum, eğer parti liderleri aday olursa bu seçimi kaybederiz” açıklamasını anlaşılan kendisi de unutmuş olmalı ki adaylığı konusunda takdire şayan çalışmalar yaptı.
Ortada kazanılan ya da kaybedilen bir seçim hikâyesinden önce ekonomisi çökmüş, yoksulluğun esir aldığı, tarihi bir yıkımla karşı karşıya kalan bir ülke sorunu ile karşı karşıyayız.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun -başarılı ya da başarısız- siyasetçi kimliğini bir kenara koyarak sizi oluşturulan Altılı Masa’daki diğer “beş benzemezin” unutulmuş görünen yüzlerini görmeye davet ediyorum.
2 Temmuz 1993’te gerçekleşen Sivas Katliamı’nı hatırlayın…
O dönemde Sivas Belediye Başkanı olarak görev yapan Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, Sivas Katliamı ile ilgili olarak,
“Ölen ölmüştür. İnsanların canı yanıyor bir şey diyemem. Ama katliam kasıtlı yapılır, ben insanların ölmesi için böyle bir şey yapıldığı kanaatinde değilim. İnsanlar boğularak hayatlarını kaybediyor. Bir komplo varsa o zaman onu bulmaları icap eder.”
“Katliam olarak vasıflandırılamaz, üzücü bir hadisedir. Katliam demek insanları bilerek öldürmektir. Ama orada perdeler arabalar yakılmış, arkasından da ateş bacayı sarmış. İçeridekiler dumandan öldüler, cayır cayır yanarak ölmediler.” gibi ifadeler kullanmıştı.
O halde soruyorum: “2 Temmuz gününde Madımak Oteli’nin önündeki 15bin kişilik yobaz güruha ‘gazanız mübarek olsun’ diyen Temel Karamollaoğlu’dan başkası mıydı?”
Gelelim Altılı Masa’nın diğer “benzemez” üyesi olan Meral Akşener ile ilgili hatırlatmalara…
Bir zamanlar AKP’nin oylarını bölmenin hesabını yapanların alkışladığı, yandaş medyanın yerden yere vurduğu Akşener, düzen siyasetinde yine yeni bir aktör olarak sahaya çıkmıştı.
Akşener ve partisine, AKP‘nin zayıflatılmasında ve Erdoğan‘ın başkanlık planlarının engellenmesinde kilit rol atfedenler vardı bir zamanlar…
Meral Akşener, geçmişte genel seçimlerde “bas geç”, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve yerel seçimlerde muhafazakâr adaylarla somutlaşan AKP‘yi geriletme stratejisinin yeni ve başka bir versiyonu olmuştu.
Meral Akşener, geçmişten bugüne düzen siyasetinde, kriz ve tıkanma dönemlerinde yıldızı parlayan bir siyasetçi olmuştur.
Sermaye düzeninin ihtiyaçlarına bağlı olarak farklı tarihlerde farklı siyasi söylemlerle öne çıkan bir figür olan Akşener’in siyasi kimliğinin zeminini “ırkçılık”, “gericilik” ve “piyasacılık” gibi faktörler belirlemiştir.
1990‘larda siyasete başlayan, devletin işini çetelerle gördüğü, faili meçhuller ve katliamlarla anılan bir dönemde DYP‘den milletvekili olmuştu Meral Hanım.
Susurluk kazasından 5 gün sonra İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın görevinden istifa etmesinin akabinde aynı koltuğa oturan DYP İstanbul Milletvekili Meral Akşener, kendisinden bekleneni yaptı ve iş kontrolden çıkmadan Susurluk bakiyesini temizledi.
Göreve gelmesinin hemen ertesinde İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu ve Özel Harekât Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin gibi isimleri görevden aldı.
Yazıcıoğlu’nun görevden alınmadan önce Bakan, Akşener’e, “Kumarhaneler Kralı” olarak bilinen Ömer Lütfü Topal cinayetini 10-15 gün içinde aydınlatabileceğini söylediği iddia edilmişti.
Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı ile aynı masada yemek yiyecek kadar samimi olan Akşener, siyasi hayatı boyunca “faşist” ve “ırkçı” kimliğini hiç saklamadı.
1998 yılında MİT‘in Alaattin Çakıcı‘nın yerini belirlediğini öğrenmesinin ardından Akşener‘in bir akrabası aracılığıyla yerini değiştirmesi mesajını ilettiği iddia edilmişti.
Bu bir iddia olarak kalmamış, konuyla ilgili bir telefon görüşmesinin bant kaydı ortaya çıkmıştı.
Kayıtta Çakıcı şunları söylüyordu: “Şimdi Meral Akşener ile halamın kocası işadamı, anlıyor musun? İzmit’te çok yakinen tanışıyorlar. Hatta Doğruyol’a para-mara da yardım ediyor. Anladın mı dediğimi? Onlar çok eski ailece tanışırlar. Hemen açıyor. Bizim enişteye söylüyor. ‘Alaattin yerini değiştirsin‘ diyor.”
Sonraki yıllarda kendisine zaman zaman sorulduğunda Akşener bu olayı hiç yalanlamadı.
Meral Akşener‘in Nisan 2016 tarihindeki İçişleri Bakanlığı döneminde işlenen “faili meçhulleri” sahiplenen bir açıklaması, o dönem misyonunu ortaya koymaya yetmişti: “Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”
Meral Akşener‘in siyasi kimliğinde yok, yok.
“Derin Devlet”in yeniden yapılandırılması sırasında İçişleri Bakanı olarak görev yaparken 28 Şubat‘ta askeri vesayete “karşı” duruşunu uzun yıllar boyunca pazarladı.
O duruş Akşener tarafından, bir dönem “demokratik tavrın” gereği olarak, artık düzen siyasetinin epey dinselleştiği 2015 yılında ise “dindarlık” ile açıklanmıştı.
28 Şubat ile ilgili bir anısını anlatırken “gerici” kimliğini ortaya koyuyordu: “(28 Şubat döneminde) Bir kadın mitingi yapılacaktı ve ‘Kahrolsun şeriat’ diyorlardı. İnancıma göre şeriat, İslam demektir. İnançlı biri olarak dedirtmemem lazımdı. ‘Hükümete bağırın, ama bunu demeyin’ dedim. Yine de birkaç yerde söylendi. O geceyi hayatımdan silmek isterim. Anlatılamayacak bir acı hissettim.”
Cemaatçiliğin “geçer akçe” olduğu dönemde, Türkçe Olimpiyatları‘nda konuşma yapmış, Zaman Gazetesi‘ni defalarca ziyaret etmiş ve Zaman Gazetesi‘nin 25. Yılı Etkinliği‘nde Tayyip Erdoğan ile aynı fotoğraf karesine girmişti.
“1980 öncesi Fethullah Gülen’in dinlerarası diyalog modeli uygulansaydı, sağdan ve soldan ölümler olmazdı” sözlerinin de Meral Akşener’e ait olduğunu hatırlatmak gerekir.
(Boyun Eğme Dergisi’nin 93. sayısından yararlanılmıştır.)
Meral Akşener, 28 Şubat‘ta dönemin ruhuna uygun olarak makamından bir yandan tarikat tehlikesine işaret ederken, bir yandan da askerlere karşı bazı çıkışlar yapmıştı.
Daha sonra yolu AKP’yle de kesişmiş ve parti kurulmadan hemen önce Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına katılarak AKP‘ye katılan ilk DYP‘li olmuştu.
Ancak umduğunu bulamamış olacak ki, partinin kuruluşundan kısa bir süre sonra AKP‘den ayrıldı ve sonraki yıllarda MHP‘de siyaset yaparak o dönemde “ülkücü” geçmişini hatırlamış oldu günümüzün İYİ Parti “kurucu üyesi” Meral Akşener.
İttifak masasının “barışçıl” görüntüsü altındaki Ahmet Davudoğlu’nu da unutmamak gerekir.
Bir zamanlar Sayın Erdoğan’ın “Libya’da NATO’nun ne işi var?” derken Davutoğlu‘nu pazarlığa gönderdiğini hatırlatmak gerekir.
El Ahbar Gazetesi, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Şeyh Hamad bin Jassim arasında 13 Mart 2011 tarihinde, yani daha Libya’daki kriz yeni patlak vermişken Kaddafi’nin nasıl devrileceği konusunda “Kaddafi gitmek zorunda ve gidecek. Şu anda savaşı kazanıyor ve biz endişeliyiz. Onu Suriye’ye gitmesi konusunda zorladık ancak o Sudan ve Mısır’dan paralı asker almaya başladı. Batılılar da görüş ayrılığı içinde. Fransa bir şey söylüyor, Avrupa başka bir şey, Amerika da öyle.” gibi ifadelerini yayınlamış ve bu görüşme, hem gerçekleştiği tarih hem de Türkiye’nin “Arap Baharı” sürecinde üstlendiği rolü gözler önüne sermişti.
Siyasetin “ahlaklı” ve “erdemli” olması gerektiğini savunan Ali Babacan da AKP’nin ekonomiden sorumlu milletvekiliydi ve Sayın Erdoğan’ın karşısına muhalefetin Abdullah Gül’ü ortak “aday” olarak çıkarma projesinin “tam göbeği”nde yer almıştı.
Babacan, bir yandan Abdullah Gül adına temasları yürütmüş, diğer yandan AKP Ankara Milletvekili sıfatıyla Sayın Erdoğan’ı “Cumhurbaşkanı adayı” olarak gösteren teklifin altına imza atmıştı.
Bu “siyasi tutarsızlığın” sizce nasıl bir izahı olabilir?
Siyasetçiler için başarının tek bir kriteri aldığı oy oranıdır.
Ülkenin en dürüst, en zeki, en kibar, en namuslu, en yetkin siyasetçisi de olsa aldığı oy yeterli değilse, “başarısız” kabul edilir.
“İnandığımız değerlere karşı sorumluluğumuzu yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyim. Bilmenizi isterim ki geride bıraktığımız 2 yılı aşkın zamanda bizler için asıl kazanç; zerrece menfaat, şahsi ikbal kaygısı olmaksızın verilmiş mücadele, dökülmüş terdir.” ifadelerini kullanan Sayın Gültekin Uysal’a, “temiz” gibi görünen siyasetin bu “kirli yüzünü” hatırlatmakta fayda görüyorum.
Özenle, önemle ve tekraren vurgulamak isterim ki siyasetçinin yalanlarıyla beyinlerinizin iğfal edilmesinin önüne geçmek istiyorsanız tek yol “katılımcı-çoğulcu-parlamenter” sistemden yana tavır almaktır, ama ne yazık ki olmadı.
Ülkemizdeki kötüye gidişatı somutlayan çok sayıda veri bulunduğunu biz unutmasak da yandaş görmüyor, görmek istemiyor.
Özgür medyanın, özgür yargının iğdiş edilmesi, sivil toplum örgütlerine cebren yandaş formatlar atılması, düşünceyi ifadenin şiddetli bir şekilde cezai yaptırıma tabi tutulması, 6284’ün hiçe sayılması gibi bütün bunlar öyle noktalara vardı ki artık bizzat hükümetin bir bakanının ağzından vatandaşlara atfen aktarılan, “Vallahi AKParti’ye o kadar güveniyoruz ki Sayın Bakanım. Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, inanırız” sözlerini şu fani kulaklarımızla duyduk değil mi?
Duymasına duyduk ama bütün bunlara rağmen “adam kazandı” bütün mesele bu işte.
askimtan@yahoo.com