Bu canım ülkenin vatandaşı olarak bir yılı daha arkamızda bırakmaya hazırlanırken, 2024 yılından beklenti içerisine girmek şöyle dursun, gün günü aratırken takvim yapraklarının yerini yeni bir yıla bırakması ile olumlu yönde bir şeylerin değişeceğine inanmak gelmiyor içimden.
Sadece geçtiğimiz yıl itibari ile (1 Ocak 2022-31 Aralık 2022 tarihleri arasında) yabancılara toplam yüzölçümü 8.338.976 m2 olan 4 bin 311 arsa, arazi, tarla, bağ, bahçe; 70 bin 874 de konut ve iş yeri olmak üzere toplam 75 bin 185 taşınmaz satıldı.
Türk lirasının değer kaybı ise dünya basınında “kasıtlı Devalüasyon” olarak yerini aldı.
Hukukçuların yıllardır süren mücadelesine rağmen “ısrarlı takip” hala Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanmazken 6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair önemli bir iç hukuk düzenlemesinin kaldırılması ile kadın cinayetleri adeta meşru kılındı.
2022 yılı başı itibari ile son on yılda 4.197 kadın öldürülürken, 2023 yılının ilk 10 ayında 350 kadın, erkekler tarafından katledildi.
2023 yılı Ocak ayı verilerine göre ise çocuklara yönelik hak ihlallerinin en ağırı olan “cinsel istismar” vakalarındaki son 15 yılda yaklaşık yüzde 400 artış oranı ile Türkiye dünya sıralamasında 3. sıraya yerleşti.
Yine 2023 yılının ilk dokuz ayında en az 1409 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.
AKP’nin ekonomi politikaları, geçim sıkıntısı ve yoksulluk, yurttaşları intihara sürükledi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan verilere göre 2022’nin sonunda 300 yurttaş, 2002-2022 arasında ise 5 bin 712 yurttaş geçim sıkıntısı sebebi ile intihar etti.
Ekim 2023 dönemindeki açlık sınırı 12.928 TL, yoksulluk sınırı ise 44 bin 718 TL olarak belirlenirken bu ülkede refah içinde yaşamaktan adları yolsuzluklara karışanların dışında kim söz edebilir?
Diğer yanda ise her gün yaşanan kan donduran olaylar nedeni ile “güvenli” bir ülke olmaktan çoktan çıktık.
Şiddet deseniz her köşe başında yaşandığı gibi futbol sahalarına kadar indi.
Trafik denen canavar ise “vur kaç”larla büyüdükçe büyüdü.
Sağlık çalışanları her an “şiddete maruz kalma riski” ile karşı karşıya kalıyor.
6 Şubat’ta yaşanan depremin yaraları hala sarılmadı ve iktidarın “mağdur depremzede bırakmayacağız” sözü yerine getirilmediği gibi deprem bölgesindeki halk hala mağdur ve hala sokakta.
Sahi depremzedeler için “Türkiye Tek Yürek” bağış kampanyasında toplandığı beyan edilen 115 milyar 146 milyon 528 bin lira ile 9 milyon adet üzerinde SMS ile milyonlarca liraya ne oldu, gören duyan var mı?
Kısacası “sesimi duyan var mıııııı?” çığlığına kulaklar tıkandı ve diğer şehirlerdeki depremlerin acısı içimizi yakarken Antakya’nın ölümüne sadece seyirci kaldık.
Türkiye’de 1900 yılından beri 77 deprem meydana gelmesinden dolayı dünya sıralamasında yukarılarda yer almaktayız.
Hal böyle iken Türkiye’de inşaatın ne kadar tehlikeli olduğunu neden görmemekte ısrar ediyoruz?
Kaldı ki Türkiye’de bir deprem gerçeğinin olduğunu bilim adamları üzerine basa basa anlatırken, taşıyıcı sistemden mal kaçıramayan müteahhitler, diğer malzemelerden çalmakta ve depremlerde maskeleri düşse de vicdandan muaf bir şekilde sırra kadem basmaktalar.
Zihniyet ise “bina ayakta ve taşıyıcı sistemde problem yoksa ölüm riski de yoktur.” zihniyetidir.
Binanın ayakta olması, özellikle yurtlarda asansörlerin düşerek yüzlerce kişinin ölümüne sebebiyet vermesine engel değildir ne de olsa…
Binaların şatafatlı ve görkemli görüntüleri ihale firmalarına bedavaya verilen hazine arazilerinin üzerine inşa edilen ve devletin “doluluk garantisi” verdiği Şehir Hastaneleri gerçeğini de değiştirmiyor.
-Kaldı ki bu da ayrıca ele alınması gereken apayrı ve uzun bir konudur.-
Hangi vicdanlı siyasetçinin, ülkesindeki sağlık hizmeti üzerinden para kazanmak isteyebileceği sorusunun yanıtını ise sizlere bırakıyorum.
Binalardan bahsetmişken…
Güncel rakamı ile Türkiye’de 209 üniversite bulunmasına rağmen hoca sayısındaki yetersizlikle eğitimi de cehalete kurbanı vermeye devam ediyoruz.
Sürekli kurulan üniversitelerin neden kurulduğunu bilen ya da sorgulayan var mıdır acaba?
Ülkede İnsan Haklarının 26. maddesinde bahsedilen bir “Eğitim Hakkı” varsa, o da sadece “yapılırmış” gibi gösterilmekten öteye gitmiyor.
Yani eğitimin de içi boşaldı, boşaltıldı.
Bu durumdan her ne kadar akademisyenler sorumlu gibi görünse de unutulmamalıdır ki, her anlamda bilgisiz bir toplumu yönetmek ve yönlendirmek çok daha kolaydır.
Özetle eğitim de katledildiği gibi ağaçlarımız, ormanlarımız, su kaynaklarımız, insanlarımız, ,özellikle kadınlarımız, hepsinin üzerinde, hayvanlarıyla birlikte doğamız, kent yaşamımız katlediliyor.
Yeryüzünde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ülkesine bu kadar zarar veren başka kaç ülke vardır?
Oysa bu toplumda, “hangi koşullarda olursa olsun, insanlık için düşünüp çalışacak çok insan olduğunu” Kurtuluş Savaşı‘nda öğrenmemiş miydik?
Şimdi nerede o “insanlık” için düşünüp çalışan insanlar?
Dönüşü olmayan bir yola girmiş olduğumuzu -acı da olsa- görebilmeliyiz.
Tarih boyunca dünya ekonomik alanda her ne kadar kendini toparlamış olsa da sosyal anlamda girdiği bataktan hiçbir zaman çıkamamıştır kaldı ki biz ülke olarak ne yazık ki böyle bir durumdayız.
Ülkemizde etik yaşam felsefesi gitgide kaybolmaya yüz tutmaktadır ve özellikle son yıllarda hızla yerleşen göçmen ve mülteci kültürü ile toplumumuz şiddetli bir yozlaşma örneği göstermektedir.
Haberlerin büyük çoğunluğunda –ki o da medyanın yansıttığı ölçüde- kara para haberleri yayınlanmaktadır.
Asgari gelirli ya da işsiz halk ile yüksek gelirliler arasındaki bu makas açıldıkça toplumsal refahtan söz edebilmek imkansız bir hal alıyor.
Özetle Türkiye özellikle satılan vatandaşlıklarla toplumsal güvenin tehlikeye girdiği bambaşka bir toplum haline dönüştü.
Tam da bu saydığım nedenlerden dolayı toplumsal ahlak sorgulanan bir olgu oldu.
“Şahsım” ve “cahiller ordusunun” mevcut sistemi değişmedikçe tesis edilen bu bozuk düzen de değişmeyecek ve bütün çileyi yine halkımız çekmeye devam edecektir.
Michel de Montaigne’nin de dediği gibi “Yılların elimizden çekip aldığı yaşama zevklerini dişimiz, tırnağımızla savunmalıyız. “
“İyi yıllar Türkiye!”
askimtan@yahoo.com