Yönetil(e)me(me)nin dayanılmaz baskısı altında yaşamakta olduğumuz şu günlerde bir düşüncedir aldı beni…
“Milli irade” söylemini benimseyen iktidara baktığımız zaman, “Cumhuriyet ve demokraside hiçbir gücün etkilemeyeceği çoğulcu iradenin yönetim biçimi” olarak tanımlanması gerekirken, aşağıda sıraladığım olmazsa olmaz faktörler ise çok farklı tezahür etmektedir.
– Milli servetin korunduğunu görmek bir yana, milli olan her şeyin teker teker tasfiyesini görmekteyiz ki buna en son eklenen şeker fabrikalarının akıbeti ortada.
Özelleştirme şampiyonu: Elektriğimizden telefonumuza bütün “milli servet”imizin yok pahasına yabancı şirketlere satıldığı hepimizin malumudur.
– Milli iradeye göre zenginlik halk ile paylaşmaktır ve bu zenginlik, milletin ortak kazancıdır.
Yandaşlara –fakir olsun, olmasın- makarna, kömür dağıtımını bir kenara koyacak olursak, seçim dönemlerinin dışında halka “sadaka” anlayışı haricinde bir paylaşımın yapıldığı görülmüş müdür?
Yönetim ve sermayedarların nasiplendiği “yürü ya yandaş” kısmı burada vatandaşı pek de bağlamıyor.
Aksini bilen varsa, ne olur benimle de paylaşsın da cehaletimi gidereyim!
– Milli irade anlayışında yolsuzluk ve yozlaşmanın önlenmesi adına yönetimde vatandaşın da söz sahibi olması gerekirken, ülkemiz açılıp ve kaşla göz arasında kapatılan “yolsuzluklar rekortmeni” oldu adeta.
– Milli irade anlayışında, “milli” olabilmenin en önemli şartı emperyalizme direnmekken, bizler adeta emperyalizmin kurbanı haline geldik.
Muhalif seslerin susturulması, bastırılması değil, aksine kulak vermek ve kendi milletini ötekileştirmeden aynı şemsiye altında toplayarak bir bütünlük sağlamak olmalıdır o “milli irade” anlayışı.
Gelgelelim ülkedeki Cumhuriyet yönetimine baktığımız zaman pek de adıyla bağdaşmayan çok farklı bir yönetim karmaşası görmekteyiz.
Şöyle ki:
Biraz Totalitarizm;
Çünkü yetkilerin tekelinde toplanarak anti-demokratik bir şekilde uygulanan OHAL, bana bu tanımı çağrıştırıyor.
Biraz Monarşi;
Çünkü mevcut yönetimin izlediği yol, tüm yetkileri elinde bulundurarak danışma birimlerini ortadan kaldırmıştır;
Kimseye hesap vermeyen saltçı ve bütün birimlerin doğrudan tek kişiye bağlı olması ile çokça Mutlakiyet;
Hiçbir yasaya bağlı kalmamakla birlikte buyrukçunun çıkarından başka hiçbir amaç gözetmeksizin, zorbaca uygulanan ve buyruklara dayalı yönetim biçimi ile tam bir Despotluk örneği sergilenmektedir.
Yukarıda saydığım yönetim karmaşasına bakacak olduğumuzda, hangi devirde ve hangi şartlar altında yaşamakta olduğumuzu sorgulamamız gerekmez mi?
Sizce de bu topraklarda yaşayan bireyler olarak bu sistemi sorgulama hakkına sahip, demokratik bir rejime sahip olmayı hak etmiyor muyuz?
Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kendi ayaklarımızın üzerinde durmayı öğreten anne-babalarımızdan sonra, aldığımız eğitimlerde hür irade ile karar verebilmek, yaşama tutunabilmek, kısacası bağımsızlığımıza sahip çıkmak öğretilmedi mi bizlere?
Bu denli baskıcı bir yönetim karşısında cebelleşmek 21. yüzyılın dünyasında oldukça şaşırtıcı ve kabul edilemez bir durumdur.
Her bireyin öncelikle dokunulmazlıklarına saygı gösterilmeli, düşüncesini ayırıma uğramadan özgürce ifade edebilmeli ve hiçbir rejimin baskısı altında kalmayıp, yaşamını güvenli olarak sürdürebilmelidir.
Yukarıdaki cümleyi yazarken bile günümüzde bu olması gerekenin gitgide uzaklaşmakta olduğu bir hayal olduğunu görmenin acısı dokundu yüreğime.
Ama ben yine de bu hayalimi daha da büyüterek bu ülkenin “Doğrudan Demokrasi” sistemi ile “tek adam” rejiminden uzak, devlet için gerekli olan bütün kararların yurttaşlar tarafından aracısız ve temsilcisiz olarak alınacağı bir Türkiye düşlüyorum.
Halkın halk tarafından yönetilmesi, demokrasinin en ideal değilse bile en ideale yakın sistemidir düşüncesindeyim ve bu bağlamda her bakanlığın, her komutanlığın ve her adalet biriminin kimseye bağlı kalmaksızın kendi biriminde dürüstçe milletine yakışır bir şekilde görevini ifa ettiği bir Türkiye, düş olmaktan fazla olmalıdır.