Katledilişinin üzerinden 16 yıl geçen Hrant Dink‘i saygıyla anarken gelin, hayat hikâyesine hep birlikte gözatalım.
Babası Sivas‘ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise Sivas‘ın Kangal ilçesinde doğup büyümüştü.
(Gülvart adının dilimizdeki karşılığı: Gül, Türkçe‘de bildiğiniz anlamdadır, Vart ise gülün Ermenice karşılığıdır.)
Hrant ise Ermenilerin de yaşadığı Alevi mahallesi Çavuşoğlu‘nda doğmuştur.
Babasının kumara düşkün bir adam olmasından dolayı, 1961 yılında Hrant yedi yaşında, kardeşleri de daha küçükken, ailece İstanbul‘a kaçar-göçerler.
Ancak İstanbul‘da da durum değişmez.
Geleli birkaç ay olmuştur ki annesi babasını kahvede oyun oynarken her yakaladığında kavgalar başlar ve ardından da ayrılık gelir.
Üç kardeş, önce “iki arada bir derede” ve sonrasında ‘ortada” kalmanın ne olduğunu hiç unutamayacakları şu görüntüyle öğrenirler: “Dayının evinin önünde, anne, anneanne, yengeler pencereden ‘babanıza gidin!‘ diye seslenirken, baba sokağın köşesinde, ‘oraya gidin‘ işareti yapmaktadır.”
Bir süre ne yapacaklarını bilemeyen üç kardeş, birden ve aynı anda, ters yöne doğru koşmaya başlar.
Ancak üç gün sonra Kumkapı‘da bir balıkçı sepetinin içinde, aç sefil, uyurken bulunurlar.
Sonraki durak, Gedikpaşa‘daki Ermeni yetimhanesidir.
Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar.
Hrant Dink, Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı.
Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya başladı ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı.
Hrant, Zooloji’den mezun olduktan sonra canlılar dünyası ve bilimi çok sevdiği için “biyolojifelsefesi”nde akademik kariyer yapmak istemişti.
O dönem bu bölümün kürsüsü kurulmayınca, yeniden üniversite sınavlarına girerek felsefe bölümüne kaydolmuştu.
Ancak son sınıfta bir hocanın gereksiz disiplini ve kendi inadı yüzünden eğitimini tamamlamadan bıraktı.
YETİMHANEDEKİ ÇOCUKLUK AŞKIYLA EVLENDİ
Bir gün Rakel‘i getirirler yetimhaneye.
1915 karmaşasından kaçıp, uzun yıllar CudiDağı’nda çadırlarda yaşamış ve “aşağı” yeni inmiş bir aileden, Kürtleşmiş bir Ermeni kızıdır Rakel…
Rakel, ne Türkçe, ne Ermenice bilir.
HrantRakel‘e “abi” olur, Türkçe veErmenice öğretir, yanından da hiç ayrılmaz.
Hrant, İstanbul‘daki Ermeni çocuk yuvalarında, harçlık parasına çalıştığı lise yıllarında bir ara Rakel‘in izini kaybeder, tekrar karşılaştıklarında ise Rakel büyümüş, 14‘üne gelmiştir! 20‘sindeki Hrant bir daha yanından ayrılamaz ve bir yıl kadar sonra evlenirler.
1980–1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Hrant,1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına döndü.
Bu yıllarda MarmaraGazetesi’nde “Çutak” rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiye’de çıkan kitaplara ilişkin kritikler yazdı.
1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patrik’inin de teşvikiyle AGOS Gazetesi‘ni kurdu.
Hrant, bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla, Türk ve yabancı basınında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti.
Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan Hrant Dink, Ermenikimliği ve Ermenitarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemleriyle tanındı.
Ödüller:
- 2005 yılında Türkiye’de İnsanHakları Derneğitarafından“Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü”
- 2006 yılındaAlman Stern Dergisikurucusu Henri Nannen adına “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü”
- 18 Kasım 2018‘de Hollanda‘da “Pen Award Ödülü” (Fikir ve düşünce özgürlüğü ödülü)
- 24 Kasım 2018 Norveç “Bjornson İnsan Hakları Ödülü“
Hrant Dink öldürüldüğünde AGOSGazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu.
Hrant Dink Cinayeti
Hrant Dink, 19 Ocak 2007‘de Halaskargazi Caddesi üzerinde bulunan Agos Gazetesi çıkışında silahlı saldırı sonucunda olay yerinde hayatını kaybetti.
Başına ve boynuna isabet eden üç kurşunla hayatını kaybeden Dink‘in cesedinin yakınında 4 adet boş kovan bulundu.
Suikast gerek Türk, gerekse Dünya basınında geniş yankı uyandırdı ve dönemin Cumhurbaşkanı Sayın AhmetNecdet Sezer ve dönemin Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere tüm siyasiler ve dönemin Genelkurmay Başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt bu suikasti lanetlediklerini açıklamışlardı.
Olayın ardından Türkiye Ermeni Patriği Sayın Mesrob Mutafyan da cinayeti kınayarak Ermeni cemaati için 15 günlük yas ilan etmişti.
Hrant Dink‘in avukatı Erdal Doğan,Dink‘in tehdit edildiğini ifade etmişti.
AGOS GAZETESİ YAYIN YÖNETMENİ HRANT DİNK’İN AGOS GAZETESİNDE YAYINLANAN 19 OCAK TARİHLİ SON YAZISI:
“RUH HALİNİN GÜVERCİN TEDİRGİNLİĞİ”
Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla ŞişliCumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim. Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğüaşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara Mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti Adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının Çabasına Rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim GenelKurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin GGib
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle HrantDink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arz etmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte Size Bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…
İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık Ve Direnecektik
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek Ve Özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.
Hrant Dink (19 Ocak 2007)-
Değerli arkadaşlar, haksızlıklar ve hukuksuzluklar, hele ki cinayetler din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın kınanmayı, lanetlenmeyi hak eder.
Hrant Dink anısına saygıyla…