Komisyonda kabul edilen sokak hayvanları yasası hakkında söz söyleme sırası hayvanları doğanın bir parçası ve vazgeçilmez bir unsuru olarak gören vatandaşlarda.
Aklı başında olan herkesin bildiği gibi, “sağlıklı bir çevre ancak hayvanların varlıklarının kabul edildiği ve yaşam sürdürdükleri bir ortamda sağlanabilir”.
Kutuplardan en sıcak bölgelere kadar yeryüzünde hayvanların varlığı ve hayvan gücü çok önemli bir etkendir.
İnsan-doğa ilişkisinde insan merkezli yaklaşımlar özellikle II.Dünya Savaşı’ndan sonra çevre sorunları ve ekolojik kriz olarak ortaya çıkmıştır ve günümüzün başlıca gündemleri haline gelmiştir.
İnsanın hem yapan hem yıkan bir varlık olması, insan merkezci yaklaşımı nedeniyle tüm etik, ahlak ve hak kavramlarından uzak, doğaya zalimce davranışını ortaya koymaktadır.
Günümüzde ise her türlü hayvan varlığımız bilinçli ve bilinçsizce yok edilmektedir.
Diğer yanda ise derin ekoloji, tüm yaşam biçimlerini birbiri için eşitleyen bir kavramdan şöyle söz etmektedir:
“İnsan, yaşamak ve yaşamaya bırakmak zorundadır.”
Bu görüşe göre, insan da sistemin bir parçası olarak değerlendirilmeli ve “evrenin ekolojisi’ni değiştirme haklarının olmadığı” bilinmeli, insan zevkleri öncelikli olmamalıdır.
Kısacası insanlar olduğu gibi hayvanlar da doğanın bir parçasıdır ve insanlar doğaya karşı ya da ondan üstün olamazlar.
Yine derin ekoloji felsefesinde her canlının yaşam hakkı vardır.
Doğanın tahrip edilerek oluşturulan kentlerde, insanlarla birlikte yaşamaya alışmış hayvanların da kentlerde yaşamaya hakları vardır. Hayvanların bir ekolojik denge içerisinde barınma hakları bulunduğu gibi yaşamsal gereksinimlerini karşılamak dışında insanların bu zenginliği ve çeşitliliği azaltmaya kesinlikle hakları yoktur.
İnsan–hayvan ilişkisinin tarihine bakıldığında, İngiltere ve Galler’de pek çok hayvanın durumunun düzeltilmesi için ilk pozitif çabalar hayvanların korunması konusunda gelen davalar yoluyla başlamıştır.
Hayvanlarla ilgili olarak 1885’te Ren’de balık avcılığına ilişkin düzenlemeler, 1900’de Afrika’da balık, kuş ve vahşi hayvanların korunmasına ilişkin sözleşme, 1902’de ziraate faydalı kuşların korunmasına ilişkin sözleşme, 1911’de fok balığının korunmasına ilişkin sözleşme gibi düzenlemeler yapılmış, iki dünya savaşı arasında ise bu türden sorunlar dünya gündeminde önemli bir yer tutmamıştır.
Buna rağmen 1922’de uluslararası kuşları koruma komisyonu kurulmuş, 1931’de Balina sözleşmesi, 1933’te Afrika’daki hayvan ve bitki varlığının kendi ortamlarında korunmasına ilişkin sözleşme ile 1940 yılında Batı yarımkürede tabiat ve vahşi hayvanatın korunmasına ilişkin sözleşme imzalanmıştır. 1945’ten günümüze kadar ise Birleşmiş Milletler bünyesindeki bazı kuruluşlar ve sivil toplum örgütlerinin önemli çalışmaları olmuş ve halen de olmaktadır.
Göz ardı edilmemelidir ki hayvanlar da düşünür, hisseder, acı çekerler.
Dünyanın en gelişmiş yaratığı, en yetkilisi insan olduğuna göre; insan, yetkinin getirdiği hak ve sorumluluk ile diğer hayvanları da korumak zorundadır.
Özetle, canlıların yaşama hakkı ölçülemeyen bir evrensel haktır. Yaşayan hiçbir türün belirli yaşama ve gelişme hakkına diğer herhangi bir türden daha fazla sahip değildir.
Sınırlarını bir şekilde belirlediğimiz hatta onlara isimler koyduğumuz şehirler sadece insanların yaşam alanı değildir ve bu alanlar insanlar gelmeden önce başka canlılara aitken şimdi teknolojilerin varlığı güçlenen insanların diğer canlılarla aynı mekanları paylaşma konusunda saygı göstermesi gerekmektedir.
Yaşam alanları tüm yaşam hakları içindir. İnsan, doğa ile birlikte var olduğuna göre doğa ile birlikte yaşamasını da öğrenmelidir.
Sokak hayvanları sokaklarda yaşayan, sokaklarda doğmuş büyümüş veya sahipleri tarafından sokağa atılmış, sokakta yaşamak zorunda bırakılan hayvanlardır.
Kültürümüze bakacak olursak, Osmanlı Devleti’nde hayvanların bakımı ve korunmasına ilişkin uygulamalara büyük bir önem verilmiştir. Özellikle toplumsal dokunun bir parçası olarak kabul edilen sokak hayvanlarının beslenmeleri için vakıflar kurulmuş, vasiyetnameler düzenlenmiştir.
Doğa ve hayvanlara gösterilen nezaket, Osmanlı mimarisinde de yerini bulmuştur. Cami, medrese ve sarayların en çok güneş alan ve rüzgardan korunan yerleri seçilerek, buralara “Kuş Köşkü” denilen taş ya da ahşaptan barınaklar yapılmıştır.
Yolu İstanbul’a düşen birçok batılı seyyahı şaşırtan hatta şoka uğratan şey, şehir sokaklarında dolaşan köpek sürülerinin görünüşünden çok onlarla halk arasındaki ilişkilerdir.
Jean Thevenot 18.’ın Y.Y ortasında Voyage Levant’ta şöyle yazmıştı:
“Türklerden kimileri ölürken her hafta şu kadar kez şu kadar köpek, şu kadar kedi beslensin diye büyük servetler bırakırlar, sadakaları dağıtsın diye fırıncılara, kasaplara para verirler, bu da sadakatle, titizlikle yerine getirilir. Her gün birtakım adamların ellerinde etlerle kedileri ya da köpekleri çağırmasını seyretmek çok keyiflidir. Hayvanlar etraflarını sarınca da etleri parça parça dağıtırlar. Burada Türklerin hayvanlara işlediği hayırlara yüz örnek verebilirdim ki bunlar bize çok gülünç gelir; tepeden tırnağa örtülü pek çok insanın bir sokakta, yeni yavrulamış bir köpeğin başında durduklarını, üzerine basmasınlar diye hep birlikte taş toplayıp etrafında bir duvarcık ördüğünü ve böyle şeyler yapan nicelerini gördüm, ama okuru bu ipe sapa gelmez işlerle sıkmaya niyeti yok”.
Günümüzde ise kentlerimizde yaşayan sokak hayvanları popülasyonunu belirli bir oranda tutmak için en uygun yöntem kısırlaştırmadır.
Toplum olarak canlıların ve özellikle hayvanların korunmasına özen gösterilmeli ve çocuklarımız bu şuurla eğitilerek yetiştirilmelidir.
Hayvan hakları, insan haklarının ayrılmaz bir parçası ve onun tamamlayıcısıdır.
Hayvanları öldürmek, ölüm kamplarına terk etmek, zehirlemek onların yaşam haklarını ellerinden almak insanların karar veremeyeceği bir durumdur.
“Merhamet” ise ders alınmayacak kadar değerli bir duygudur. Ya vardır ya da yoktur.
askimtan@gmail.com